Merhamet Peygamberi’nin Ümmeti de Merhametli Olmalıdır
Ebu’l-Hasan el-Vâhidî Esbâb-ı Nüzûl adlı eserinde Kur’an’da en son nâzil olan âyetler konusunu tesbit etmeye geniş yer ayırmıştır. O, en son nâzil olan âyetlerden birisinin şu âyet olduğunu zikreder:[1] “Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, mü’minlere karşı şefkat ve merhamet doludur.”[2] Kur’an-ı Kerim’de sadece Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “güzel model”[3] oluşlarına vurgu yapılması çok anlamlıdır. Bu model oluş alanlarından birisi de güzel ahlâkı temsil etme örnekliğidir. Bu sebeple her insan, ‘mükemmel olanı modelleme’ yeteneğine sahiptir. Bir mü’min olarak bizim bu konuda ‘modelleyebileceğimiz’ yegâne şahsiyet, Hz. Peygamber’dir. Çünkü onu Kur’an, “yüce bir ahlâk”[4] modeli olarak tanıtır.
Ahlâkın konusu, iyi ve kötü insan davranışlarıdır. Bu bağlamda merhamet ve şefkat de iyi ahlâkın konusudur. Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan “er-raûf” ve “er-rahîm” isimlerinin bir merhamet âbidesi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e da nisbet edilmesi, son derece önemlidir.[5] Arap dilinde er-Ra’ûf, ‘rahmetin ve merhametin ileri derecesi’ anlamına gelen ‘re’fet’ sözcüğünden türemiştir. Ra’ûf, bu kökten mübâlağa bildiren bir sıfat olduğundan dolayı, merhametin en ileri şekliyle merhamet sahibi ve şefkatli olan anlamına gelir.[6] Yüce Allah’tan kullarına yönelik rahmet; in’âm ve lütuf; insanlardan rahmet ise, yumuşaklık ve sevgidir. Rahmeti engin olan Rabbimiz, dünyanın Rahmân’ı, âhiretin Rahîmi’dir. Çünkü O’nun dünyada lütfü, mü’minlere ve kâfirlere; âhirette ise, sadece mü’minlere tahsis edilmiştir.[7]
Raûf ve rahîm sıfatlarıyla muttasıf bulunan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bütün direktiflerinden, talimat ve öğütlerinden amaç, ümmetini dünya ve âhirette iyiye yöneltmek, ahlâkî anlamda düzeltmek ve doğru yola kılavuzluk etmektir. Onun rahmet Peygamberi olarak gönderilmesi, Allah’ın rahmetinin bir neticesidir: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[8]
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şefkat ve merhameti sadece dünyada değil, âhirette de işlevselliğini sürdürecektir. Kıyâmet günü, insanlar hesaba çekileceğinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in secdeye kapanarak, Yüce Allah’tan, ümmetinin günahkârlarının bağışlanmadıkça secdeden kalkmayacağını ifade etmesi[9], bunun en açık örneğidir. Bundan dolayı Kur’an’da açıkça, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, Allah’ın en güzel isimlerinden olan raûf ve rahîm isimleri verilmiştir. Yüce Allah, Rasûl-i Ekrem’in dışında hiçbir peygambere mü’minlere şefkatli ve merhametli anlamına gelen bu iki ismi bir arada vermemiştir. Bu isimlendirme ve nitelendirme onun için çok büyük bir şereflendirmedir. Bundan dolayı, kendisiyle gönderilen son din, hem iman edenler ve hem de bütün bir insanlık için re’fet ve rahmettir.[10]
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesini[11] ifade eden âyette geçen ‘âlem’ kavramı bütün bir varoluşu kuşatan zengin bir anlamlar dünyasına sahiptir. Teblîğ, tebyîn ve temsîl görevleriyle yükümlü olan Hz. Muhammed (s.a.v.) evrensel ölçekte, Allah’ın bütün dünyalara bahşettiği rahmetinin bir delili/dili[12] ve peygamberlerin sonuncusudur.[13] Bizzat o, merhametinin ne anlama geldiğini şu sözlerinde çok güzel anlatır: “Benimle insanların misâli bir ateş yakan kimse gibidir. (Yanan) ateş çevresini aydınlattığı zaman, ateşin çevresinde bulunan hayvanlar ve küçük kelebekler ateşe düşmeye başladılar. O kimse bu hayvanları ateşe düşmekten sakındırmaya çalıştı. Fakat hayvanlar o kimseye galip gelerek düşüncesizce, sür’atle ateşe düşüyorlardı. (İşte ben bu misalde olduğu gibi) Siz düşüncesiz ve tedbirsiz olarak ateşe düşerken, ben bellerinizden yakalayıp ateşe düşmekten sizi kurtarmaya çalışıyorum.”[14] İşte bu rivâyetten, insanlığın, ancak, merhameti kendisine ilke edinmiş Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği evrensel ahlâkî değerlere tutunmakla kurutulabileceğini anlıyoruz.
