Akşemseddin Hazretleri’nin Tasavvuf Yolculuğu
Tasavvuf tarihindeki üç büyük “Şems”ten biri olarak anılan ve asıl adı Muhammed bin Hamza olan Akşemsedin 1390’da Şam’da doğdu. Soyu Sıddık-ı Azam’a ve Şihabuddin Sühreverdi’ye dayanmaktadır. Küçük yaşlarda babası Şeyh Hamza ile birlikte o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleşen Akşemseddin yedi yaşındayken hafızlığını ikmal etti. Gençlik döneminde medrese tahsilini de ikmal eyledikten sonra Çorum’un Osmancık ilçesindeki medreseye müderris olarak atandı.
Talebelik ve müderrislik hayatı esnasında klasik İslâmî ilimlerin yanı sıra Sokrat, Aristo ve Eflatun gibi eski Yunan filozoflarının eserlerini okuyan Akşemseddin, Hipokrat’ın da eserlerini tetkik etti. İlmî çalışmalarına daha çok tıp alanında ağırlık verdi. Hastalıkları doğru teşhis etmesiyle tanınan bir üstat olduğu için halk arasında Lokman-ı Sani olarak anıldı. Tarihte ilk defa mikroptan bahseden kitap olma özelliğini taşıyan Maddetü’l-Hayat’ı kaleme aldı.
Müderrisliğe yeni başladığı dönemlerde tasavvufî bir arayış içine giren Akşemseddin her ne kadar kendisi de iyi bir tabip olsa da insanın bir gönül tabibine ihtiyacı olduğunu düşündü. Onu bulabilmek için de Fars ve Maveraünnehir iklimlerini dolaştı. Tam olarak müteselli olamadan, aklında birçok soru işaretiyle Anadolu’ya geri döndü.
Döndüğünde kafasında, intisap etmek üzere düşündüğü iki şeyh efendi vardı. Bunlardan birisi Ankara’da tarikatını yayan eski müderris Hacı Bayram-ı Velî diğeri ise Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin Hafi idi.
İlk olarak Ankara’ya giden Akşemseddin bu ziyareti esnasında Hacı Bayram-ı Velî’nin çalgı aleti çalan dervişleri ile birlikte esnaftan hayır işleri için yardım topladığını gördü. Bu manzara karşısında bir tereddüt geçiren Akşemseddin medrese görmüş bir müderrisin, bir ilim adamının bu şekilde halka avuç açmasını yadırgadı. Aklı havsalası bunu bir türlü kabul etmedi. Oysa Hacı Bayram-ı Velî’nin bu şekilde para toplamaktan maksadı; fakirlere hayır etmek, dervişlerinin de kibrini kırmaktı.
Aradığını bu kapıda bulamayacağını düşünerek Zeynüddin Hafi’yi ziyaret etmek üzere Halep’e doğru yola çıktı. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Halep’e yakın bir handa konakladı. O gece rüyasında boynuna takılan bir zincirle sürüklendiğini, zincirin uçunun da Hacı Bayram-ı Velî tarafından çekildiğini gördü. Rüyanın tesiri ile Halep’teki zatı görmekten vazgeçerek Ankara’ya geri dönmeye karar verdi.
Teslimiyet
Yolda bu güzel mürşidin aşkı iyiden iyiye yüreğine düşmüştü. Bir an önce onu görebilmek ve eşiğine yüz sürebilmek için can attı. Fakat bakalım bu dergâha kabul edilecek miydi? Kabul edilse bile bu kutlu kapıya layık olabilecek miydi? Kafasında bu tür sorular dönüp dolaşırken o mürşidinin huzuruna bu sefer bir teslimiyet haliyle gitmeye kararlıydı. Zira hastanın ameliyat masasına yatması için önce doktoruna teslim olması lazımdı.
Onun bu teslimiyet haline kavuşmasında gördüğü rüyanın büyük etkisi olmuştu. Nasıl etkilenmesindi. Rüyayı gördüğü gecenin sabahında boynunda zincir izi duruyordu. Ona bakıp hayrete düşüyor ve bu izin kendisi için bir işaret olduğunu düşünüyordu.
