İnsanda Büyüklük Tutkusu ve Sebepleri
İslâm’ın Mekke dönemi…
İslâm’ın gizli davet merhalesi, Peygamberimiz’e Hira Mağarası’nda ilk vahyin gelişiyle birlikte başlamış, peygamberlikten üç yıl sonra, “En yakın akrabalarını uyar.”[1] ve “Emrolunduğun şeyi açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”[2] âyetlerinin inişine kadar devam etmiştir. Böylece davet, Yüce Allah’ın emriyle alenî hâle dönüştürülmüştür. Artık Rasûlullah’ın çağrısı bütün Mekke evlerinde yankılanmaya başlamış ve İslâm’ın konuşulmadığı ev kalmamıştı.
Mekke’nin gündeminde İslâm, Müslümanlar ve onlara önderlik yapan Hz. Peygamber (s.a.v.) vardı. Mekkeliler tarafından Hz. Muhammed (s.a.v.)’ın faaliyetleri adım adım takip ediliyordu. Onları etkileyen en önemli olaylar arasında Kur’an tilâveti geliyordu. Müşrikler sağdan soldan gruplar hâlinde gelerek Kur’an okuyan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bulunduğu ortamlara gelerek boyunlarını uzatır, gözlerini alçaltarak, korku ve ıstırap içinde ona doğru koşarlar, etrafını sararlar ve onun içten okuduğu Kur’an’ı dinlerlerdi.
Kur’an’ın hem i’câz yönünü kavrayan ve hem de derin mânâsını anlayan müşrikler bu dinlemeleri sonunda sakinleşir ve huzur da duyarlardı. Bu hâl kısa sürer, âdetâ inâdî küfürleri yeniden depreşir, tekrar eski hallerine döner, Kur’an’ın mü’minlere cenneti müjdelemesini, inkârcıları da cehennem azâbı ile uyarmasını işitince başlarını öne eğip Kur’an’la alay ederek şöyle derlerdi:
“Eğer Muhammed’e tâbi olan şu kimseler bu tasvir edilen cennetlere gidecek olurlarsa, onlardan önce bizim bu cennetlere girmemiz gerekir. Çünkü Arapların eşrâfı ve efendileri bizleriz. Bunlar bizim hizmetçilerimiz ve kölelerimizdir.” Büyüklük hisleriyle mü’minleri küçümseyen, cenneti bile kendi tekellerinde gören müşriklerin ruh hallerini şu âyetler çok güzel ve çarpıcı bir biçimde dile getirir:
“O inkârcılara ne oluyor ki (inkâr veya alay etmek için) grup grup sağdan soldan sana doğru koşuyorlar.”[3]
“Üstelik bir de onlardan her biri nimetler cennetine yerleştirileceğini mi umuyor?”[4]
Görüldüğü gibi bu âyetler onların belirtilen davranışlarındaki çelişkili hallerine, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i yalancılıkla suçladıkları hâlde cennete girmeyi istemelerinin ne kadar tutarsız olduğuna işaret etmektedir. Onlar Yüce İslâm Peygamberi Muhammed (s.a.v.) ile alay edince Yüce Allah da, “Aslâ! (Öyle şey yok. Onlar aldatıcı sondan kurtulamazlar.) Biz onları şu bildikleri şeyden yaratmışızdır.”[5] buyurmak suretiyle insanın kendisine önemsiz gibi gelen spermden yaratıldığına işaret eder; bu da onun gururlanacak bir varlık olmadığını, dolayısıyla müşriklerin kendilerini üstün görüp mü’minleri küçümsemelerinin anlamsız olduğunu gösterir.
“Biz onları şu bildikleri şeyden yaratmışızdır.” âyetinin iki mânâsı olabilir. Eğer önceki konuyla irtibatlı olarak düşünürsek anlamı, “Biz bunları da aynı maddeden yarattık, bu yüzden insanlar aynıdır. Ama cennete girmek için yalnızca bu madde bir ölçü olsaydı, o zaman iyi ve kötü, zâlim ve âdil, suçlu ve suçsuz hepsinin cennete girmesi gerekirdi. Azıcık bir aklı olan bile, cennete girebilmesi için diğer özellikleri hiç dikkate alınmadan yalnızca bu ölçünün kullanılamayacağını bilir.”
Diğer yandan eğer bu âyeti, bir sonraki konunun mukaddimesi olarak düşünürsek bu sefer mânâsı, “Bunlar kendilerini, bizim azâbımızdan korunmuş hissediyor, onları azâbımızla korkutan kişiyi de alaya alıyorlar. Oysaki biz dünyada da onlara istediğimiz zaman azap verebilir, ölümden sonra da istediğimiz zaman diriltebiliriz. Kendileri de biliyorlar ki, biz onları bir nutfeden, bir su damlasından yarattık ve sonra insan haline getirdik. Şâyet kendi yaratılışları üzerinde bir nebzecik düşünselerdi, kendilerinin bizim kontrolümüz dışında olduğu ve onları tekrar diriltmeye muktedir olmadığımız şeklinde düşünce hatâlarına düşmezlerdi.”[6]
Acaba müşrikleri, mü’minler karşısında cenneti bile tekellerine alma cür’etinde bulunarak büyüklük taslamaya götüren sebepler neler olabilirdi? Kur’an’da müşriklerin ‘varlıklı olmayı’ seçkinci olmanın bir göstergesi olarak gördüklerine işaret edilir. Onlara göre servet sahibi olmak, sosyal bir statü sebebidir. Bu duygu onlarda dünyevîleşmeyi artırmış, Allah’a rağmen yaşamanın kapılarını açmıştır.
