Dünyaya Kapılmamak
33. Hadis
"Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol. Kendini kabirdekilerden kabul et.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
“Hz. Peygamber (s.a.v.), fânî yurtta yaşayan insanın olup bitenlere aldanmamasını, cereyan eden fesatlara kapılmamasını istemektedir. Allah yolunda yürüme azminde olan kişi, bu gurur yurdundan kendini uzaklaştırmalı, surûr yurdunu vatan edinmeye çalışmalı, şer gürûhunu bırakıp din yoluna geçmelidir. Böyle yaparsa ölmeden önce ölür, kabre girmeden önce haşrolur."
Hadisin Yorumu
Hayata gelmiş olduğumuz yeryüzü ve evren insanlığın hizmetine sunulmuştur. Allah, yaratmış olduğu tek akıllı mahlûk olan beşer için bütün bir kâinatı âmâde kılmıştır. Etrafında bu kadar nimet yaratılmış olduğuna göre kul tabîî olarak bunlardan yararlanmaya bakacak ve hayatını daha kaliteli hâle getirecektir. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Zaten Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan O’dur.”[2]
“Rabb’imiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru.”[3]
Bu sebeple insanın hayatını kolaylaştıran her icat ve imkân Müslümanlar tarafından kabulle karşılanır. Zira mü’min için dünya kendisine eziyet edeceği ve hayatı zindana çevireceği bir mekân değildir.
Dünyanın Bir Sınav Yurdu Olması
Dünya bizlerin hizmetine sunulmuş olmakla birlikte Rabb’imiz bir şeyi bize sürekli hatırlatır. Âyetlerde dünyanın geçici bir mekân olduğu, asıl hayat yerinin âhiret olduğu, bu sebeple dünyaya hak ettiği kadar önem verilmesi ve âhiretin unutulmaması istenir. Başka bir ifadeyle, âhireti unutmadan hayatı sürdürmeyi emreder. Şöyle buyurur:
“Kadınlar, oğullar, yığın-yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır.”[4]
“Mallar ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan sâlih ameller ise Rabb’inin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.”[5]
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ot çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmış, ardından da çer çöp haline gelmiştir. Âhirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.”[6]
“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz! Oysa âhiret daha hayırlı ve daha süreklidir.”[7]
“Azan ve dünya hayatını âhirete tercih eden kişi için şüphesiz cehennem tek barınaktır.”[8]
Bunlar ve diğer buyruklarla bizden istenen, dünyadan elimizi eteğimizi çekmemiz ve insanlara sunulan nimetlerden istifâdeyi gayr-i Müslimlere bırakmak, sonra da onların icat ettiklerini satın alarak modern köleleri olmak değildir. Nitekim tarihin hiçbir döneminde Müslümanların fizik, matematik ve astronomi, tıp gibi ilimlerden koparak kendilerini dünyadan soyutladıkları görülmemiştir. Tam tersine iftiharla isimlerini andığımız pek çok Müslüman, bilim tarihine altın harflerle isimlerini yazdırmışlar ve çok önemli katkılar sağlamışlardır. Dolayısıyla mü’minlerin bilime mesâfeli oldukları bir söylem dile getirilemeyeceği gibi bunu isbat edecek delil de yoktur. Sadece şu söylenebilir: Müslümanlar bilim alanında çalıştıkları dönemlerde dünyada söz sahibi olmuşlar, bundan uzaklaştıklarında ise başkalarının etki alanına girmişlerdir. Bu tesbit doğrudur ve her milletin tarihinde böylesi inişler ve çıkışlar vardır. Lakin buna bakarak Müslümanların bilime ve dünyaya mesâfeli oldukları sonucunu çıkarmak aslâ mümkün değildir.