Bütün bu yaşananlar olmasaydı, yani Ankara’dan Halep’e doğru o uzun yolculuğu yapmasaydı ve orada o tesirli rüyayı görmeseydi belki de mürşidine bu derece bağlanamayacaktı. Allahu âlem onun Halep’e kadar gittikten sonra Hacı Bayram-ı Velî’nin zinciriyle çekilmesi onun bu yolda daha sağlam durabilmesi içindi. Zira bidayette mürşidin kerameti salikin bağlılığını artırırdı.
Kader onu Somuncu Baba ve Hacı Bayram-ı Velî gibi âlim ve arif zatların bulunduğu altın silsileye kutlu bir halka yapacaktı. Yaşanılanların tamamı belki de bu ağır vazifeye bir hazırlıktı. Kaderin tecellisine bakın ki mürşidi Hacı Bayram-ı Velî de, onun mürşidi Somuncu Baba da kendisi gibi medrese kökenliydi. Belki de bu güzel silsilenin Anadolu’ya kök salmasında, halkaları oluşturan mürşid-i kâmillerin ilim sahibi olmasının etkisi büyüktü. Zira ilmin olduğu yerde, hikmet olurdu, rahmet olurdu, bereket olurdu...
Burçak Tarlası
Akşemseddin büyük bir heyecan hâli ile Ankara’ya ulaştığında Hacı Bayram-ı Velî’nin huzuruna çıkmak için zahirini batını temizleyip maddî ve manevî hazırlıklar yaptı. Dergâha vardığında oradaki bir dervişten Hazret’in orada olmadığını ve diğer dervişlerle birlikte tarlada olduğunu öğrendi.
Tarlaya gittiğinde onu da diğer dervişlerle birlikte çalışırken gördü. Sessizce yanlarına yaklaştı ve onlarla birlikte çalışmaya koyuldu. Öğle vakti geldiğinde yemek için dervişlerle sofraya oturan Hacı Bayram-ı Velî, onu görmezden geldi ve onunla hiç ilgilenmedi.
Belki ona sarılıp “Hoş geldin, sefalar getirdin.” demek istiyordu ama mürşidin işi talibe ders vermek olduğundan ona ilk dersi vermek için böyle davranıyordu. Belki de ağırlanma arzusuyla bu dergâha gelenlerin buradan feyiz alamayacağını, ancak nefsini aşağıda gören kimselerin buradan nasip alabileceğini ona hissettirmek istiyordu.
Oradaki dervişler de edeplerinden dolayı mürşidlerinden bir talimat almadıkları için Akşemseddin’i sofraya davet etmemişlerdi. Ham bir kimse için tam da gücenilecek küsülecek bir ortamdı. Fakat Akşemseddin bu sefer bir önceki gelişindeki gibi değildi, bu sefer nefsini ayaklarının altına alarak gelmişti. Mürşidinin cemaline de celaline de razıydı.
Bu arada köpeklerin kaplarına da yemekler konulmuştu. Bir köşede garip kalan Akşemseddin kendisini sofraya çağırmayan bu zata gücenmek yerine, kendisini bu sofrada oturmaya layık görmeyerek köpeklerin yanına diz çöktü. Koskoca bir müderristi ve nefsi ona sürekli bunu hatırlatıyordu. Nefsinin sesini kesebilmek için köpeklerin kabından yemekte beis görmedi.
Akşemseddin tam elini yemeğe atacakken, Hacı Bayram-ı Velî buna dayanamayıp onu hemen sofrasına çağırdı. Sonra gülümseyerek ona şöyle dedi; “Zincirle gelen misafirin ağırlanması işte böyle olur.”
Seyr-i Süluk
O günden sonra dergâha kabul edilen Akşemseddin’e, türlü türlü ibadet, riyazet ve mücahede ettirildi. Ondan önce gelip aynı ocakta seyr-i sülukta bulunanlara oranla ona çok sıkı bir seyr-i süluk tatbik ettirildi. Öyle ki yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir şey verilmedi.
Bugünkü Hacı Bayram Camii’nin bodrumundaki çilehanede ağır ve titiz bir çile döneminden sonra kısa zamanda irşad makamına yükseldi. Çile esnasında saçı sakalı ağardığı için üstadı tarafından kendisine Akşemseddin ismi verildi.
