Allah’ı Bilmede İlahi İsimlerin Önemi
İslâm öncesi Mekke Dönemi’nde çok tanrılı bir ulûhiyet anlayışı vardı. İslâm’ın doğuşundan önce Mekkeliler putperesttiler. Fakat onlarda, daha o zaman tekâmül etmiş, yüce, tek ve her şeye gücü yeten bir İlah fikri de vardı. Yerine göre İlah fikri, dişi ve çoğul bir şekil almayan Allah kelimesiyle de ifade ediliyordu.[1] Müşrikler, taptıkları putları Allah’ın yanında şefâatçi olarak nitelendirmekle birlikte[2], hac günlerinde telbiye ederken Allah’la birlikte ilahlarını da O’na ortak ediyorlardı. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Onlardan çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar.”[3] buyrulması buna örnektir. Yine onların, Allah’a ortak koştukları varlıklar arasında melekler de vardı. Melekleri Allah’ın kızları olarak sayıyorlardı. Kur’an onların bu inançlarını şu şekilde eleştirmiştir: “Zevcesi olmadan nasıl çocuğu olabilir?”[4] “O, doğurmamış ve doğmamıştır.”[5] Câhiliye Arapları, meleklerden ayrı olarak cin ve şeytanlara da taparlardı. Yüce Allah bu konuda, “Allah ile cinler arasında nesep bağı kurdular. Oysa cinler de kendilerinin Allah'ın huzuruna getirileceklerini bilirler.”[6] buyurmuştur. Görüldüğü gibi müşrikler Yüce Allah’ın niteliklerini başka varlıklara vermekle ulûhiyeti parçalamış oluyorlardı.
Tevhid mücâdelesinin önderi Hz. Muhammed (s.a.v.) hayatı boyunca evrensel ölçekte bütün insanlığa, “Tek Allah’ı birleyin ve sadece O’na ibâdet edin, Allah’ın dışındaki varlıklara tapmayın”[7] çağrısında bulunmuştur. Abdullah İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, "Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de bir gece vakti teheccüd namazı kılmış ve secdesinde, "Yâ Rahmân! Yâ Rahîm!" demeye başlamıştı. Bunun üzerine müşrikler, “Muhammed bir tek ilaha duâ ederdi. Şimdi ise Allah ve Rahman diye iki ilaha duâ ediyor. Biz ancak -Müseylemetü'l-Kezzâb'ı kasdederek- Yemâme'nin Rahmânı'nı tanırız, başka Rahman bilmeyiz", demişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah (c.c.) aşağıdaki şu âyet-i kerîmeyi indirmişti:[8]
“De ki; ‘(Rabb’inizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihâyet en güzel isimler O’nundur.”[9]
İslâm itikadında lafza-i Celâl olan Allah kavramı, hem lafız ve hem de mânâ olarak sadece ve sadece Yüce Yaratıcı’nın adına tahsis edilmiştir. İsmin Yüce Allah'a mahsus oluşundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Hiç sen, O’nun adıyla anılan birini bilir misin?”[10] Arapçada “ilah” lafzı, her tür mabut için kullanılan bir isimken, özel bir isim olan Allah lafzı ise, bütün güzel isimlerin (esmâ-i hüsnâ) anlamlarını kendisinde toplamış gerçek İlah’a delâlet eden özel bir isim olup, 99 ismin en büyüğüdür. Çünkü O, ulûhiyet sıfatlarını kendisinde toplayan İlâhî Zat’ın ta kendisidir. Hak isimlerin tamamı, Allah ismine nisbet edilir. Allah ismi ise, diğer isimlerin hiçbirisine nisbet edilmez.[11]
Allah lafzının dışındaki diğer isimlerin her biri ayrı ayrı bir mânâya işaret eder. Meselâ Yüce Allah’ın Alîm ismi, yalnız ilme; Kadîr ismi yalnız kudrete delâlet eder. Dolayısıyla Allah ismi, isimlerin en özelidir. Ne mecaz ve ne de hakîkat olarak Allah’tan başkası için kullanılamaz. Oysa diğer isimler başkaları için de isim olarak verilebilir. Meselâ, kadîr, alîm, rahîm gibi... İşte bu iki sebepten dolayı Allah ismi, 99 ismin en büyüğüdür.[12] İnsan, Allah isminin dışındaki isimlerin mânâsıyla muttasıf olduğundan dolayı, o isimler insana verilebilir. Merhametli kişiye “Rahîm”, bilgili kişiye “Alîm”, mülâyim kişiye “Halîm”, sabırlı kişiye “Sabûr”, adâletli kişiye “Âdil”, cömert kişiye “Kerîm” isminin verilmesi buna en güzel örnektir.[13]
