Mevlânâ’nın Basîret Ehli Olmaya Yönelik Çağrısı
İnsan gözden ibârettir. Göz ise Hakk’ı görebilmektir. İnsanın görme yetisi sadece baş gözünden ibâret değildir. İçe bakış, iç dünyamızı seyir ve insanın kendi gerçekliğini görmesi basîret sahibi olmayı gerektirmektedir. Gönül gözünün açılması, gönlün idrak boyutunun artması ve gönülde gerçekleşen tecellîler bakışımızın seyrini değiştirecektir. Eşyânın hakîkatini görebilmek bakış açımızın derinliğine bağlıdır. Görme yetisindeki kalite perdelerin sıyrılmasına, gözümüzün toz ve lekelerden temizlenmesine bağlıdır. Bu gerçeği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şu şekilde dile getirmektedir:
“Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet. Kimin canı heveslerden arınmışsa, derhal tertemiz Hakk’ın dergâhını görür. Hz. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemaâlini gördü. Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça ‘Allah’ın yüzü oradadır.’ (2/Bakara, 115) nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse, başkaları arasında Allah da öyle görünür. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak uğursuz nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
Nuh’un ümmeti, Nuh’a, ‘Nerede sevap?’ dediler. Nûh, ‘Duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız. Ondan dolayı gözünüz olduğu hâlde görmediniz.’ dedi. İnsan gözden ibârettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi.”[1]
Kimin gönlünden bir kapı açılırsa, o her zerrede bir güneş görür. Nefsânî arzular kalb gözünün perdeleridir. Gözünün önünden bu perdeler sıyrılınca kişi, eşyâda Hakk’ı görür ve her mertebede Hakk’ın tecellîsine şâhit olur.[2]
İnsan kelimesinin lügat mânâsına atıfta bulunan Mevlânâ, “İnsan gözden ibârettir.” der. Buradaki göz ile aslında insân-ı kâmilin kasdedildiği anlaşılmaktadır. İnsanın bu kadar uzvu içinde gözün nasıl müstesnâ bir yeri varsa, bu kadar insan nüfusu içinde de insân-ı kâmilin öylesine müstesnâ bir yeri vardır. Esasen insan mertebesini ve insanlık vasfını hak eden de odur.
Mevlânâ, bu beyitlerde insanın yaratılış ve varoluş gayesini izah etmektedir. İnsan, kelime anlamı ile göz bebeği mânâsına geldiğine göre, mevcûdât içindeki bu yerini bilmelidir. Yokluğa ayna kesilen ve üsturlâb-ı Hak olan kişi gerçek insandır, yani gözdür. İnsan olup göz kesilen kişinin işlevi ise dostu görebilmektir. Bu işlevi olmayanın kör olması, insan olmaması ve insânî düzeyde var olmaması daha iyidir. Madem göz; dostu görendir. O hâlde dost kimdir. Mevlânâ, hakîkî ve ebedî dostun Cenâb-ı Hak olduğunu belirtir.
Görme yetisinin kaybolması kirlenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Gözün önünden kir ve lekeleri temizlemek, gözün berrak hale gelmesini sağlamak görevimizdir. Beden gözünün çamur ve tozlara bezenmesi nasıl onun görüş ufkunu daraltırsa günahlar da mânevîyat gözünün körelmesine yol açmaktadır. İç ve dış temizliğimizi gerçekleştirmek suretiyle gözlerimizi sağlıklı kılmaya bizleri Mevlânâ şu şekilde davet etmektedir:
“Kör, yürürken önündeki pisliklerden çekinemez. Çekinmenin, kaçınmanın asıl sebebi, asıl vesilesi gözdür. Kör yolda yürürken pisliği göremez. Allah’tan dilerim, hiçbir mü’minin gözü kör olmasın. Zâhirî kör (baş gözü kör olan), görünen necâsetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi, gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır. Bu görünen pislik, bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik ise, artıkça artar, içteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez.”[3]