Bu arada onun bu kadar kısa bir sürede hilafet almasına şaşıran eski dervişler bunun hikmetini Hacı Bayram-ı Velî’ye sordular. O da onlara Akşemseddin’in kendinden ne duydu ise inandığını ve bu yola tam teslim olduğunu, diğer dervişlerin ise eski olmalarına rağmen teslimiyette onun derecesine yükselemediklerini söyledi.
Vazifeyi üstadından devralan Akşemseddin önce Beypazarı’na gidip orada bir mescid ve değirmen inşa ettirdi. Sonra Çorum’un İskilip ilçesinin Evlek köyüne yerleşti. Orada da bir mescit ve bir değirmen inşa ettirdi. Oradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da bir mescit ve değirmen inşa ettirdi.[1]
Hayatının sonuna kadar Göynük’te kalan Akşemsedin 1430 yılında üstadı Hacı Bayram-ı Velî vefat edince, Ankara’ya gitti ve vasiyeti üzerine cenaze namazını kıldırdı. Sonra tekrar Göynük’e geri döndü.
Bir ara hac vazifesini eda ettikten sonra Göynük’te tasavvufî ve ilmî hizmetlerine devam etti. Bir taraftan dervişlerinin manevî eğitimi ile ilgilenirken diğer taraftan dinî ve tasavvufî konularda birbirinden kıymetli eserler telif etti. Şöhreti sebebiyle hakkında dedikodular çıkartılan üstadı Hacı Bayram-ı Velî’yi savunmak amacıyla Risaletü’n-Nuriye adlı eserini, İbni Arabî’yi küfür ve ilhatla suçlayanlara cevap olarak da Def’u Metain adlı eserini kaleme aldı.
Büyük mânâ padişahı Akşemseddin bugün bizim için sahih tasavvufî çizgiyi temsil etmesi bakımından önemli bir şahsiyettir. Gerçek inciyi arayanlar için bu zatın hayatı ve görüşleri bulunmaz bir nimet ve değerli bir hazinedir. Tasavvuf büyükleri tarikatların sahih oluşunun kıstası olarak şeriata bağlılığı esas alırlar.
Akşemseddin de diğer bütün tasavvuf büyükleri gibi şeriata bağlılık konusunda asla zaaf göstermemiştir. İslâmiyet’in özünü ve tasavvufun esaslarını anlattığı eserlerinde, sûfilerin ilk olarak şirkten uzak olmaları gerektiğini, şeriata göre amel etmeleri gerektiğini bunu yaparken de riyadan kurtulmak için tövbe etmeleri gerektiğini söyler. Melami geleneğinden gelmesi itibari ile riya konusunda özel bir hassasiyet gösterir. Hayatı boyunca şöhretten uzak durur ve dervişlerine de şiddetle bunu tavsiye eder.
[1] Bkz, Gölcük, Şerafettin, Akşemseddin, SUİLH Dergi.
Aydın BAŞAR
Yazar1. Aşkın yakıp eyledi nâr cümle işimi kıldı zârGitdi kamu nâmûs u âr ey yâr-ı sâdık yâr yâr2. Gönlüm sana hayrânedir dîdelerim giryânedirBu cân dahi kurbânedir ey yâr-ı sâdık yâr yâr3. Bî-çâre kıldın ...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Cerrahî alanına getirdiği yeniliklerle tanınan Endülüslü tıp bilgini Zehravî’nin, tam ismi Ebul-Kasım Halef b. Abbas ez-Zehravî’dir. Zehravî’nin, 936-1013 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. En...
Yazar: Resul KESENCELİ
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bir sünnetini ihya etmek bazen çok güzel hayırlara vesile olabiliyor. Bilindiği gibi ziyaretleşmek hem güzel bir sünnet hem de bereketli bir geleneğimizdir. Sünnete itt...
Yazar: Aydın BAŞAR
İslâm hukukunun birinci kaynağı olarak Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, ikinci kaynağı olarak ise Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti görülmektedir. Kur’an ve sünnet gibi iki temiz kaynaktan beslen...
Yazar: Musa TEKTAŞ