Mimarimizin Zarif Sanatkârı Aydın Yüksel
Günümüzde yaşayan sanatkârlar arasında mütevazı duruşuyla ama yaptığı kıymetli eserlerle bilinen bir mimarımız vardır: Dr. İbrahim Aydın Yüksel. Aydın Bey’i mimari ile alakadar olanların büyük çoğunluğu tanır, bilir, hizmetlerini takdir eder. Ama geniş kesimler pek haberdar değil kendisinden. Zaten onun da böyle bir talebi, beklentisi yoktur. O, hayatı bir emanet olarak kabul eden, ömrünü medeniyetimize hasreden bir iman, sanat ve gönül insanıdır. Hakikaten ‘Hezarfen’dir. Öncelikle mimardır, sanat tarihçisidir, ilim adamı ve yazardır. Bunların yanı sıra restoratör, hattat, dekoratördür.
Aydın Bey’in şüphesiz en büyük ilham kaynağı Ekrem Hakkı Ayverdi’dir. Başta İstanbul’un muhtelif semtlerinde olmak üzere Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve bilhassa kardeş ülke Azerbaycan’ın başşehri Bakü’de bazı mimarî eserler yaptı. Bilhassa cami ve çeşmelere imza attı. Bundan yıllar önce Aydın Bey ve bazı dostlarla Zeytinburnu Kazlıçeşme Mahallesi’nde bulunan Seyyid Nizam Tekkesi’ne gitmiştik. Tekkenin yanındaki Seyyid Nizam Camii onun imzasını taşıyor.
Bu güzel mabedimiz, mükemmel bir görünüşe sahip. Geçmişten devşirdiği güzellikleri bugüne taşımıştır. Sadece caminin içi değil, minaresi, kubbesi ve şadırvanı ile de insana ferahlık veren bir yapı. Sadece bu eser bile Aydın Bey’in müktesebatı ve üstatlığı hakkında fikir vermeye yeter. O, mimarimize en büyük hizmetleri edenlerin başında gelen Ekrem Hakkı Ayverdi’nin günümüzdeki temsilcisi, takipçisi, talebesi, manevî evladı ve ‘hayrül halefi’dir. Bunlar, mesleğindeki ‘doktorluk’ unvanının önünde gelir. Hatta bunlara bir husus daha eklemek istiyorum. O, aynı zamanda bir ‘sohbet ve muhabbet adamıdır, gönül insanıdır.’ Kubbealtı’nda çalışırken yakın dostlarıyla yaptığı samimi sohbetlerin şahidi oldum. Önce hayat hikâyesine kısaca bakalım:
Uzun yıllar Avrupa’da bulunan Osmanlı mimarî eserlerini araştıran İ. Aydın Yüksel, 1939’da Erzurum Oltu’da doğdu. 1966 senesinde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Süsleme Sanatı Yüksek Kısmı, İç Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. 1966-68 yılları arasında Tuzla Piyade Okulu ve İstanbul Askerî Müzesi’nde askerliğini yaptı. 1975’de Yüksek Mimarlık bölümünü tamamladı. Akademide okuduğu yıllarda 1961 ve 1964 yılları arasında Hattat Halim Özyazıcı’dan nesih, rik’a ve sülüs yazılarını, 1965’den itibaren de Tanbûrî Hafız Kemal Batanay’dan talik yazılarını meşk etti.
1979-1983 seneleri arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nde Prof. Dr. Oktay Aslanapa yönetiminde “II Bâyezîd-Yavuz Selim Devri Mimarî Eserleri ve Türk Mimarisinin Gelişmesi” isimli tez çalışmasını tamamlayarak, ‘Doktor’ unvanını aldı. 1961-1966 ve 1968-1974 senelerinde Ekrem Hakkı Ayverdi ile birlikte başlangıcından itibaren Fatih Devri sonuna kadar Türk mimarisinin araştırılmasında rölöve çalışmaları ve çizimleri, telifi ve neşredilmesi projesinde çalıştı. Daha sonra, 1975-1983 döneminde yine Ekrem Hakkı Ayverdi ile beraber Avrupa’da bulunan Osmanlı mimarî eserlerini tetkik, telif ve neşretti.