Mevlânâ, Mesnevî’de kişinin mânevî makamını görecek basîrete sahip olmasını Hz. Ömer’in “can sarayı” ifadesi ile dile getirmektedir. Basîret sahibi olmayı ise mânevî görüşünde hastalığın olmamasına bağlamaktadır. Beden gözünde hastalık bulunan kişinin eşyâyı göremeyişi gibi, basîret gözü hasta olanlar da mâneviyâtı müşâhede edemezler. Onun için mânevî bir göz doktorunun, yani insân-ı kâmilin tedâvisi gerekmektedir.[4] Bu durumu Mevlânâ şu şekilde izah etmektedir:
“Uçsuz, bucaksız çölleri aşarak Rum Kayseri’nden Hz. Ömer’e bir elçi geldi, Medîne’ye ulaştı. Medîne halkına; ‘Halîfenin sarayı nerededir?’ diye sordu. ‘Lütfen bana gösterin de atımı ve eşyâmı oraya çekeyim.’ Sorduğu kişiler; ‘Halîfenin sarayı yoktur. Fakat onun pek parlak, pek aydınlık bir can sarayı, bir gönül sarayı vardır.’ dediler.”[5]
Göz organını et ve deriden ibâret görmeyen Mevlânâ bizleri gerçek görme yetimizin idrâkine dikkat çekmektedir. “Göz dediğimiz yağ parçası görmeye sebep olmaz oğlum. Öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri göremezdi. Meselâ şeytan ve peri de görür, fakat ikisinin gözünde yağ parçasına benzer bir şey yoktur.”[6] diyerek neleri ve nasıl gördüğümüzü tefekküre dikkatimizi çekmektedir. Eşyânın künhüne vâkıf olmayı; “Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür.”[7] tesbitiyle beyan kılmaktadır. Gündüz vakti ortalık aydınlıkken mum arayan kişinin bu davranışını onun körlüğüne delil olarak gören Mevlânâ,[8] görmeyen birinin aştığı yolları yoldan bile saymamaktadır.[9]
Mevlânâ’nın cana ait bahisler dediği konular, inanç ve gönle ait konulardır. Akıl bahislerini idrakten zayıf olanlara, can bahisleri hiç anlatılamaz. Mevlânâ aklı, yolu bulması için körün eline verilen değneğe benzetmektedir. Gözü açık olanların ise bu değneğe ihtiyaçlarının olmayacağını dile getirmektedir. Gönül gözü açık olanların da cana ait konuları anlayabilmek için metaforik anlatımlara ihtiyacı yoktur. Can gözünden yansıyan ışık kişiyi her türlü alaka ve kayıtlardan, sebep ve araçlardan yoksun kılacaktır. Önemli olan yolu görecek ve bilecek gözün ve anlayışın insanda doğmasıdır. Onlar, körün eline verilen ve onun yolu bulmasına yarayan kılavuza artık ihtiyaç duymazlar. Şöyle ki:
“Akıl bahsini, duygu bahsini sen bir eser yahut sebep bil. Can bahsi ise, şaşılacak, hem de pek şaşılacak bir bahistir. Ey aydınlanmak isteyen kişi, can nûru parlayınca, ne gereken kaldı, ne de gerektiren; ne gideren kaldı, ne de kalan. Çünkü gönül, gözü açık olan birinin nûru, parıl parıl parlarken onun kılavuza, sopaya benzeyen delile ihtiyacı kalmaz. Biz yine hikâyeye gelelim de ârif ve fakih olanlar hisseyâb olsunlar.”[10]
Mevlânâ iç görüş yetimizin ancak ilâhî lütufla genişleyeceğinden bahsetmektedir. Bir damla suya çıplak gözle bakan ârifin katrede bile deryâyı görebileceğini belirtmektedir. Bu durumu mikroskopla bakılan suya benzetmektedir. Mânevî görme yetisine sahip olanların engin bakışını Mevlânâ şu şekilde dile getirmektedir:
“Allah, senin gözüne, kendi görüş nûrunu verirse, gözünde bu âlem gibi yüzlerce âlem peydahlanır. Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok büyük ve nihâyetsiz ise de, bilmiş ol ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir. Gerçekten de bu cihan, sizin canlarınızın hapishânesidir. Siz, asıl kendi yurdunuzun bulunduğu tarafa doğru gidiniz.”[11]
“Senin hâlin heveslerine tâbi, kendini bir şey zanneden o sineğe benzer. O, şarap içmeksizin coşup sarhoş olmuş; varlığının zerresini güneş sanmıştı. Doğan kuşlarının vasfını işitip, ‘Şüphesiz ben de zamanın Ankâ’sıyım.’ demişti. O sinek su birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp, ‘Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanım.’ dedi. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su, ona haddinden fazla göründü. O su birikintisi, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede? Onun âlemi gözünün gördüğü kadardı. Öyle gözün denizi de bu kadar olur.”[12]