Demek oluyor ki İslâm âhireti ihmal etmeden dünyayı yaşamayı istemektedir. Zaten Allah Rasûlü’nün dikkat çektiği de budur: “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”[9] “Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlardan) kork.”[10] “Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.”[11]
Tekil Örnekler
Özellikle tasavvuf kitaplarına baktığımızda, bazı Allah dostlarının kendilerini dünyadan uzaklaştırdıkları ve uzlete çekildikleri görülür. İnsanları Allah’a yöneltmek gibi bir görev üstlenmiş olan bu gönül erlerinin yaptıkları şey, herkesi davet ettikleri bir yol değildir. Nitekim tarih boyunca inzivâya çekilerek bu şekilde uzlet hayatı yaşayan ve çilehânede mânevî eğitimden geçen sûfîlerin sayıları her zaman sınırlı olmuştur. Müslümanların çilehânelere doluştukları ve dünyayı başkalarına bıraktıklarına dair bir tek örnek gösterilemez. Sözünü ettiğimiz bazı mâneviyat erlerinin kendilerine böylesi bir yol çizmeleri onların -saygı duymamız gereken- bireysel tercihleridir. Hayatlarını bu yola adadıklarından, nefislerini Allah’a boyun eğdirmek için böylesi bir yöntemi tercih etmişlerdir. Kaldı ki bu eğitimlerinden sonra insanlara irşad noktasında daha faydalı olmuşlar ve dünya ile bağlarını kopardıklarından dolayı dünyevî beklentilerden uzak sohbetlerinde dinleyenlerin kalplerini yumuşatmışlardır. Ancak sınırlı sayıdaki bu insanların dışındaki genel halk katmanı normal gündelik hayatlarını devam ettirmeyi sürdürmüştür. Dolayısıyla inzivâya çekilen veya ibâdete yoğunlaşan az sayıdaki insanın kişisel tercihinden toplumsal bir sonuç çıkarmak son derece yanlış olur. Kaldı ki, her toplumda ve zamanda, farklı din mensuplarında bile benzeri durumlar görülebilmektedir.
İslâm’ın İstediği
İslâm’ın bizden istemiş olduğu ailemizin geçimini temin etmek için çalışmak ve hangi iş kolunda olursak olalım yeryüzünün daha güzel olması için gayret göstermektir. Dolayısıyla insan gündelik dünyevî yaşantısını helal çizgide devam ettirecektir. Köylüyse elbette tarlasına gidecek ve ekimini yapacaktır. Şehirde ise fabrikadaki veya başka yerdeki işine devam edecek, iâşesini temin edecektir. Zaten her Müslüman “yatarak ve sadece duâ etmek suretiyle gökten ağzına bir şey düşmeyeceğini” bilir. Dolayısıyla mü’min çalışmanın zorunluluğuna inanır. Lâkin İslâm’ın ondan istemiş olduğu şey, geçici hayatı ana hedefi hâline getirmemesi, dünyalığı artıracağım diye çabalarken insânî değerlerden kopmaması ve yaratılış amacından uzaklaşmamasıdır. Dolayısıyla dünya ve âhireti belli bir denge içerisinde yürütmesi gerekmektedir. Çünkü dünya sevgisi öne geçtiği zaman, eline geçen kazancı hırsını daha fazla artırır, âhirete olan iştiyâkını ve gayretini zayıflatır. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) dünyanın değersiz oluşuna çok vurgu yapmıştır. Dünya malının tatlı ve çekici olduğunu[12], dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olmadığını belirtmiş[13] ve âhiret nimetleri karşısında dünya nimetlerinin değersizliğine işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Âhiret nimeti karşısında dünya nimeti, sizden birinizin parmağını denize batırması gibidir. O parmak denizden ne kadar su ile döner, ona bir baksın!”[14]
İnsanın dünya ve âhiret dengesini kurabilmesi gerçekten zordur ve çaba gerektirir. Çünkü dünyalık arttıkça insandaki nefsânî istekler ve daha fazla dünyalık elde etme arzusu kamçılanır. Mü’min kişi bu arada ibâdetlerini ve diğer nâfile görevlerini yerine getirmeye gayret etse bile içinde boğulduğu dünya telaşı onu baskısı altına alarak kulluk görevlerinden lezzet alamaz hâle getirebilir. Bazı Müslümanların akılları işlerinde, çeklerinde ve senetlerinde olduğu hâlde şeklen namaz kılmaları bundandır. Bu yüzden belki de bir kez olsun gerçek anlamda Allah’ı akla getirerek dört rekât kılabilmek çok zor olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yaptığı
Rasûlullah Medine’de devletin başkanlığını üstlendikten sonra ashâbı normal olarak işlerine devam etmeyi sürdürmüşlerdir. Hiç kimseden develerini veya hurmalıklarını bırakarak gün boyu yanında durmalarını istememiştir. Herkes tabîî yaşantısını devam ettirmiş, özellikle namaz vakitlerinde mescide gelmeye gayret etmişlerdir. Ticârî faaliyetler de devam etmiş, kervanlar gelip gitmeye ve diğer faaliyetler yürütülmeye devam etmiştir. Medine pazarı periyodik olarak açılmıştır. Dolayısıyla her görevin hakkı verilmeye gayret edilmiştir. Kaldı ki ticârî faaliyetler sürdürülmeden sadece duâ veya ibâdetle toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Yeryüzündeki en büyük krizlerde ve hatta salgınlarda bile devletler bunlarla mücâdele ederken diğer yandan da ticârî faaliyetleri ve üretimi sürdürmeye devam etmişlerdir. Çünkü giderlerin karşılanması için gelire ihtiyaç vardır.