1966 yılından itibaren yurt içi ve yurt dışında proje, kontrollük ve uygulamalarda bulundu. 1984’ten 1989’a kadar Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Sanat Dersleri verdi. 1989’dan itibaren 15 Mart 2002 tarihinde emekli oluncaya kadar Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yapı Bilgisi Ana sanat Dalı’nda öğretim görevlisi olarak hizmet etti.1968’de çalışmaya başladığı İstanbul Fetih Cemiyeti yönetim kurulunda genel sekreter ve başkan olarak vazife gördü.
Bu hizmetleri 2008’e kadar devam etti. 1984’den itibaren Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı kurucu mütevellisi ve Cenan Kültür ve Sağlık Vakfı mütevelli üyesi; 2004’den itibaren de TAÇ Vakfı şeref üyesidir. İngilizce bilen Aydın Yüksel, Marmara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Semahat Yüksel ile evli olup, iki çocuk babasıdır. İstanbul Fetih Cemiyeti’nin, Aydın Yüksel için hazırladığı Yüksek Mimar Dr. Aydın Yüksel’e Armağan isimli kitabın tanıtım toplantısı, 5 Ocak 2013 Cumartesi günü cemiyetin hizmet verdiği Çarşıkapı’da Karamustafa Paşa Medresesi’nde gerçekleşmişti. Bu nezih mekâna sanatkârlar ve bilhassa mimarlar katılmıştı.
Mimarimize Dair Eserleri
1980 senesinden itibaren çeşitli dergi, kitap ve ansiklopedilerde çok sayıda makale, araştırma ve madde telif eden Aydın Yüksel’in eserleri çoktur. Bunların muhtevası hakkında tafsilatlı bilgi vermek ayrı bir çalışmayı gerektirdiği için şimdilik sadece eserlerin isimlerini zikredelim: Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri (E. H. Ayverdi ile birlikte), İlk 250 senenin Osmanlı Mimarisi (E. H. Ayverdi ile birlikte), Osmanlı Mimarisinde II. Bâyezîd-Yavuz Selim Devri, Osmanlı Mimarisinde Kanûnî Sultan Süleyman Devri, Padişah Türbeleri (Bülent Çetinor ile birlikte), Risâle-i Mimariye, Okçuluk Sicil Defteri.
Serdengeçti’yi Anlatıvermek Çok Zor
Aydın Yüksel Bey ile 23 Şubat 2009 tarihinde uzun bir mülakat yapmış ve mimarimizin temel meselelerini konuşmuştuk. Orada aile şeceresinden bahsederken amcası Osman Yüksel Serdengeçti’yi de anmıştık. “Necip Fazıl Kısakürek’in yakın arkadaşı ve dava adamı olan Osman Yüksel Serdengeçti amcanız. Bir yeğeni olarak bize efsaneleşen Osman Yüksel portresi çizer misiniz? Hisleri, düşünceleri, mücadeleleri, mizah dünyası, heyecanı ve aksiyonu ile Serdengeçti kimdir, nasıl bir kişiliğe sahiptir?” soruma Yüksel, “Osman Yüksel ayrı şahsiyet özellikleri olan ayrı bir karakterdir. Ailemiz içinde o tektir. Hiç birimiz onun gibi pervasız bir mücadeleci ve ‘serdengeçti’ olmadık.” diyordu. Çocukluğunda amcasının çıkardığı Serdengeçti mecmuasının onun en iyi izah eden kaynaklar olduğunu hatırlatan Yüksel, hayatı boyunca fikirlerini, hapishane hayatını, hatıralarını ve nüktelerini dinlediğini belirttikten sonra “Osman Yüksel hakkında bazı kimseler bazı kitaplar kaleme aldılar. Onu böyle bir çırpıda anlatıvermek çok zor olsa gerek.” demişti.