Bakışlarımız maddî ve mânevî yönden kuvvetlendikçe gördüklerimiz de ona göre değişecektir. Zira bir pirenin görüşüyle kartalın görüşü bir değildir. Çıplak gözle bakılan bir bardak suda sıvı görülürken, mikroskopla bakılınca bir âlem temâşâ edilir. Çıplak gözle gökyüzüne bakanlar yıldızları yaldızlı bir nokta gibi görürken, teleskopla bakanlar o noktaların büyük bir güneş gibi parladıklarını fark eder. Milyarlarca fersah uzaklıktaki yıldızları mümkün mertebe yaklaştıran teleskoplar da evrenin sınırlarını kapsayamamaktadır. Acaba görüş alanını genişleten başka vâsıtalar bulunsa şimdi bilinen mesâfelerin daha ötesi görülebilir mi? Elbette görülebilir. Fakat bu vâsıta maddî değil mânevî, fennî değil rûhîdir.[13]
“Dışarıda nûr ve ışık olmayınca, renk görmenin imkânı olmadığı gibi, gönül ve iç âlemin renkleri için de bu böyledir. Bu dışarıda görülen renkler, güneşin ve Sühâ yıldızının ışığı ile görünür. İç âlemin renkleri ise, ancak Allah’ın yücelik nûrlarının aksi ile belli olur. Aslında, senin kendi gözündeki nûr da, gönlünün nûrunun aksidir. Çünkü göz nûru, gönüllerin nûrundan meydana gelir.”[14] diyen Mevlânâ, görmeyi basar, anlamayı ise basîret olarak değerlendirmektedir. Anlamak basîretin derecesine göredir. Basîret olmayınca basarı anlatmanın faydası yoktur.[15]
İnsan gözünün sağlıklı oluşu ve göz nûrunun yerinde olması sayesinde görme melekesini gerçekleştirir. Gördüklerimizin bir anlama dönüşmesi ise nûr-ı dil, yani gönül nûru sayesinde olur. Gördüklerimizin bir anlam kazanması, insandaki zihinsel nurla gerçekleşir.[16]
Nûr-ı dil’in nûru ise nûr-ı Hudâ’dır. Bu nur, akıl nûrundan daha soyut, daha pak ve daha ayrı bir varlığa sahiptir. Buna göre his gözlerimiz, görünen yönümüzü ve bilinç üstümüzü oluşturmaktadır. His gözlerimizin bilinçaltı nûr-ı dildir. Nûr-ı dilin, yani ruh yetimizin katkıları sayesinde his gözlerimiz görür hâle gelir. Nûr-ı dilin bir derece daha bilinçaltını ise nûr-ı Hudâ denilen ilâhî nur oluşturmaktadır. Bu gerçeği Mevlânâ şu şekilde dile getirmektedir: “Gönül nûrunun nûru, Allah’ın nûrudur. Allah’ın nûru ise, akıl nûrundan, duygu nûrundan pâktır, tamamıyla ayrıdır.”[17]
Mevlânâ’ya göre, gönül gözü açık olanlar, insanın başına gelen bir kötülüğün hangi kötülüğü sebebiyle başına geldiğini bilir. Zincirin halkalarını tam görebilmek için Allah’ın nûru ile bakan bir göze sahip olmak gerekmektedir. Sıradan insanlar ise bir kötülük yapar ve kozmik bellek bu kötülüğü kaydeder. Fakat aradaki sebeplilik zincirini gaflet, o kişiye unutturur. Başa gelen belâ, yapılan kötülükle aynı cinsten olmadığı için o kişi, başına gelen bu belânın daha önce kendi yaptıklarının bir karşılığı olduğunu fark edemez.[18]
“Eğer mü’min, Allah’ın nûru ile bakmamış olsaydı, bazı gizli halleri, ona nasıl olurdu da apaçık görünürdü? Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın, kötülük hususunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin? İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gâfil oldun; iyilikten de. Ey hüzün ve keder sahibi, yavaş yavaş, azar azar, nûru nâra vur ki nâr-ı ilâhî ile bakışın nûr-ı ilâhîye çevrilsin de, başkalarında ayıp ve noksan yerine hüner ve kemâl görebilesin.”[19] diyen Mevlânâ, dışarıya yönelik bakan ve gördüğü kötülükleri eleştirip duran bir bakış açısını, nâr-ı ilâhî ile bakma olarak niteler.
