Namaz Kılmayan Arkadaşı Terk Edip Namazla Yücelere Ermek
Tasavvuf ehlinin nezdinde namaz ibâdetinin önemi, öncelikli olarak namazın kulun doğrudan ilâhî huzûra çıkmasını sağlamasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Ebû Tâlib el-Mekkî Hazretleri, namazın kul ile Cenâb-ı Hak arasında bir “sıla/bağ” olmasından dolayı namaza “salât” dendiğini zikretmiştir. Namaz, Allah'ın kuluyla vuslata ermesi/kavuşması, yani kulun Rabbiyle iletişimidir. Hucvirî'ye göre namaz öyle bir ibâdettir ki müridler ve tâlipler baştan sona kadar Hakk'ın yolunu onda bulurlar. Nitekim ehl-i istikâmetin mânevî haz kaynağı namazdır. Sühreverdî, Cenâb-ı Hakk'ın tecellî ettiği şeyin Allah'a karşı boyun eğip itâat edeceğini söyler. Ona göre kim namazda Allah'a olan bağlılığının hakkını verirse, onda tecellî parıltıları husûle gelir ve huşûya nâil olur. Ardından da bizlere, "Felaha ermiştir o mü’minler ki namazlarında huşû sahibidirler."[1] âyetini hatırlatır. Namaz, ibâdet deyince bizim ilk aklımıza gelenidir. İbâdet kelimesi âdetâ namazla eşdeğer anlam taşır olmuştur. Ayrıca namaz, zikir ve duâ olarak da ele alınmıştır. Allah Rasûlü ve ashâb-ı kirâm namaza çok büyük önem vermişler ve namazın terkini neredeyse küfür olarak görmüşlerdir. Hadis ve tabakât kitapları hem Allah Rasûlü’nün hem de ashâbının namaza verdikleri önemin yaşanmış tablolarıyla doludur. Allah Rasûlü’ne ve ashâbına bağlılıktan geri durmayan sûfîler gerek hayatlarında gerekse de eserlerinde namaza ayrı bir yer vermişlerdir. Namazı bir mîrâc kabul edip, onunla Cenâb-ı Hakk'a yakınlaşma yollarını aramışlardır. Namaz vesîlesiyle nefislerini tezkiye ve tasfiye etmeye çalışmışlar ve mânevî hayatlarında çok önemsedikleri zikrin bir kısmını namaz şeklinde edâ etmişlerdir. Tasavvuf ehline göre kişi namaz esnasında gönlünü günah kirlerinden, dışını da necâsetten arındırıp hakîkî namaza ulaşmalıdır. Bu sayede cennet için daha dünyadayken tohumlar ekmiş olur ve hasadını orada toplar.[2]
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir beytinde şöyle buyurur:
Nefsin başı hoş olur gerçi bî-namâz ile
Sen namazı bırakma mi’râc et namâz ile
(Nefis, namaz kılmayandan hoşlanır (onun için) sen namazı bırakma, namazla yaratanın huzûruna yüksel miraç et.)[3]
Beytin birinci mısraında nefsin namaz kılmamaktan ve namazsız kimselerle arkadaş olmaktan hoşlandığı belirtilmektedir. Onun için öncelikle namazı terk etmenin tehlikelerinden bahsetmek gerekir.
Namazı Terk
Namazın terkiyle alakalı Kur'an ve sünnetten gelen delilleri sûfîler de kabul etmişlerdir. Sûfîler ister hayırlı ister fâsık olsun imamın arkasında özür sahipleri hâriç bütün Müslümanların namaz kılmalarının vâcib olduğunu kabul ederler. Sühreverdî'ye göre namazdan maksûd olan şeyin Cenâb-ı Hakk'ı zikir olduğunu, zikir hâsıl olunca da namaza gerek kalmayacağını iddia edenler dalâlet yoluna sülük etmiştir. Başka bir grup ise nafileleri terk ederek dalâlete sapmıştır. Namazı terkin insanı şeytana yaklaştıracağına dair de bir hikâye anlatılır: Bir adam İblis'i görünce ona, “Nasıl senin gibi olurum?” diye sorar. İblis buna şaşırır ve “Yazıklar olsun sana! Kimse bana böyle bir şey sormamıştı.” der. Sonra da, “Eğer benim gibi olmak istiyorsan namazı terk et, yalan olsun doğru olsun her şeye yemin et.” der. Bunu duyan adam, “Vallahi bundan sonra ne namazımı terk ederim ne de yemin ederim.” diyerek İblis'ten uzaklaşır.[4]
Namaz Mânevî Hastalıklara Şifâdır
Yukarıdaki beytin ikinci mısraı ise namaza devam edenlerin erişecekleri nimet ve bereketten, hatta onu yücelere eriştirdiğinden müjde vermektedir.
Tasavvuf ehli namazı mânevî hastalıkların şifâsı olarak görmüştür. Meselâ nefisteki hayvânî sıfatların galebe çalması veya kişinin cismânî ihtiyaçlarının esiri olması mânevî bir hastalıktır. Bu tür mânevî hastalıklar yine sâlih amelle iyileşir. Bu hastalığın ilacı oruç ve namazdır (ibâdettir). Hastalıktan kurtulmak için her saat ibâdet ve tâatte bulunmak lazımdır.