Kıymetli Hocaların Talebesi
Aydın Bey, tahsil yıllarındaki kıymetli hocalarını rahmetle anıp hatıralarını yâd ederken şöyle dedi: “O sırada resim ve grafik sanatlarıyla çok uğraştığım gibi, büyük bir talih eseri -ki hakikaten şükredeceğim bir talih bu- o sırada Akademi hocalarından ve bence son devrin en büyük hattatı olan merhum Halim Efendi’nin (Halim Özyazıcı) talebesi oldum ve 1964’deki vefatına kadar ondan nesih, rık’a ve sülüs gibi üç ayrı çeşit yazı meşk ettim. Onun yazıyı tarifi, süratle yazışı unutulmaz. Büyük sanatkârdı. Rahmet olsun. Ancak ikinci olarak tekrar bir beş yıl daha -hele otuz yaşından sonra- mimarlık okumaya cesaret etmemde yine Ekrem Hakkı merhumun bir parça dahli vardır. Zira ikide bir bana “Ah bir mimar olsan.” der dururdu. İmkân ve fırsatlar elverdi ve buna cesaret ettim. Yine bir talih diyeyim, aynı Akademinin, -bu sefer adı Mimar Sinan Üniversitesi oldu- yıllar sonra Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundum.”
Kemal Batanay Halis İnsandı
Büyük sanatkâr Kemal Batanay’ın da talebesi olan Aydın Yüksel, hocasından ‘ud ve hat dersleri’ aldı. Hocası Batanay’ı şöyle hatırlıyor:
“Evet, Halim Efendi Hoca’mın vefatından sonra birkaç ders Hamid Bey’e devam ettim, ancak fazla yürütemedim. Fakat yine Ekrem Bey’in delâletiyle 1965’de Tanbûrî-Hattat Hafız Kemal Batanay’ın talebesi oldum. Aslında ben Halim Efendi’ye devam ederken birkaç defa yanında Hafız Kemal Bey’e de tesadüf etmiştim, ama tanımıyordum. Hafız Kemal Bey’den önce talik yazısı meşk ederken, bir müddet sonra bir arkadaşımın ısrarı ile aynı zamanda musıkî ile uğraşmaya ve -ud değil- tanbur dersi almaya başladım. Hatta Kemal Hoca arkadaşım Mimar Fahri Toğuç’la bana bir müddet usulle birçok eser de geçti. Tanbur dersleri için Naima Hanım’ın Murad Usta yapımı bir tanburunu satın aldım.
Birkaç defa kırılan o tanbur hâlâ oğlumda duruyor. Ancak ben maalesef musıkîyi beceremedim ve tanburda biraz ilerlememe rağmen pek kabiliyet gösteremedim. Daha doğrusu o kadar çok şeyle meşgul idim ki, her biri ortaklık kabul etmeyen sanat kollarıydı bunlar. Ama talik hattını Kemal Bey’in 1981’deki vefatına kadar -bazı aralıklarla- bir hayli yazdım. Fakat esef ederim ki, gerek Halim Efendi ve gerekse Kemal Bey’le çalışırken hatıra kabilinden hemen hiç not almadım. Her şey hâlâ zayıf olan hafızama dayanıyor. Hâlbuki Kemal Bey’den hayatı ile ilgili çok şey dinledim, fakat maalesef çoğunu tam olarak aklımda tutamadım. Hafız Kemal Bey, yine Ekrem Hakkı Bey’in ifadesiyle söyleyeyim, ‘hâlis insan’dı. Samimi, çok dindar, şen, çok duygulu, büyük bir mûsıkî üstâdı, bestekâr, tanbûrî ve hattattı. Onunla geçen dersler aynı zamanda eğlenceli de olurdu.”