Bütün dillerde, aynı şekilde Türkçede de “Allah” lafzı özel bir isim olduğu için sonuna “ler” ve “lar” ekleri getirilip çoğul yapılamaz. “İlâh” kelimesi cins isim olduğu için sonuna “ler” ve “lar” ekleri getirilerek çoğul yapılabilir. Nitekim câhiliye Arapları inanç sistemlerinde pek çok mâbûda yer verdiklerinden ilahlar tabirini kullanmışlardır. Bundan dolayı Kur’an’da şöyle buyrulur: “Yoksa bizim dışımızda onları koruyacak ilahları mı var? O ilah edindikleri nesneler kendilerine bile yardım edemezler. Zaten onlar bizden de yardım görmezler.”[14] Bir başka âyette de “ilah” sözcüğü şu şekilde geçer: “Fir’avun’un kavminden ileri gelenler dediler ki; ‘Sen (sihirbazları cezâlandıracaksın da) Mûsâ’yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilahlarını terk etsinler diye bırakacak mısın?’ Fir’avun, ‘Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz?’ dedi.”[15] Bu âyetten de anlaşıldığı gibi “İlah” ismi, Allah’tan başka varlıklar için de kullanılmıştır.[16] Allah ismi ise, zat ve mâhiyeti kendisinde toplayan özel bir isim olduğu için çoğul eki kabul etmez. Tevhid inancı da bunu gerektirir.
“Allah” lafza-i Celâli hakkında hak ve keşif ehlinin büyük kısmının görüşü şudur: “Allah” ismi, Müteâl Zât için “alem” bir isimdir. el-Esmâü'1-Hüsnâ, Allah'ın sıfatlarından ibârettir. Anlam bakımından sıfat oldukları için bu isimler, "el-hüsnâ” (en güzel) olarak nitelendirilmişlerdir. Diğer güzel isimlerin tamamı da Allah ismine nisbet ve izâfe edilmiştir. Şu âyetler buna delildir:
“En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle duâ edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsına çarptırılacaklardır.”[17]
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. En güzel isimler O’nundur.”[18]
Bilindiği gibi ulûhiyet düşüncesi, bir sıfat düşüncesidir. Bu bağlamda Allah tasvîrî olarak değil, tavsîfî olarak bilinir. Tavsif, O’nu vasıflandırmak, isimlendirmek ve sıfatlandırmaktır. Allah’ın zâtını beş duyu yoluyla idrâk etmemiz mümkün olmadığı için Zât-ı İlâhî’nin mâhiyeti üzerinde düşünmemiz de doğru değildir. Ancak O’nun fiilleri üzerinde düşünülebilir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Yaratılmışlar hakkında düşününüz, fakat Yaratan hakkında fikir yürütmeyiniz. Çünkü O’nun mâhiyetini kavrayamazsınız.”[19] Şu âyetlerde de bu husus açıkça dile getirilir:
“Gözler onu idrâk edemez ama O, gözleri idrâk eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”[20]
“O, İlk ve Son’dur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”[21]
