Yüce Allah’ın Varlığının Şâhitleri
Hicret günleri… Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.) Medîne’ye yeni gelmişti. Şamlı Yahudi din adamlarından olan iki haham da Medîne’ye gelmişlerdi. Medîne’yi gördüklerinde biri arkadaşına, “Bu şehir âhir zamanda ortaya çıkacak olan Nebî’nin şehrine ne kadar da çok benziyor?” demişti. Daha sonra Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzûruna çıktıklarında onu bilinen sıfat ve güzellikleriyle tanıdılar.
Kendilerine, “Sen Muhammed misin?” dediler. O da, “Evet.” buyurdu. Yine onlar, “Sen Ahmed misin?” dediler. O da, “Evet.” buyurdu. Yahudi din adamları, “Sana bir şâhitliği soracağız. Şâyet o şâhitliği sen bize haber verirsen, sana iman edeceğiz ve seni tasdîk edeceğiz.” dediler. Rasûlullah (s.a.v.) onlara, “Bana sorun.” buyurdu. Onlar da, “Bize Allah’ın kitabında bulunan en büyük şâhitliği haber ver.” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah (c.c), “Allah, melekler ve ilim adamları, O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[1] âyetini indirdi. Bu iki kişi de derhal Müslüman oldular ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu tasdik ettiler.[2]
İnsanlarda Allah inancı doğuştandır. Her insanda potansiyel olarak yüce bir varlığa bağlanma duygusu vardır. İnsanlar dünyaya Allah’ın varlığını kabul etme yeteneğiyle gelirler. Yok olmaz ama çocukluk çağından itibaren bu inanç sağlam bir Allah anlayışıyla geliştirilmezse; muhit, çevre, nefs-i emmâre ve eğitim yoluyla üzeri örtülebilir.
İman, ortamını bulduğu anda münteşir hale gelebilir. İşte Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanan insanlar, her dönemde tanrıtanımaz (ateist) düşüncelere karşı Allah’ın varlığını kanıtlama delilleri geliştirmişlerdir. Aklî deliller mutlak anlamda matematiksel deliller değildir. Çünkü duyu ötesi bir varlıktan söz ediyoruz. Ancak bu deliller, Allah’ın varlığını gösterme açısından son derece etkili ve iknâ edici özellikler taşır. Bu delillerin bir kısmı fıtrat, bir kısmı da yaratılıştan hareketle geliştirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de beyan edildiği gibi, bakmasını bilenler için tabiatta ve insanın yaratılışında Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koyan deliller vardır.[3] Tabiatta bulunan hiçbir varlık ve insan türü, tıpkı birbirinin aynısı değildir. Hepsi biriciktir. İslâm inancına göre Yüce Allah birdir/ehaddir, yegâneciktir. O, ehadiyet damgasını bütün varlığa vurmuştur. Canlı-cansız varlıkların DNA’sı genetik şifresi birbirinin aynısı değildir. Bütün bunlar, bir tesâdüfün eseri değil, tevâfuktur. Her bir varlıkta Allah’ın varlığının ve birliğinin izi vardır.
Rabb’imizin varlığını anlatmada en önemli delillerden birisi varlıkta uyumdur. Kur’an’a göre tabiatta bulunan her şey, gelişigüzel değil, bir yasaya ve ölçülülüğe göre yaratılmıştır. Bu konuda, “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”[4] ve “O’nun katında her şey ölçü iledir.”[5] âyetleri buna delildir. Bu âyetlerden yola çıkan İslâm bilginleri insanların organlarıyla tabiatta bulunan varlıklar arasında uyumluluğun varlığını dile getirmişlerdir.
Eşyâyı algılamada insanın duyu organlarından olan göz ve kulak, âlemdeki ay ve güneş; damarları, nehirler; ciğeri, nehirlerin çıktığı pınarlar; mesânesi, nehirlerin döküldüğü deniz; kemik sistemi, yeryüzünde denge unsuru olan dağlar konumundadır. İnsan, büyük âlemle birlikte sonradan var edilen bir varlık olup, tek bir yaratıcının eseridir.[6] O hâlde, âlemdeki bu kozmik düzen, hakîm Yaratıcı’nın hikmetine kanıttan başka bir şey olamaz.
İlim Adamları Yüce Allah’ın Varlığını ve Birliğini Tasdik Etmişlerdir
Yaratılışta tesâdüfe yer yoktur. Orada, çok mükemmel bir düzen ve uyum vardır. Evrende görülen bu büyüleyici nizam, ölçü ve plan her şeyi yaratan, büyüten, besleyen ve idare eden bir varlığa işaret eder. İşte varlıktaki bu muhteşem düzenlilikle ve ilâhî yazılımla yüzleşen, onunla içli dışlı olan, ondan duygulanan ve eşyânın ince bir ahenk içerisinde yaratılmış olduğunu hisseden gönül sahipleri gerçekleri idrâk eder. Bu çizginin ötesine geçerek ilmi her şeyi kuşatan Rabb’imizi takdir eder. Nasıl takdir etmesin ki?