Arif Nihat Asya’nın Talebesi
Aydın Bey musikinin yanı sıra şiirle de ilgilenmiş hatta bir ara şiir de yazmış. Bayrak Şairi Arif Nihad Asya’dan şiir ve aruz dersleri almış. “Şiir maceranızı ve Arif Nihad Hoca’yı anlatır mısınız?” soruma şu cevabı aldım:
“Aman efendim, buna şiir yazmak denmez. Ancak lise talebesi bir çocuğun basit ve olağan bir hevesi denebilir. Hemen herkes az veya çok o devreden geçmiştir zannederim. Ama Arif Nihat Asya’nın talebesi olma talihine şükrediyorum ve kendisine rahmet diliyorum. O çok renkli bir sima idi. Ancak öğrencisi olmadan önce tanımıyordum. Hâlbuki hakkında çok hikâyeler anlatılan, talebesi olmakla öğünülen birisi olduğunu sonradan öğrendik. Onu, liseye heybe gibi sarkmış deri çantası, hemen her zaman kirli gibi duran kalın gözlükleri ile gelirken görürdük. Dersleri bir başka âlemdi. Elleri arkasında iri taşlı tesbihini çekerek dolaşır ve konuşurdu.
Diğer hocalardan başka bir dille konuştuğunu ve bir başka dünyanın kapısını araladığını fark etmiştik. Nice beyitler, darbımeseller söyler, değişik kompozisyon mevzuları verirdi. Hatta Arapça darb-ı meseller duyuyorduk. Birçoğu hâlâ ezberimdedir. Yûnus Emre’nin söylediği hikmetlerden, tasavvufî hikâyelerden konular verir ve kompozisyon olarak yazmamızı isterdi. Arif Nihat Asya’nın edebiyat derslerinde öğrettiği birçok şeyin yanında pek tabii ki aruz da vardı. Ben de birkaç denememi kendisine göstererek tenkit ve tashih ettirmiştim. O ellili yıllarda lise ve üniversite talebeleri arasında şiirin çok önemli bir yeri vardı. Her hafta Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ve başka bazı yerlerde şiir günleri olurdu. Bizler, liseden çıkıp kendi isteğimizle şiir dinlemeye giderdik. Şimdi bunlar inanılır gibi değil.”
İrfan Sahibi Bir Aile
Aydın Bey irfan sahibi, sanatı seven, edebiyatı bilen bir aileye sahip. Böyle bir muhitte büyüdüğü için birçok kıymetli sanatkârı yakından tanıdı. İşte anlattıkları:
“Şiir benim dünyama çok küçükken girmiştir diyebilirim. Ama her ânımı şiirle dolduracak kadar değil. Şair de olmadım. Babamın zaman zaman Mehmed Âkif’den, Fuzûlî’den kıt’alar, beyitler okuduğunu hatırlıyorum. Ben daha herhalde on yaşlarındaydım, Kurtuluştan Sonrakiler isminde bir şiir kitabı vardı. Onu neredeyse ezberleyecek kadar çok okumuştum. Bugün birçok unutulmuş şairi ve şiiri o zaman tanıdım ve hatta tekrar tekrar okuduğum için kendiliğinden ezberimde mısralar, beyitler kaldı.
Daha sonra ise, daha çok divan şiirlerinden veya ona yakın söyleyenleri tercih eder oldum. Faruk Nafiz, Yahya Kemal gibileri. Mesela Faruk Nafiz’in Han Duvarları’nı ilk defa o kitaptan babam okumuştu ve izah etmişti. Hatta Nazım Hikmet’in birçok şiirlerinin parçaları hâlâ aklımdadır. Aslında o çocukluk yıllarında bile -ki Çankırı’daydık- biz bir alay ayağı çıplak hayta çocuk Halkevi Kütüphanesi’ne gider kitap okurduk. Bu şimdi garip geliyor bana. Velilerimiz götürmezdi, kendimiz giderdik ve her hafta gelen çocuk dergilerini beklerdik.”
Resimleri ve Desenleri
Aydın Bey’in birçok kitabı süsleyen resimleri ve desenleri vardır. Ruhu ve gönlü okşayan bu çizimleri sorduğumda şu cevabı alıyorum: “Ressam değilim. Fakat çok küçük yaşlarımdan itibaren resimle derinden alâka kurduğumu hatırlıyorum. Bu ilgimi babam ve etrafım ve okuldaki hocalarım çok destekledi. Üniversite yıllarında ise bir reklam stüdyosunda çalıştım. Mesleğim itibariyle de resimle ilgim devam etmekte, ama dediğim gibi ressam değilim. Çok küçük yaşlarımdan itibaren resimli romanlar, kitap kapakları, kitap resimleri veya bazen de tablolar yaptım. Hâlâ zaman zaman resimle meşguliyetim devam ediyor. Ama ressamlığa hiçbir zaman bir meslek olarak bakmadım.”