Bazı sahâbîlerin her zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında bulunamayışı ve bazı hadisleri diğer sahâbîlerden öğrenmek durumunda kalmalarının sebebi buydu. Nitekim Hz. Ömer de bir dönem nöbetleşe olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına gittiklerini ve öğrendiklerini birbirlerine aktardıklarını söylemektedir[15] İbn Abbas da Hz. Peygamber (s.a.v.)’den aktardıkları hadislerin hepsini bizâtihî duymadıklarını, bunları diğer sahâbîlerden öğrenerek aktardıklarını söylemektedir.[16] Dolayısıyla hayat normal şekilde helal dairede akışını sürdürmekteydi. Ama hepimiz biliyoruz ki, Allah Rasûlü ve arkadaşları İslâm’ı en güzel şekilde yaşıyorlardı.
Ölçü
Dîvân-ı Hulûsi-î Dârendevî’den bir beyit:
Şugl-ı dünyâdan arıt içini hîç çekme elem
Nâr-ı aşk ile tutuşup sînesi çâk olagör
(Dünya meşgûliyetlerinden içini temizle, hiç elem çekme. Aşk ateşi ile tutuşup göğsü yaralı olmaya bak.)
Dünya meşgûliyetinin bizleri Rabb’imizden uzaklaştırıp uzaklaştırmadığını kendi üzerimizde uygulayacağımız basit testlerle anlayabiliriz. Kılmış olduğumuz namazdan almış olduğumuz lezzete bakalım. Şekil olarak ayakta durup secdeye mi gidiyoruz yoksa Rabb’imizin huzurunda durduğumuzun bilinciyle yüreğimiz kıpraşıyor mu? Orucumuzu tutarken nefsimizi kontrol altına alıp ahlâkımızı daha bir güzelleştirip imanımızı kemâlâta taşıyabiliyor muyuz? Sadece farzlarla yetinmeyip hayatımızı tesbîhât da dâhil olmak üzere nâfilelerle süsleyebiliyor muyuz? Akşam yastığa başımızı koyduğumuzda beş dakikalık bir iman sorgulaması sonrasında günümüzün âhiret sermayemizi artırmayla mı geçtiğini yoksa Allah’tan biraz daha mı uzaklaştığımızı çok kolay anlayabiliriz. Her insan kendi muhâsebesini samîmî bir şekilde yapabilir. Çünkü kandıracağı, iknâ etmek durumunda olacağı kimse yoktur. Bu kısa muhâsebe hayatının hangi yönde aktığını ona göstermeye yetecektir. Öyleyse yastığa başımızı koyduğumuzda şu basit soruyla işe başlayalım: “Bugün Allah için ne yaptım?”
[1] Taberânî, Musnedu'ş-Şâmiyyîn, rakam: 165; el-Mu'cemu's-Sağîr, rakam: 63; Tirmizî, rakam: 2333.
[2] 2/Bakara, 29.
[3] 2/Bakara, 201.
[4] 3/Âl-i İmrân, 14.
[5] 18/Kehf, 46.
[6] 57/Hadîd, 20.
[7] 87/A’lâ, 16-17.
[8] 79/Nâziât, 37-39.
[9] Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 2893.
[10] Kenzu’l-Ummâl, 5379.
[11] Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 6665.
[12] Bkz. Buhârî, 1465.
[13] Bkz. Tirmizî, 2320.
[14] Tirmizî, 2323.
[15] Bkz. Buhârî, 2468.
[16] Bkz. Râmhurmuzî, Muhaddis, s. 235, rakam: 133.
Enbiya YILDIRIM
YazarBundan 30 yıl kadar önce ülkemizde yaşayan insanların dinlerini öğrenmek istediklerinde mürâcaat edecekleri eserlerin sayısı oldukça azdı. Mevcût kitapların pek çoğu Arap dünyasından veya Pakistan’dan...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Yüce Allah, âyetlerinde Peygamberimiz (s.a.v.)’i bize uyulması/izlenmesi gereken en güzel örnek olarak anlatır. Onun ahlakının muhteşem oluşunu söyler. Onun sıradan herhangi bir insan olmadığını, seçk...
Yazar: Ali AKPINAR
Hemen hemen hepimizin şikâyetidir, ibâdetlerden lezzet alamamak. “Ben namazlarımı âdâbına uygun şekilde kılmaya gayret ediyorum, ancak bir türlü dünyadan kendimi koparamıyorum.” diyenimiz çoktur. “Niy...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Bazen öyle daralır, öyle sıkışırız ki; sığınacak, derdimizi dökecek ve gözyaşlarımızı yanında rahatça akıtacağımız birini ararız. Böylesi durumlarda en rahat sığınacağımız, sıkıntımızı rahatça arz ede...
Yazar: Enbiya YILDIRIM