İnsanların en yüceleri olan enbiyâ ve onların takipçileri olan evliyâ hiçbir zaman ibâdeti ve namazı terk etmemiştir. Bu tür sâlih amellerde dâimâ en mükemmeli aramışlar ve bu amellerini sürekli sorgulamışlardır. Böylelikle yüce mertebeleri ulaşmışlardır.
Selmân-ı Fârisî Hazretleri ifrat ve tefritten uzak bir din anlayışını öngören yaklaşımını yakından görmek isteyen Târık b. Şihâb’a şu öğüdü vermiştir: “Beş vakit namazı kılınız. Çünkü bu beş vakit, ölüm isâbet etmezse küçük yaralar için kefâret olur.”
Dostları kendisine, “Hangi ameli işlememizi tavsiye edersiniz?” diye sorduklarında, Hz. Selmân, “Selâmı yayınız, mü’minlere yemek yediriniz ve herkes uyurken kalkıp namaz kılınız.” tavsiyesinde bulunmuştur.
Ebu’l-Hasan El-Harakânî Hazretleri kendisinden senelerce önce vefat etmiş olan Bistâmî (k.s.)’nin yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.)’nin kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Harakânî (k.s.) on iki yıl süreyle yatsı namazını cemâatle kıldıktan sonra Bistâm’daki Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh eder; “Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize de bir koku ihsan et!” demiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.[5]
“Namazı Cemâatle Kıl”
Ebu’l-Hasan El-Harakânî Hazretleri Gazneli Mahmud’a şu öğütlerde bulunur: “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazı cemâatle kıl, cömert ol, Allah (c.c.)’ın yarattıklarına şefkat göster.” Sultan Mahmud’un “Bana duâ et.” talebi üzerine Şeyh onun hakkında şöyle bir duâda bulunur: “Allah’ım, iman sahibi erkek ve kadınları affet”[6], “Ey Mahmud! Senin de akıbetin mahmûd/makbûl olsun.”[7]
Günlük ibâdetlere, şer’î esaslara, itikâdî konulara tavizsiz sadâkati öngören Abdulhâlık-ı Gucdevânî Hazretleri de, namazda huşû hakkında bir soru soran müridine şöyle cevap vermiştir: “Namaz kılan kişiyi öyle bir havf ve haşyet sarar ki, kendisine ok atsalar bile bir söz söylemez.”[8]
Kişinin namazda huzûra nasıl erebileceğini soran müridine, Şâh-ı Nakşbend Hazretleri ise şu şekilde cevap vermiştir: “Kişi namazda huzûra şu dört şeyle erebilir: 1. Helâl lokma, 2. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, 3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak ve Hak ile olmak, 4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk’ın huzûrunda bilmek.”[9]
Namazı Hayatın Merkezine Alanlar
Abdullah Dihlevî Hazretleri, cömertliği ve tevâzuuyla insanların gönlünde iz bıraktığı gibi, bütün hayatında namazı merkeze almıştır. Dergâhına gönderilen güzel yemekleri yemez komşularına ikram eder; az uyur, gece ibâdetlerini ihmal etmez; geceleri murâkabe yapar ve Kur’an-ı Kerim okur; sonra sabah namazını cemâatle kılar. Namazdan sonra tekrar işrak vaktine kadar Kur’an-ı Kerim okur; işrak vaktini müteakip Kur’an-ı Kerim tefsiri okur. Kur’an-ı Kerim’den günlük virdinin on cüz olduğu kaydedilmektedir. Öğlen namazından sonra da talebelerine tefsir ve hadis dersleri okutur. İkindi namazından sonra hadislerden ve İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ından sohbet yapar. Bazen Avârifü’l-maârif ve Risâle-i Kuşeyrî’den de anlatır. Akşam namazından sonra teveccüh yapar.[10]
Namazların cemâatle kılınmasına önem veren İhramcızade İsmail Hakkı Efendi, genellikle sabahları dâhil her vakitte camiye gitmeyi tercih eder. Sivas’ta bulunduğu zaman sabah, akşam ve yatsı namazlarını Sofu Yusuf Camii’nde öğle ve ikindiyi Ulu Camii’nde kılar. Ona göre camiler Müslümanların dinî hayatında aslî, tekke ve zâviyeler ise talî mekânlardır. Aslî mekânların en azından namaz vakitlerinde ihyâ edilmesi lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber (sav) sahabîlerin namazlarını Mescid-i Nebî’de cemâatle kılmalarına çok önem vermektedir.[11]
Hulûsi Efendi Hazretleri de namazda dîvân-ı ilâhîde, Allah’ın huzûrunda olmanın şuuru içerisinde, mütevâzı bir şekilde kılarlar ve cemâatle kıldığı namazlara ayrı bir ehemmiyet verirlerdi. Bununla ilgili şunu nakledebiliriz:
Osman Hulûsi Efendi bilinen ihvanlardan olan Muhyiddin Tütüncü (Yâ Şeyh) ve diğer bazı ileri gelen ihvana şöyle derlerdi: “Sizlere imam olduğum müddetçe; görevim süresince Allah ile cemâatim arasına hiçbir şey sokmadım.”