Aydın Yüksel Bey, Ekrem Hakkı Bey’den sonra adı İstanbul Fetih Cemiyeti ile özdeşleşen bir sima. Bu güzel müessesede yaklaşık 40 yıl üyelik, yönetim kurulu üyeliği ve başkanlık yapan Yüksel, bu müessesede birçok kıymetli eserin neşredilmesine, hayırlı hizmetlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bu idari görevlerin dışında asıl eserleriyle tanındı ve sevildi.
Ekrem Bey’in Başlattığı Hizmeti Sürdürdü
Bilindiği gibi Ekrem Hakkı Bey mimarî çalışmalarını Osmanlı’nın kuruluşundan başlatmış ve Fatih Devrine kadar getirmişti. Aydın Bey de II. Bâyezîd, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman Dönemlerini ele alan mühim eserler kaleme aldı. Kanûnî Devri’nde sadece İstanbul’daki mimarî eserler üstünde durdu. Bu çalışmalarla alakalı olarak şu izahatı alıyoruz:
“Ekrem Bey’le çalışırken ona Fatih Devri’nden sonrasını ve hatta Kanûnî Devri’ni yazmayı düşünüp düşünmediğini sorduğumda, düşünmediğini, artık onu da başkalarının, belki de devletin yapması gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine, benim yazıp yazamayacağımı sormuş ve ruhsat almıştım. Kendisine bunun bir kataloğunun veya bir listesinin olup olmadığını sorduğumda, meşhur kahkahasıyla beraber bizzat bulmam lâzım geldiğini söylemişti Ve böylece 1975’lerden itibaren seyahatlerim ve çalışmalarım sırasında dikkatimi II. Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selim Devrine çevirdim ve fişler, notlar hazırlamaya başladım.
Tabii her müşkülde ve her meselede yanımda bir müracaat mercii olarak bulunması beni çok rahatlatıyordu. O zamana kadar çizmiş, fakat yazmamıştım. Ama çok okuyordum, bilhassa tarih. Böylece 1983’de basılarak Ekrem Bey’in dört cilt olarak hazırladığı eserin beşincisi vermek nasip oldu. Kendisini bu sebeple de rahmetle anıyorum. Bu çalışma Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın idaresinde bir doktora çalışmasına dönüştü. Daha sonra, 1987’de İş Bankası’nın Sanat Tarihi dalında Toplum ve İnsan Bilimleri Büyük Ödülü’ne layık görüldü.
Bana Kanûnî Devri’ni yazmaya cür’et etmek, delilik gibi geliyor. Ekrem Bey’in niçin buna tevessül etmediğini daha iyi anlıyorum. Kanûnî Devri’ni yazmak aslında Bâyezîd ve Yavuz’u yazarken kararlaştırılmıştı. Daha doğrusu böylece Mimar Sinan yazılacaktı. Ama Mimar Sinan’ın tâ II. Selim’e kadar varan uzun ve bereketli hayatı işi o kadar büyüttü ki, buna cesaret edemedim ve çalışmayı Kanûnî’nin ölümü ile bitirmeye karar verdim. Aynı zamanda da imparatorluğun o sıradaki kudreti, imar işlerinin hacmi ve hudutlarının genişliği, çalışmayı üçe ayırmaya sebep oldu.
Bu yüzden de bunlardan ancak İstanbul bahsi yazılabildi ve 2004’de basıldı. Daha sonrası ise Anadolu ve imparatorluğun Anadolu hudutlarının dışı olması gerekiyor. Yani iki cilt daha yazılması lâzım. Bir müddet bekledikten sonra tekrar yavaş yavaş Anadolu bahsini ele aldım, çalışıyorum, ancak ne zaman biter bilemiyorum veya bitirmek nasip olur mu? Zira çok seyahat gerekiyor. Ama bir yandan II. Bâyezîd ve Yavuz Devrini yeniden gözden geçirmeye ve yazmaya başladım. Çünkü zaman içinde bazı yeni bilgiler ve derkenarlar ortaya çıktı.”