Buna karşılık, mü’minin özelliği, nûr-ı ilâhî ile bakmak olmalıdır. Bu ikisi arasındaki işlev farkını Mevlânâ şöyle dile getirir. Nûr-ı ilâhî aydınlatırken, nâr-ı ilâhî yakar. Nûr-ı ilâhî ile etrafına bakan, çözüm yolları gösteren alternatifler sunan bir bakış açısıyla etrafına bakarken; nâr-ı ilâhî ile bakanın bakış açısı ise ateş gibi yakıcı, eleştirileri yıkıcıdır. Onun bu yakıcılığı ve etrafına yönelttiği yıkıcı eleştirileri sebebiyle ateşin ardından yalnız küllerin kalması gibi onun da etrafında bu yakıcı ve yıkıcı eleştirilerinin küllerinden başka kimse kalmaz, yani kendi başına yalnız kalır.
Sâlikin bilinç oluşumu nefsi ile mücâdele sonucunda gerçekleşir. Nefis ile mücâdele ederken nice küçük zannettiğimiz hususlar, büyük sonuçlar doğurmaktadır. Her şeyin tiryakiliği, önceleri önemsiz görülen bir veya birkaç adet ile başlamaktadır. O sebeple bizim önemsiz zannettiğimiz şeyler, gönlümüzün Hakk’a bakan penceresini kapatabilir. Gözümüzün önüne gelen küçük bir yaprak bir dağı görmemizi engelleyebilir. İşte Hakk’ı hissedebilmek ve O’nun tecellîsini müşâhede edebilmek de böyledir. Hevâ ve heveslerimizin bize ehemmiyetsiz görünen istekleri, meyilleri ve uygulamaları, gönül gözümüzü kapattığından Hakk’ı görmemizi engellemektedir.[20]
Kaynaklar:
[1] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, c. I, beyit no: 1395-1407.
[2] Kadir Özköse, Mürid ve Mürşid İlişkisi, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2019, s. 26.
[3] Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit no: 2089-2093.
[4] Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Selâm Yayınları, Konya 1963, c. III, s. 730.
[5] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1390-1392.
[6] Mevlânâ, Mesnevî, çev. c. IV, beyit no: 2403-2404.
[7] Mevlânâ, Mesnevî, c. VI, beyit no: 4405.
[8] Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit no: 2721.
[9] Mevlânâ, Mesnevî, c. VI, beyit no: 4157.
[10] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1506-1509.
[11] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 523-525.
[12] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1082-1087.
[13] Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Selâm Yayınları, Konya 1963, c. II, s. 603.
[14] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1124-1126.
[15] Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. II, s. 619.
[16] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1126.
[17] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1127.
[18] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1315-1316.
[19] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1331-1333.
[20] Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1401-1403.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar16.yüzyıl İspanyol edebiyatının en şöhretli ismi kuşkusuz, Don Kişot’un (Don Quijote) yazarı olan Cervantes’tir (1547-1616). Esas adı, Miguel de Cervantes de Saavedra’dır. Burada, Cervantes’in hayat h...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Fetih; coğrafî açılımın ötesinde kafaların, kalplerin ve müesseselerin İslâm’a açılmasıdır. Fetihle gerçekleşen açılım ancak Hak adına olur. Hak’tan halka açılımın bir diğer ifade biçimidir. Peygamber...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
1. Cânâna yet ey cân desem hicrân duyarNâlemi gülzâra arz etsem gül-i handân duyar2. Pertev-i hüsnündeki zevki gönül idrâk ederZâhiren ol vuslatı gör dîde-i giryân duyar3. Nâme yaz Muhyî şeker-leb teş...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
“Evlerimizde kütüphane olmalı bizi kurtaracaksa okumak kurtarır çünkü insan robot değil, duygusu düşüncesi olan bir varlık. Bu duygu ve düşünceyi anlamı hale getirecek olan da beynimizin düşünmesini s...
Yazar: Erol AFŞİN