Kehf Suresi’nin 32’den 36. âyete kadar geçen âyetler grubunda bu durum çok güzel analiz edilir. Allah’ın yerine serveti koyan, sahip olduğu servetin kendilerinde ebedîlik düşüncesi meydana getiren bu müstekbir kesim, hem yaşama biçimleriyle ve hem de sözleriyle; kıyâmeti, ölüm ötesi hayatı ve nübüvveti inkâr ediyorlardı. Buna rağmen kendilerini seçkinci gören bu zümre, halkın irâde beyanına dayalı inanç hayatını seçme tercihini bile kendi tekellerinde görüyor, ölüm ötesi hayata inanmadıkları halde cennet hayatına bile hükmetmeye çalışıyorlardı. Çünkü müstekbirlerin egemen olduğu bir ülkede, ifade ve inanç hürriyeti yoktur.
“Müstekbirûn” sınıfının temel silahı, mevcut statükoyu koruma adına, her türlü -ister sosyal isterse dinî olsun- değişime karşı çıkmaktır. Nitekim Mekke’de İslâm’ın ilk yıllarında bir avuç iktidar seçkini, yeni daveti sevimsiz göstermek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve ilk bağlılara, haklarında olmadık yalanlar uydurarak karşı koymuşlardır. İnananlara, bir tür mahalle baskısı uygulamak için, toplumu, topyekûn direnişe çağırmışlardır: “Onlardan ileri gelenler: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur’an aramızdan ona mı indirildi?’ diyerek kalkıp yürüdüler.”[7]
Kaldı ki, yeni davet/İslâm, toplumu, siyâsî nüfuz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak sosyal adâletin yüksekliğini, birinin diğerine renk, servet ve makam açısından farklılığının olmadığını, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceğini göstermeyi ve insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
Müstekbirûn için hak dava, yerel ve küresel adâlet, hakkâniyet, dürüstlük gibi temel ahlâkî değerler söz konusu değildir. Onlar, totaliter düzenlerini sürdürmek için adâleti toplum kesimlerinin bütün alanlarına yaymak ve insanca bir düzen kurmak yolunda çaba sarf edenlerin yolunu kesmek adına her türlü yalan, dolan, haksızlık, iftira gibi değersizlikleri tedâvüle sürmekten aslâ çekinmemişlerdir. Çünkü onlar kendilerini bir tür merkez görürler, çevrenin merkeze yürüyüşüne tahammül edemezler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke’de ilk defa insanları Hak dine çağırmak için çıktığında toplumun ileri gelen müstekbirleri şöyle meydan okumuştu: “Çünkü onlar, kendilerine, ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ denildiği zaman inanmayıp büyüklük taslıyorlardı. ‘Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?’ diyorlardı.”[8] Müşriklerin aslında bu itirazları Rasûl’ün şahsiyetine yönelik değil, Risâlet’in mâhiyetine yönelttikleri bir itirazdır. Nitekim Mekke oligarşisinin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, “Biz seni yalanlamıyoruz, getirdiklerini tekzip ediyoruz. Sen bizim nazarımızda emîn kişisin. Ne var ki biz sana uyarsak, yerimizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı sana inanmıyoruz.” demişti.[9]
Sonuç
Müstekbirlik, Allah’a rağmen yaşama talebinin adı, istikbâr ise; birey, toplum ya da iktidar seçkinlerinin zayıf bırakılmışlar karşısında kendilerini seçkin ve üstün görme duygusudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kazanırlar. Kendilerini başta Allah olmak üzere, her türlü varlıklardan üstün gördükleri için toplum üzerinde siyâsî, hukûkî, dinî, fikrî, harsî ve iktisâdî alanda tahakküm kurarlar. Bir tür toplumu köleleştirirler.
Kur’an’ın anlattığı istikbâr yüklü müstekbirlik hâli, salt tarihsel bir durum değil, evrensel bir tutumdur. Bu sebeple tarihte yaşananlardan ibret almalı, ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçirerek istikbâra yol açacak hâllerden arındırmalıyız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün dışında bütün büyük olma durumlarının izâfî olduğunu bilelim ve ‘takvâ’yı merkeze alan bir yaşama alanı oluşturmanın mücâdelesini verelim.
Kaynaklar:
[1] 26/Şuarâ, 214.
[2] 15/Hicr, 94
[3] 70/Meâric, 36-37.
[4] 70/Meâric, 38.
[5] 70/Meâric, 39.
[6] Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an, (Komisyon), İstanbul: İnsan Yayınları, 1987, VI, 425.
[7] 38/Sâd, 6-7.
[8] 37/Saffât, 35-36.
[9] Taberi, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 108
Ramazan ALTINTAŞ
YazarŞefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Şiâr, sözlükte, “bir şeyin kendisine özgü niteliklerine kılavuzluk eden alâmet, nişan, sembol, parola” anlamlarına gelir. Çoğulu, şeâir olup, bir şeye alem kılınan, bir şeyle alâmetlendirilen he...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, yeryüzünü maddî-mânevî anlamda imar etme ve yönetme ehliyetiyle insanı ‘halîfe’ makamına getirirken, ruhlar âleminde verdikleri söze sâdık kalmalarını hatırlatıcı peyg...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