Bu bağlamda gerek hadis külliyâtında ve gerekse siyerle ilgili eserlerde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığa, şefkat ve merhametle muâmele etmesine dair birçok söz ve örnek olay nakledilir. Onun rahmet ikliminde, insanların kurtuluşu ve insan kazanma fikri ön plana çıkmıştır. Bu tutum sadece kendisine inananlar değil, inanmayanlar için de geçerli olmuştur. O, kavminin kendisine ve inananlara akıl almaz derecede işkence yapması karşısında bile bir hasım gibi davranmamış, aksine onların gelecek nesillerini düşünerek Allah’tan şu dilekte bulunmuştur: “Hayır, ben Allah'ın, onların neslinden sadece O’na ibâdet edecek, ona hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını, diliyorum.”[15] Yine Uhud Savaşı’nda hayatına kasteden ve kendisini yaralayan müşrikler hakkında bedduâ etmeyip, aksine, “Allah’ım! Kavmimi bağışla, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar.”[16] şeklinde duâ etmiş, ayrıca: “Ben lanet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim.”[17] buyurmuştur. Bu örneklere ilâveten, Rasûlullah (s.a.v.)’in: “Ben Muhammed’im, Ben Ahmed’im; Ben Mukaffi -son peygamberim- Ben Haşir’im, Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim.”[18] şeklinde kendisini tanıtması, onun rahmet peygamberi oluşunun delilidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in davet misyonunun temelinde, gönülleri fethetmek vardır. Eğer gönüller fethedilirse, beden ve beldelerin fethi kolaylaşır. Biz merhamet eksenli fethin bir benzerini, Mekke’nin fethinde görüyoruz. Mekke, kılıçla değil, gönüllerin fethiyle alınmıştır. Kur’an ahlâkının sembol ismi Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’ye kibirli seçkinlerin yaptığı gibi mutantan bir şekilde değil, devesinin eyeri üzerine eğilmiş ve mütevâzı bir şekilde şefkat ve merhamet kahramanı olarak girmiştir.
O, dâvâsını ilana başladığı ilk günlerdeki mütevâzı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli halini, zafere erişince de sürdürmüştür. Nitekim fetih konuşmasından sonra, Mekkelilere sorduğu şu soru ve onların kendisine verdiği cevap, onun rahmetini çok güzel yansıtır. O, şöyle seslenmiştir: “Ey Mekkeliler! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” Onlar da: “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin, ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.” demişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Benim hâlimle sizin hâliniz Hz. Yûsuf’la kardeşlerinin hâli gibidir. Ben size, aynen Yûsuf’un kardeşlerine dediği şu sözü söylüyorum: ‘Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”[19] Bu âyeti okuduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), onlara, “Gidiniz, sizler özgürsünüz.” demiştir.[20] Hiç kuşkusuz bu genel bir aftır. Allah Rasûlü’nün bu engin hoşgörü ve merhamet tavrından affetmenin en makbulünün muktedirken bağışlamak, iyiliklerin en değerlisinin kötülüklere karşı iyilik yolunu tercih etmek, merhametli oluşun en üstününün ise acımayanlara merhamet göstermek olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