Camiye besmele çekerek sağ ayakla girilmesini birçok kere cemâate hatırlatmıştır. Hatta bir kere sol ayağıyla giren birine: “Dışarı çık, besmele çek, sağ ayağınla gir.” diye ikaz etmiştir.[12]
Namazın Mânevî Gücü
Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biridir. Askerleri birkaç hırsız yakalayıp, vâliye bildirirler. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçar. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmiştir. Demirciyi, gece eve giderken, askerler hırsız zannederek yakaladıkları diğer zanlılarla beraber vâliye çıkarırlar.
Vâli, “Hepsini hapsedin!” der.
Bir suçu olmayan demirci, hapishânede hemen abdest alıp, namaz kılmaya başlar. Ellerini uzatıp, “Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!” diye duâ eder. Vâli uyurken rüyasında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyanır. Hemen kalkıp, abdest alır, iki rekât namaz kılar. Tekrar uyur. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu görür ve uyanır. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anlar.
Vâli hemen hapishâne müdürünü çağırtıp sorar:
- Acaba bu gece hapishânede mazlum birisi kalmış mıdır?
Müdür der ki:
- Bunu bilemem efendim. Yalnız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor gözyaşları döküyor.
- Hemen adamı buraya getiriniz. Demirciyi vâlinin yanına getirirler.
Vâli hâlini sorup, durumu anlar ve der ki:
- Sizden özür diliyorum. Hakkınızı helâl ediniz ve şu bin gümüş hediyemi kabul ediniz. Herhangi bir arzunuz olunca bana geliniz!
Demirci de cevabında der ki:
- Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
- Neden gelemezsiniz?
- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok muradıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabb’im, nihâyeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsan sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!
Sultanü’l-Arifin Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) Hazretleri’ni, bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamaz. Sabahleyin namazını kazâ edip o kadar ağlar ve inler ki, sonunda kendisine ilham olunur ve şöyle denir:
- Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevabı ihsan eyledim.
Aradan bir müddet geçtikten sonra onu, yine uyku bastırır. Şeytan gelip Bâyezîd-i Bistamî Hazretleri’nin mübârek ayağından tutarak uyandırır ve;
- Kalk namazın geçmek üzeredir, der. Bâyezîd-i Bestamî Hazretleri, Şeytan’a;
- Ey mel’un! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini kazâya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da benin uyandırdın?” buyurunca, şeytan şu cevabı verir:
- “Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebi ile çok ağlayıp inlediğin için affolunmuş idin ve ayrıca yetmiş bin namaz sevabı almıştın. Bu gün, onu düşünerek sadece vaktin namazının sevabına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevabına kavuşamayasın diye seni uyandırdım.” der.
[1] 23/Mü'minûn, 1-2.
[2] Ali Fahri Doğan, “Tasavvuf Ehlinin Namaz Hakkındaki Görüşleri ve İki Örnek”, Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2013, Sayı:1, ss.66-95.
[3] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.3, s.195.
[4] Ebu’l-Leys Semarkandî, Tenbîhu’l-Gâfilîn, Bedir Yayınları, İstanbul, 2005, s. 259.
[5] Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul 1994, s. 65.
[6] 14/İbrahim, 41.
[7] Kadir Özköse, H. İbrahim Şimşek, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yayınları, Ankara, 2009, s.120.
[8] Özköse-Şimşek, a.g.e., s. 175.
[9] Özköse-Şimşek, a.g.e., s. 254.
[10] Abdülganî bin Ebî Sa’îd, Hüvelganî Risâlesi, İstanbul, 2002, s. 151.
[11] Özköse, Şimşek, a.g.e, s. 439.
[12] İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı, Ankara, 2005, s. 195.
Musa TEKTAŞ
YazarGünümüzde yaşayan sanatkârlar arasında mütevazı duruşuyla ama yaptığı kıymetli eserlerle bilinen bir mimarımız vardır: Dr. İbrahim Aydın Yüksel. Aydın Bey’i mimari ile alakadar olanların büyük çoğunlu...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Tasavvufta mârifet; kişinin kendini tanıyarak Rabb’ini tanıması, Allah dostlarına âşinâlık kazanması, hakîkat bilgisine erişmesi ve irfân meclislerine kavuşarak, âriflerin sırrına vâkıf olması şeklind...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Mürşidinin vefatından sonra Hacı Bayram-ı Velî Ankara’ya yerleşip ilmî ve tasavvufî faaliyetlerine devam etti. Etrafına ümmî halktan insanlar toplandığı gibi Akşemseddin, Germiyenoğlu Şeyhi, Eşrefoğlu...
Yazar: Aydın BAŞAR
Kur’ân-ı Kerim, insanlara yol gösterici olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirilmiş son ilâhî kitaptır.[1] Allahu Teâlâ, kelâmını “takva sahiplerine” yol gösterici olarak tavsif etmiştir.[2] Mü’minler,...
Yazar: Fatih ÇINAR