Meselâ, modern bilime göre güneş ile dünya arasındaki mesâfe 149 milyon km’dir. Canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için en uygun mesâfe budur. Çünkü bu mesâfenin bundan biraz daha az olması kavurucu bir sıcağın ortaya çıkmasına, çok olması da dondurucu bir soğuğun meydana gelmesine sebep olacaktır. Dünya ile ay arasındaki uzaklık da 380 bin km’dir. Bu mesâfenin değişmesi de, med-cezir dalgalarının dünyayı kaplamasına yol açacaktır. Dolayısıyla binlerce ihtimal içinde bu mesâfelerin seçilmiş olması kâinatta bir nizam veren nazzâmın olduğunu bize göstermektedir.[7]
Öte yandan gökyüzü ile yeryüzü arasında uyumlulukla birlikte ciddî bir yardımlaşmadan da söz edebiliriz. Meselâ, gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne verdikleri ışık ve sıcaklık; bulut ve su arasında ciddî yardımlaşmalar vardır. Yeryüzü suyu buhar şeklinde buluta gönderir, bulut da bir takım kimyasal oluşumlardan sonra; buz, kar ve yağmur şeklinde sonuçları yeryüzüne iâde eder.
Kozmik sistemdeki şu yardımlaşma kanununa göre güneş ve ay, gece ve gündüz, yaz ve kış yaptığı bir takım yardımlar sayesinde bitkiler kanalıyla canlı varlıkların rızkı teşekkül eder. Hayvanlar da Allah’ın emri ile insanların et, süt, kürk, yük vb. gibi ihtiyaçlarını karşılar. Hayvânî ve nebâtî olan gıda maddelerinin bir nev’i yeryüzü ve gökyüzünün izdivâcından tevellüt ettiklerini bile söyleyebiliriz. Bütün bunlar Allah’ın hikmetlerine ait olan güzellik tablolarından sadece bir kesittir.[8]
İnsanı çevreleyen varlık gibi bizzat insanın kendisi de Yüce Yaratan’ın varlığına delildir: “O, sizi (önce) topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra alakadan yaratandır.”[9] Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva’yı eşeysiz olarak topraktan yaratmıştır. İnsanın yaratılış mayası, özü (nefs-i vâhide) topraktır.
Onların neslinden gelenler ise eşeyli olarak yaratılmışlardır. Dolayısıyla insan nutfeden, nutfe ise kandan yaratılmıştır. Kan, yediğimiz besin maddelerinden oluşur. Besin maddeleri ise, ya hayvânî ya da bitkiseldir. Bitkilerse, toprak ve sudan yaratılmıştır. Nihâyetinde toprak nutfeye, sonra da alakaya dönüşür. Böylece alaka, anne karnından ayrılıncaya kadar birçok dönemlerden geçer.[10] Toprakta bulunan bütün elementlerin insanda da bulunması çok anlamlıdır. Bütün bunlar, ilâhî yazılımın birer belgesidir. Varlıkta gelişi güzel dizayn edilmiş hiçbir şey yoktur.
İmam-ı Gazalî ise, insandan Yüce Allah’a giderek O’nun varlığını resim ve ressam örneğiyle anlatır. Bir kimse bir duvarda güzel bir resim görse bunu yapan ressamın ustalığına, hünerine hayran kalır. Onu, öve öve bitiremez. Hâlbuki bir damla sudan, vücudun içinde ve dışında bu hârika inceliklerin meydana gelmesi ne kalem ne de bir (insan) ressamın işidir. Bunları görüp de şaşmamak ahmaklık olduğunu söyleyerek Allah’ın gücüne ve O’nun tekvin sıfatının tecellîsine işaret eder.[11]
Kelam âlimlerinin Yüce Allah’ın varlığını ispatlamada kullandıkları kıyasa dayalı deliller arasında olgular âleminden hareketle duyu ötesi âlemin bilgisine ulaşma yöntemi de vardır. Bu bir nevi bilinenin bilgisinden bilinmeyenin bilgisine ulaşma çabasıdır.
Meselâ, insanın yaratılışını ele alalım. Başlangıçta insan, küçük bir meni parçası idi. Daha sonra pıhtılaşmış bir madde oldu. Sonra ondan et, kan ve kemik türedi. En sonra da insan oldu. İnsanda olgunluğa doğru olan bu değişmeleri yapan bizzat insanın kendisi değildir. Çünkü biz insanı, kuvvetinin zirvesinde ve aklının olgunluk durumunda iken bile, kendi kendine ne bir işitme ve ne bir görme duyusunu ve ne de bir başka organı yaratmaktan âciz olduğunu görüyoruz.
İşte bu, kendisinin za’fiyet/noksan durumunda iken böyle bir şeyi yapmaktan daha âciz olduğunu gösterir. Zira insan, nâkıs olduğu dönemde yapabildiğini kemal hâlinde yapmaya daha da güç yetirebilir. Aynı şekilde, kemal hâlinde yapmaktan âciz olduğu bir şeyi noksanlık hâlinde yapmaktan daha da âciz olduğu meydandadır. Yine biz insanın serüvenini; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık aşamalarında görüyoruz.
Bundan da anlıyoruz ki, insan, kendi kendine gençlik durumundan yaşlılık ve ihtiyarlık durumuna özgür iradesiyle geçmemiştir. Zira insan, kendisinden ihtiyarlık ve yaşlılığı uzaklaştırmaya ve kendisini tekrar gençlik çağına döndürmeye bütün gayreti ile çalışsa da güç yetiremez. O hâlde insandaki bedenî olgunluğa doğru olan değişmelerin sebebi, bizzat insanın kendisi olamaz. İlk tohumu yaratan da insan değildir. O halde onu yaratan ve hâlden hale değiştiren irâde eden bir sebep vardır ki, bu da Allah’tır.[12]
Ayrıca İslâm kelam âlimleri Yüce Allah’ın varlığını “kumaş ve binâ örneğiyle” de anlatırlar. Nasıl ki pamuğun kendi kendine dokumacısız ve müdebbirsiz olarak pamukluktan eğrilmiş ipliğe, daha sonra iplikten dokunmuş elbiseye dönüşmesi mümkün değilse, aynı şekilde, içinde yapılı sarayları bulunmayan bir çöle açılan kişi, orada ustasız ve mimarsız olarak, çamurun kendiliğinden kiremite dönüşmesini, kiremitlerin de birbirleri ile kenetlenerek binâ hâline gelmesini bekleyemez. Eğer beklerse, akıl dâiresinin dışına çıkmış, bilgisiz ve câhil olur. Şu hâlde, akıl ve insaf dâiresinin dışına çıkmayan bir kimse, insanı zâhir ve bâtın güzellikleriyle yaratan bir varlığa inanır.[13] İnsan dâhil bütün yaratılışta görülen sanat eserleri, Âlim ve Sâni-i Mutlak olan İlâhi Zât’ın eseridir.[14]
Prof.Dr. Ramazan Altıntaş
Kaynaklar:
[1] 3/Âl-i İmran 18.
[2] Vâhıdî, Esbâb-ı Nüzûl, s. 98.
[3] Bkz. 51/Zâriyat 20-21.
[4] 54/Kamer 49
[5] 13/Ra’d 8.
[6] Bkz. Abdülkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-din, İstanbul, 1928, s. 35.
[7] Bkz. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, İzmir, 1985, s. 183-87.
[8] İbn Rüşd, el-Keşf an Menâhici’l-Edille, haz. Süleyman Uludağ (Felsefe- Din İlişkileri içinde), İstanbul, 1985, s.333-334.
[9]40/ Mü’min 40/67.
[10] Bkz. Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l- Gayb, Beyrut, 1990, XXVII, s.74.
[11] Gazzâlî, Kimyâ-i Seâdet, çev. Faruk Meyan, İstanbul, 1975, s.721.
[12] Ebu’l-Hasan Eş'arî, Kitâbu'l-Luma’, Kahir, 1955, s.18-19.
[13] Eş’arî, a.g.e., s.19.
[14] Bkz. Ramazan Altıntaş, Sana İtikattan Soruyorlar, İstanbul: Kitaparası, 2020, 23-27.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazarİslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Vakıf, Arapça bir kelime olup, “durmak, durdurmak ve haps etmek” gibi anlamlara gelir.[1] Istılâhta ise, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, “ayn”ını Allah’ın mülkü hükmünde, temlik ve temell...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm; din, can, mal, akıl ve nesil güvenliğinin korunmasına büyük önem vermiştir. Bu beş temel değerin korunması, insana saygının bir gereğidir. İşte bu beş maslahattan birisi yaşama hakk...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Edirne'nin Gözbebeği: Sultan II. Bâyezîd Camii ve KülliyesiSerhat şehrimiz olan Edirne’nin, Mimar Sinan'ın ustalık eseri olarak nitelenen Selimiye Camii’nden sonraki en büyük tarihî ve mimarî binası o...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