İslâm dininin telkin ettiği Yüce Yaratıcı’nın öz adı, herhangi bir sözlük mânâsı taşımayan mücerret Allah lafza-i celâlidir. Bunun dışında O'nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem ilâhî Zât'ı niteleyen kavramlara uygun düşmeli ve hem de ta’zîm ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu iki şartın gerçekleşebilmesi için isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O'na nisbet edilmemesi gerekir. Şu âyette bu vurgu gâyet açıktır. "Allah'ın esmâ-i hüsnâsı vardır. O halde O'na bunlarla duâ edin. O'nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın."[22] Bu âyette geçen ve "eğri yola sapanlar" mânâsına gelen “ilhâd”, Allah'ı, Kur'an ve sünnette vârid olmayan bir isimle adlandırmaktır. İlhâdın en büyüğü, Allah'ın isimlerinin mânâlarını nefyetmektir. Bize düşen görev, Allah'ın isimlerini, edep açısından O’na yakışmayan hususlardan tenzih etmek, hakkında vârid olan isimleri te'vîl etmemek; onlar konusunda insanlar arasındaki mânâ ve keyfiyetleri düşünmemek; Kendisine has olan adları başkalarına vermemektir. Zira Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Allah'ın isimleri tevkîfî olup nasla belirlenmiştir. İşte el-Esmâü’l-Hüsnâ, Allah isminin kendilerinden çıktığı sıfatlarının ayrıntı ve açıklamalarıdır. Kur'an'da Allah'ın yüze yakın ismi geçer. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen bir rivâyette de: “Allahu Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Bunları sayan cennete girecektir.” buyrulmuştur.[23] Bu rivâyette geçen “ihsâ” sözcüğü hem bu isimlerin lafızlarını tekrarlamayı ve hem de bu isimleri anlayıp vasıflanmak suretiyle İlâhî ahlak olarak hayatımıza taşımayı ifade eder.
Sonuç, İlâhî isimler, insanın Allah’la münâsebet kurmasını sağlar, İlâhî ahlak ile ahlaklanmak, Yüce Allah’a yaklaşmanın bir vâsıtasıdır. Çünkü Allah'ın en güzel isimleri O'nun kemâl sıfatlarıdır. Bu sıfatlar, ibâdet ve duâlarıyla yalvaran kimseyi Allah'a yaklaştırmaya sevk eder. İnsan duâlarında bu isimlerden hangisini isterse ona tutunarak Allah'a yaklaşır. İsterse, sıfatların birini tutum ve davranışlarında taklid etmek suretiyle de Hakk'a yakın olabilir. Mü’minin gerçek ibâdeti, Allah'a ait bu en güzel isimleri papağan gibi sadece ezberden tekrar etmek değil, her bir isim ve sıfatı düşünerek insan rûhundaki etkilerini denemek, düşünüp taşındıktan sonra da insan olarak uygulayıp yapabildiği ölçüde O'nun ahlâkıyla ahlaklanmaktır.
[1] Bkz. 29/Ankebût, 61. Ayrıca bkz. 23/Mü’minûn, 84–89.
[2] 10/Yûnus, 18.
[3] 12/Yûsuf, 106
[4] 6/En’âm, 101
[5] 112/İhlâs, 3.
[6] 37/Sâffât, 158.
[7] 16/Nahl 36.
[8] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 121.
[9] 17/İsrâ, 110.
[10] 19/Meryem, 65.
[11] Konevî, Sadreddîn, İ’câzü’l-Beyân fî-Tefsîri Ümmi’l-Kur’an, Kum, 1381, s. 153.
[12] Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Kitâbu'l-Esnâ fî-Şerhi Esmâillahi'l-Hüsnâ, Kahire, ts. s. 37.
[13] Gazâlî, Kitâbu'l-Esnâ, s. 37.
[14] 21/Enbiyâ, 43
[15] 7/A’râf, 127.
[16] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, s. 25.
[17] 7/A’râf, 180.
[18] 20/Tâhâ, 8. Ayrıca bkz. 59/Haşr, 24.
[19] Suyûtî, Celâleddin, el-Câmiu’s-Sağîr, Kahire, 1286, I, 454–455.
[20] 6/En’âm, 103.
[21] 57/Hadîd, 3.
[22] 7/A’râf, 180.
[23] Tirmizi, Sünen “Deavât” 82.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarHer bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gerçek dostluğun zayıfladığı, her şeyin yarar ve çıkar ilişkileri üzerine kurulduğu bir çağda yaşıyoruz. Öncelikle dostlukların samîmî ve sahih bir temel üzerine yeniden inşâ edilmesi gerekir. İ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci yaşarken, İslâm dünyasında aynı emperyalist batı, etnik ve mezhep bağlamında yapay ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağme...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