Ayverdi’nin İnsanî Vasıfları
Ekrem Hakkı Bey’le İstanbul’da 1961’de tanışan Aydın Yüksel aynı gün Sâmiha Ayverdi ile de mülaki oldu. Bu tanışma ömür boyu sürecek bir gönül bağını, ideal birliğini de beraberinde getirdi. İstanbul Fetih Cemiyeti Başkanı olan Ekrem Hakkı Bey’in Fatih’teki evinin kiracısı, cemiyette de genel sekreteri oldu. Birlikte çalıştılar, seyahatlere çıktılar. Ekrem Hakkı Bey’in hususiyetleri, bilhassa gayreti, çalışması ve nüktedanlığı hakkında Aydın Bey şunları söylüyor:
“Ekrem Hakkı Bey, kendisi ile ilk görüşen için herhalde otoriter ve karizmatik bir şahsiyet olarak tezahür eder kanaatimce. Aynı zamanda nüktedan, bazen da bir çocuk gibi şakacı, çok çalışkan ve gayretli ve çok tertipli ve intizamlıydı. Aynı zamanda da her şeyin kendi etrafında döndüğünü ve merkez olduğunu hissettiren bir şahsiyetle karşılaşırdınız. Bu bir yaradılış tabii. Aynı zamanda cömert ve bir aristokrat havasına ve yaşayışına rağmen mütevazı idi de. Bir gün birisi hakkında bahsedilirken ona bir iyilik yapamadığını hayıflanarak söylemişti. Aynı zamanda da çok aceleci idi. Ondan ‘Vallahi müsta’celdir.’ sözünü sık sık duyardınız. İstediğinin hemen yapılmasını bekler ve bunu çok iyi takip ederdi.
Ekrem Hakkı Bey bence birçok tarafıyla artık izi hemen hiç kalmamış İstanbul medeniyetinin son temsilcilerindendi. Bizler bugün artık o dünyayı ancak el yordamıyla hissedebiliyoruz gibi geliyor. Ekrem Hakkı Bey Osmanlı-Türk mimarisine ve sanatına hayrandı. Hatta onu dünyanın en büyük mimarisi ve sanatı olarak görürdü. Denebilir ki çalışmalarını yürütmesinde bu görüş en büyük muharrik kuvvet olmuştur. O hakikaten milletini çok severdi. Yahya Kemal’in ‘Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim/Dünya ve ahirette vatandaşlarım benim.’ beytini sıkça tekrarlardı.”
Yaptığı Eserler
Aydın Bey, mütevazı bir sanatkâr ve gönül insanı. Onunla yaptığımız sohbette neredeyse bütün mevzuu Ekrem Hakkı Bey’e getirip kendisi âdeta gölgede kalmayı tercih etti. Hâlbuki kendisinin de mimarimize kazandırdığı pek çok eser var. “Bazı camileri mimarimize ve sanat dünyamıza armağan ettiniz. Bugüne kadar projesini çizdiğiniz ve imzanızı taşıyan camilerin isimlerini sizden öğrenebilir miyiz? Cami mimarisi deyince şuurlu ve hassas vatandaşlarımızı hicrana sürükleyen bir durum var. Yeni yapılan camilerin bir kısmının mimarisi çok kötü. Nispetsiz, zevksiz, mânâsız ve estetikten mahrum mabetler yapılıyor. Bu elbette Mimar Sinan’ı yetiştirmiş büyük bir milletin evlatlarına yakışmıyor. Bu konuda ne gibi tedbirler alınmalıdır. Kimlere hangi mesuliyetler düşüyor?” şeklindeki sualime, Aydın Bey’in cevabı şöyledir:
“Geriye dönüp baktığımda pek fazla mimarlık eseri veremediğim görülüyor. Burada saymamız güç olan bazı ev ve konak ve tatil köyü, çeşme, kabir yapılar ve bazı restorasyonların ve yapılamayan bazı cami ve külliye projelerinin dışında cami olarak ilk önce 1987’de İstanbul Sirkeci’de tren istasyonu yanındaki Kara Mustafa Paşa Camii’ni yaptım. Daha sonra aynı proje kütüphane ve sebili ile birlikte Bahçelievler’deki Şehit Yaşar Musaoğlu Camisi olarak yapıldı. Daha sonra İzmit’te İgsaş Camii tadilâtı, Bayramoğlu Gesi Bağları, Ankara Eryaman Camii proje tadilâtı, İstanbul Bahçeşehir Camii ve Külliyesi, Azerbaycan Bakü’de Şehidlik Camii ve Çeşmesi, Türkmenistan’da bir cami, Alanya Oba Köyü Camii tadilâtı, İstanbul Davud Paşa’da Davud Paşa Camii, Çeçenistan’da Grozni yakınlarında Hedi Ana Türbesi, yine Çeçenistan’da Kurçalov Köyü Camii, son olarak da İstanbul’da Seyyid Nizam Camii (2009).
