Kulluğu Hayatın Merkezine Koymak
"Hz. Allah şöyle buyurmuştur: ‘Ben, kulumun zannettiği gibiyim. Beni andığı zaman, muhakkak onunla beraberim. Eğer beni kendi kendine anarsa, ben de onu Zât'ımda anarım. Beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu andığı topluluktan daha hayırlı bir toplulukta anarım.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
"Allah'ın mutlak cemâlini seyret, çevrenin dünya ve âhiretine yönelik geçici süslemelerine meyletme. Kendi başına iken Rabb’ini zikret, O da seni Vahdet makâmında rûhen ve hakîkaten zikretsin. Zikreden kullarından oluşan bir topluluk içinde zikret, O da seni Mele-i A'lâ'da cismânî, âşikâr, gizli ve çok gizli bir şekilde zikretsin."
İnsanın sürekli Allah’ı aklında tutması mümkün değildir. Çünkü bir şeylerle meşgul olurken zihnin yarısını da Allah’ı düşünmekle geçiremez. Zaten böyle bir şey insan fıtratına aykırıdır. Burada kastedilen iki temel husus vardır: Birincisi; insan gün boyu mümkün olan tüm zamanlarda Allah’ı gerçekten hatırlamaya gayret etmelidir. Namazında, tesbîhâtında ve diğer nâfile ibâdetlerinde Yaratıcı’sıyla bağını diri tutmaya gayret etmelidir.
İkincisi; her fırsatta aklına getirdiği Yaratıcı’nın emir ve yasaklarına aykırı bir tavır ve söz içine girmemeye gayret etmelidir. Dolayısıyla fiilî olarak Allah her dem aklına gelmese bile onun istediği şekilde yaşam sürmeye gayret ederek bir anlamda Allah’ı aslâ unutmadığını göstermiş olur. Bu durum şuna benzer: İnsanın hayatta çok sevdiği kişiler vardır. Annesi, babası, eşi ve çocukları ile diğer önem verdikleri. Bunları her sâniye aklında tutması mümkün değildir. Çünkü işi ve diğer meşguliyetleri zihnini meşgul eder. Ama bu durum onun onları bütünüyle unuttuğu veya sevmediği anlamına gelmez. Her türlü fırsat veya hatırlatan her bir şey sevdiklerinin gözünü önüne gelmesine sebep olur.
Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Beni, anne-babasından, çocuklarından ve tüm insanlardan daha fazla sevmeyen kimse gerçek anlamda iman etmiş değildir.”[2] hadisinde de kastedilen husustur. Şöyle ki; insanın, bizâtihî görerek, yakınlığını yaşayarak sevmiş olduğu kişilere yönelik gönül bağı farklıdır. Nitekim annemiz böyledir.
Daha iyi anlaşılması için konuyu bir örnekle açalım: Annenizin vefât etmiş olduğunu farz edelim. Peki, annenizin vefât yıldönümünde mi daha çok üzülürsünüz Hz. Peygamber (s.a.v.)’inkinde mi? Elbette annenizin vefât yıldönümünde daha fazla üzülürsünüz. Çünkü onunla yaşanmışlığınız ve üzerinizde -hiçbir karşılıkla ölçülemeyecek- bir emeği vardır. Bununla birlikte Allah Rasûlü’nün vefât yıldönümünde ağlamamız ya azdır, ya da yoktur. Bu duruma bakarak biz Allah Rasûlü’nü anne ve babamızdan daha fazla sevmediğimizi söyleyemeyiz. Çünkü kastedilen kutlu elçinin rehberliğini her şeyin önüne koymaktır. Kişi bunu yapmadığı zaman Rasûlullah sevgisi boşlukta kalır. Anne-babası veya başka şeyler Allah Rasûlü’nün sevgisinin önüne geçmiş olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hadislerinde Allah’tan yana her zaman hüsn-i zan beslememizi ve bizleri rahmetiyle bağışlayacağını, affedip cennetine koyacağını ümit etmemiz gerektiğini öğretmektedir. Çünkü mü’min, âyette belirtildiği üzere, Rabb’i hem dünyada hem de âhirette Allah’ın yardımından aslâ ümidini kesmez: “De ki: ‘Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[3]
Bizler amellerimizi hakkıyla yapamadığımız için kulluk görevlerimizle cennete giremeyeceğimizi biliyoruz. Çünkü hayatımız günahlarla kirlenmiştir. Bu sebeple tek güvencemiz Rabb’imizin bizlere olan lütfudur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bile kulluğun zirvesinde olmasına rağmen, “Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.” buyurmuştur. “Sen de mi ya Rasûlallah!?” sorusuna şu cevabı vermişlerdir: “Evet, ben de! Lakin Rabb’im beni rahmetiyle kuşatmıştır.”[4] Bize düşen de bu inanışı kuşanmaktır. Böylesi bir beklenti elbette bizleri gevşetmemeli ancak kesin cehenneme gideceğiz gibi yanlış bir ümitsizliğe de sürüklememelidir. Çünkü bu düşünceye kapılan insanın nasılsa battık diyerek günahlara sürüklenmesinden korkulur.
Bu hadiste Allah Rasûlü biz mü’minlere çok önemli bir hususu daha hatırlatmaktadır. O da şudur: Bizler her daim Allah’ın gözetim ve kontrolü altındayız. Ondan habersiz bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla yapıp ettiklerimizden, ona münâcatımızdan ve diğer bütün fiil ve söylemlerimizden yaratıcımızın haberi vardır. Bu yüzden Allah’ı kendimize uzak bir varlık olarak düşünmemeliyiz.
Biri kamerayla gözetlediğinde nasıl kendimize dikkat ediyorsak Allah’ın gördüğünün bilincinde olarak yapıp ettiklerimize daha fazla dikkat etmemiz gerekmektedir. Bunun yanında, kalbimizdeki ve dilimizdeki her şeyi bildiğini de göz önünde bulundurarak elimizden geldiği kadar kulluğu yapmaya ve ona münâcât etmeye gayret etmeli, ihlaslı olmalıyız. Gerisi onun takdirine kalmıştır.
Demek oluyor ki, şu durum bizim varlığımız kadar bir hakîkattir: “Allah her şeyimizden haberdardır.” Zaten Kur’an’ında şöyle buyurmaktadır: “Rabb’iniz ‘Bana duâ edin, duânıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.’ buyurmuştur.”[5] “And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”[6] Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “Sizler sağır veya uzakta olan birine seslenmiyorsunuz.” buyurarak[7] Allah’ın kelamımızı ve gönlümüzden geçenleri çok iyi bildiğine işaret etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) tıpkı kendisinin yaptığı gibi bizlerin de Allah’ı anmayı hayatımıza yaymamızı istemektedir. Bir yerde otururken, bir yere giderken veya dinlenirken zamanı zikrullah ile değerlendirmek, Kur’an okumak veya dinlemek çok hoş olur. Böylece insan bir işle meşgul olmadığı zamanında Allah’ı anarak onunla hem olan irtibatını ve ahdini yenilemiş hem de imanını güçlendirmiş olur. Bu bağlamda kasîdeler ve ilâhiler dinlemek de güzel olur. Meselâ bir ev hanımının evde bir işle meşgulken bir taraftan da Kur’an veya ilâhi dinlemesi ne güzel olur.
Yapılması tavsiye edilen bu nâfile ibâdetler insana yük değildir. Alışkanlık hâline getirenlerin söz konusu ibâdetlerden büyük mânevî haz aldıkları bilinmektedir. Özellikle de belli virdleri günlük görevleri hâline getirmiş olanlar, bunu yapamadıklarında hayatlarında bir şey sanki eksik kalmış gibi çok üzülürler. Dolayısıyla bu durum kulluğu kalbimize ne kadar benimsettiğimizle ilgili bir husustur.
Meselâ Hz. Peygamber (s.a.v.) sabahları şu duâyı okurdu: “Allah’ım! Senin yardımınla sabaha girdik, senin yardımınla akşama kavuştuk, senin yardımınla diriliyor ve senin kudretinle ölüyoruz ve varış sanadır.”[8] Akşamları da şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Senin yardımınla akşama girdik, senin yardımınla sabaha kavuştuk, senin yardımınla diriliyor ve senin kudretinle ölüyoruz ve dönüş sanadır.”[9] “Bir kimse günde yüz defa subhânellâhi ve bihamdihî derse, günahları denizköpüğü kadar bile olsa affedilir.”[10]
Bunun yanında onun yemekte, elbise giyerken, eve girerken, camiye girerken ve çıkarken, helâya girerken ve çıkarken de dâhil olmak üzere hayatının her diliminde yaptığı ve Allah’ı hatırladığı duâları vardır. Bunları hayatımızın bir parçası haline getirmek güzel olur.
Konumuzun başındaki hadis bize insanın hem kendi başına hem de Müslümanlarla birlikte Allah’ı anması gerektiğini göstermektedir. Allah’ı insanlarla birlikte anmak için ise beraber olduğumuz kişilerin Allah’ı anan insanlar olmaları gerekir. Bu durum bize camiye ve cemâate gitmenin önemini göstermektedir. Çünkü Müslümanların bir araya gelip Rablerine topluca ibâdet ettikleri en kalabalık anlar camilerde cemâatle namaz kılınan vakitlerdir. O yüzden namaz esnâsındaki, namaz öncesi ve sonrasındaki tesbîhât çok değerlidir. Bunun yanında mü’minlerle bir evde veya başka bir mekânda toplanarak Kur’an ve dinî kitaplar okuyarak, tesbîhâtta bulunarak da Rabb’imizi anarız.
Birlikte yapılan ibâdetlerin lezzeti hiçbir şekilde yalnız yapılanlara benzemez. Çünkü içimizdeki samîmî bir insanın hali hepimizi kuşatır ve bizler de gözyaşlarımızı dökmeye başlarız. Bunun yanında cemâatle yapılan ibâdetler ve zikirler, herkesin birbirini etkilemesi ve oluşan mânevî atmosfer sebebiyle daha içten yapılır. Zikrin insanı makbûl eyleyip, irfân ehli kıldığını Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle dillendirir:
Ey abd-i makbûl dönme sağ u sol
Budur doğru yol Hakk’ı zikr eyle
Murâdın irfân edesin iz‘ân
Ey sevgili cân Hakk’ı zikr eyle
Bu hadis bize bir şeyi daha öğretiyor: O da Müslümanlardan ayrı düşmemek gerektiği. Kendi başımıza kalmamak icap ettiği. Unutmayalım ki, Allah Rasûlü hiç kimseyi kendi hâline bırakmıyordu. Mescide gelmediğini fark ettiği insanların durumlarını soruyor, hasta olmaları durumunda ziyâretlerine gidiyordu. Çünkü İslâm bir cemâat dinidir.
O yüzden öncelikle camiden kopmadan bizi diri tutacak Müslüman kardeşliğine çok ihtiyacımız var. Hele de içinde bulunduğumuz zamanda kardeş birliktelikleri çok daha fazla önem arz etmektedir. İslâm garipleştiği için mü’minler birbirleriyle dayanışma içerisinde olmaya muhtaçtırlar. Ayrıca bunun mânevî motivasyon yanında dünyevî açıdan da dayanışma sağladığını, her derdimizde koşacak insanlar bulmamıza vesîle olduğunu unutmayalım.
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM, Ankara Üniversitesi
[1] Buhârî, rakam: 7405; İbn Balaban, İhsân, rakam: 812.
[2] Buhârî, 14-5.
[3] 39/Zumer, 53.
[4] Buhârî, 5673.
[5] 40/Mu’min, 60.
[6] 50/Kâf, 16.
[7] Bkz. Muslim, Zikr, 2704.
[8] Ebû Davud, 5068.
[9] İbn Mâce, 3868.
[10] İbn Mâce, 3812.
Enbiya YILDIRIM
YazarBazen öyle daralır, öyle sıkışırız ki; sığınacak, derdimizi dökecek ve gözyaşlarımızı yanında rahatça akıtacağımız biri ararız. Böylesi durumlarda en rahat sığınacağımız, sıkıntımızı rahatça arz edebi...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
İslâm diniyle özellikle de onun ibâdet boyutuyla ilgili meselelerde konuşacak olanların, bu alanda konuşmayı hak eden ehil zevât olması gerekir. Çünkü din birilerinin düşünmeden, araştırma yapmadan fi...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
"Rıfk ile nabzını tut eyle tebessümle nigâhBârid etvarın ile hâl-i dilin etme tebâh Nâgehan ahî olup, vâsıl-ı dergâh-ı ilâh Belki Allah yaratır çaresizin çâresini"İnsanlar hayatlarının bir döneminde h...
Yazar: Vedat Ali TOK
Ergenler, dünyayı yetişkinlere göre çok farklı algılar ve çok farklı tepki verirler. Onların hayata baktıkları pencere, bir yetişkinin penceresinden çok farklıdır. Örneğin, babasının o gün herhangi fa...
Yazar: Selçuk ALKAN