Bu konuda daha birçok örnek olay vardır. Sahâbeden Hz. Enes anlatıyor: “Bir defasında Rasûlullah’la birlikte yürüyorduk. Üzerinde kenarı sert Necran kumaşından dikilmiş bir elbise vardı. Ona bir bedevî arkadan yetişerek, hırkasından tutup şiddetle çekti. Boynuna baktığımda, hırkanın boynunu zedeleyip iz bıraktığını gördüm. Bir taraftan da bedevî; ‘Ey Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana da verilmesini emret.’ diyordu. Peygamber Efendimiz bu adamın kabalığına rağmen ona baktı ve güldü. Sonra da ona bir ihsanda bulunulmasını emretti.”[21] Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisine hakaret eden bu adama gülmesi ve ikramda bulunması, onun tamamen merhametinden kaynaklanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisini telef edecek kadar insanları çok seviyordu: “Onlar, bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.”[22] âyeti, onun sevgi temelli merhametinde hasbî oluşunu beyan eder. O, sadece inananlara değil, aynı şekilde inanmayanlara da merhamet elini uzatmıştır. Yüce Allah, önceki milletleri inkâra şartlanmışlıklarından dolayı topluca helâk etmesine rağmen, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bi’setiyle birlikte toplu helâk kaldırılmıştır. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur: “Oysa sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.”[23] İşte bu bağışlanmanın tek sebebi, Allah Rasûlü’nün şefkat ve merhamet peygamberi olmasındandır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) kadın ve erkeğe bir bütün olarak bakmıştır. İnsanın hukûkunu bir esasa bağlayarak her iki cinsin Allah katında sorumlu olduğunu bildirmiştir. Toplumu kadına karşı işlenen kötü uygulamalardan alıkoyma yolunda büyük mücâdele vermiştir. Bu sebeple o, “Herhangi bir kimse, hanımını gündüz köle gibi kırbaçlayıp, akşam da onunla aynı yatağa girmesin.”[24] buyurmak suretiyle kadına karşı uygulanan her türlü şiddetin önüne geçmek istemiştir. Yine Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre, Enceşe isimli bir sahâbe Vedâ Haccı dönüşünde Rasûlullah’ın hanımlarını taşıyan develeri sürerken, yanık sesiyle ve hızlı ritmiyle söylediği şarkılardan dolayı develeri koşturuyordu. Bunun üzerine Allah Elçisi, “Ey Enceşe! Yavaş sür, billurları kırma.” [25] diyerek kadınlara karşı hem nâzik, hem kibar ve hem de merhametli davranmayı tavsiye etmiştir.
Öte yandan, aile hayatında, çocuklarımıza; sevgi, merhamet ve paylaşma gibi değerlerin eğitimini vermemiz gerekir. Eğer değerler eğitimi verilmezse, onlar bu değerleri, yabancısı olduğu sokakta ve dış dünyada aramaya kalkarlar. Bunu önlemenin yolu, Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi yapmaktır. Bir defasında Akra b. Hâbis, Rasûlullah (s.a.v.)’ın torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i kucağına alıp sevdiğini görünce, “Benim on çocuğum var, daha hiçbirisini öpmüş değilim.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu söküp almışsa ben sana ne yapabilirim ki?”[26]
Hz. Peygamber (s.a.v.), toplum hayatında muhtaçların yetim ve öksüzlerin de hâmîsi olmuştur. Onun, yetimlerin bakımını ve korunmasını üslenen kişilere verdiği mânevî pâye, tamamen merhametle ilişkilidir. Bir defasında çevresinde bulunan bir grup insana dönerek, “Ben ve yetimi gözeten cennette şöyleyiz, diyor, sonra parmaklarını yumuyor, yetimi görüp gözetene ne kadar yakın olduğunu işaret ediyordu.”[27]
Allah Rasûlü’nün şefkat ve merhamet eli, sadece insan türüne özgü değildir. Aynı şekilde can taşıyan bütün varlıklara da yöneliktir. Nitekim o, bir rivâyette, Allah (c.c.), bir köpeğe iyilik yapmasından dolayı, ahlâksız bir kadını affedip cennetine aldığını[28], bir kadının da bir kediye kötü muâmele etmesinden dolayı cehenneme girdiğini[29], bir muhârebe dönüşü sahâbeden bazılarının yuvada bulunun kuş yavrularını alıp sevdikleri bir sırada anne kuşun gelip bu hali görünce anne şefkatiyle çırpınıp uçması karşısında, arkadaşlarına biraz da celalli olarak derhal kuş yavrularının yuvaya konulmasını emrettiğini[30] biliyoruz. Ayrıca sahibinden kötü muâmele gören bir devenin ağlaması karşısında onu teskin edip devenin sahibini uyardığını[31] içimiz burkularak okuyoruz. Bütün bu örnek olaylar, Allah Rasûlü’nün hayvanlara olan engin şefkatini ve merhametini gösterir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Allah katından gelen din, sadece insanın Allah’la değil, insanın insanla ve çevresiyle olan ilişkilerini de düzenleyici kurallar da getirmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) bizim için örnek bir şahsiyettir. Onun müşfikliği ve merhamet örnekliği, inananlardan inkârcılara, çocuklardan hanımlara, bütün hayvanlara, bütün bitkilere vb. varıncaya kadar genişlemiştir. Bu rahmet peygamberi olmanın bir gereğidir. Bunun için, isimlerimizin ‘raûf’ olması yetmez. Bu ismin ahlâkî anlamda davranışlarımıza yansıtılması gerekir. Eğer hâlâ yaşadığımız toplumda kadına ve çocuklara karşı şiddet devam ediyorsa, hâlâ yaşadığımız dünyada etnik ve mezhebe dayalı çatışmalar sürüyorsa, bütün bir insanlığa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şefkat ve merhamete dayalı öğretisini tanıtmamız ve öğretmemiz bir İslâmlık ve insanlık borcudur.
Prof.Dr. Ramazan Altıntaş / Selçuk Üniversitesi
Kaynaklar:
[1] Bkz. Vâhidî. Esbâb-ı Nüzûl, s. 20.
[2] 9/Tevbe, 128.
[3] Bkz. 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6.
[4] 68/Kalem, 4.
[5] 9/Tevbe, 128.
[6] Gazzâlî, Ebû Hâmid, Kitâbu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillahi’l-Hüsnâ, Mısır, ts., s.102.
[7] El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1968, s. 279.
[8] 21/Enbiyâ, 108.
[9] Bkz. Müslim, İman, 327.
[10] Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, IV, 2653–54.
[11] 21/Enbiyâ, 107.
[12] Bkz. 21/Nahl, 107.
[13] Bkz. 33/Ahzâb, 40.
[14] Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17–19.
[15] Müslim, Cihâd, 111.
[16] Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Cihâd, 104.
[17] Müslim, Birr, 87.
[18] Müslim, Fezâil, 126.
[19] 12/Yûsuf, 92.
[20] Gazâlî, Muhammed, Fıkhu’s-Sire, Kahire, 1965, s. 415.
[21] Buhârî, Edeb, 92.
[22] 18/Kehf, 6.
[23] 8/Enfâl, 33.
[24] Buhârî, Nikâh, 93.
[25] Dârimî, İstîzân, 65.
[26] Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 64.
[27] Buhârî, Talak, 25; Edeb 24; Müslim, Zühd, 42.
[28] Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 153.
[29] Buhârî, Musâkât, 9.
[30] Ebû Dâvûd, Edeb, 164; Cihâd, 112.
[31] Ebû Dâvûd, Cihâd, 44.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarÜç bin yılı aşkın tarihî yaşın,Çağları eskitmiş toprağın, taşın,Battalgazi ile yüceldi başın,Beydağ’ına yaslanırsın Malatya,Çağdan çağa seslenirsin Malatya.Suyun içmiş nice kavimler, ırklar,Halı, kili...
Yazar: İbrahim SAĞIR
Gazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hanımları, ümmetin anneleriydi. Anne olmak, sorumlu olmayı gerektirmekteydi. Evlatları için örnek olmayı gerektiriyordu. Onlar da bu sorumluluklarını yerine getirdiler, pek ç...
Yazar: Ali AKPINAR
İnsan bu dünyaya amaçsız gönderilmediği gibi büyük sorumluluk ve görevler de üzerine yüklenmiştir. Bunun farkına varan toplumlar, tarihin her döneminde varlık ve güçlerini koruyabilmişlerdir. Yaratıla...
Yazar: Selçuk ALKAN