Bugün yapılan camiler hakkında şikâyetleriniz her kesim halk tarafından dile getiriliyor. Bu sahada tam bir karmaşa hüküm sürmekte. Halkın alışkanlığı olan cami tipini devam ettirmek gayreti ile bu gün alaylı olarak yetişen kalfalar tarafından mümkün olduğu kadar eskiyi taklit eden kubbeli yapılar yapılmakta. Gerekli bilgi ve donanım yok, malzeme ve teknik değişmiş. Dahası bunun geleneği zaten yok olmuş durumda. Klasik mimariyi bilen bazı kıymetli birkaç mimar ise aynı geleneği tekrar etmeğe çabalıyor.
Çünkü yeni ve güzel ve değişik bir şey yapmak çok zor. Yeni bir üslûbun ve karakterin oluşması eski tâbirle ‘tekevvün’ü gerekli. Diğerleri ise ‘modern ve çağdaş’ kelimelerinin arkasına sığınarak eski olan her şey kötüdür kanaati ve kararı ile uçuk, köksüz ve bir gelenek (tradisyonel) çizgisine bağlanmayan şahsiyetsiz binalar yapmakta. Bunu yapanlar, eskiye bağlılığın taklit ve tekrar olduğunu iddia ediyorlar. Onların yaptıkları yeni şeyler de günümüzde yapılan ve çağdaş yorum denilen diğerlerinin taklidi değil mi, diye sormak lazım. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu hususta söylediği bir sözü hatırlıyorum. Sanırım, yeniyi yapmayı beceremeyenler buna kabiliyet kazanıncaya kadar eskiyi taklit etmelidir, gibi bir yorumda bulunurdu.”
Mehmet Nuri YARDIM
YazarOsmanlı-Avusturya ilişkileri her iki devletin de tarihine damgasını vurmuş ve geleceğini belirlemiştir. Osmanlı, Avusturya’ya etkisi yüzyıllarca sürecek olan büyük bir korku ve endişe yaşatmış, tarihi...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Sahâbeden Zübeyir b. Avvam (r.a.)… O’nun Medine’de muhteşem bir hurma bahçesi vardır. Ensar’dan olan bahçe komşusu ile su yüzünden aralarında anlaşmazlık çıkar. Sorunun dinî açıdan çözümü için meseley...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Seyyidler beldesi, güller diyarıBağında bülbülün ötüşü başka.Çiçekler açınca dolaşır arıMiski amber gibi kokuşu başka.Gül derer elleri naziktir, inceGüller aşka gelir açılır goncaSeven sevdiğini Hakta...
Şair: Ramazan PAMUK
Dünyada mevcut olan kıtalar arasında bir kıyaslama yaptığımızda galiba en “mazlum kıta” olarak Afrika’yı kabul etmek gerekiyor. Bu siyah kıtanın mağduriyeti, mazlumluğu nereden geliyor peki? Niçin hep...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM