Tasavvuf Erbâbının Kitap Dostluğu
Kabuğumuzu kırmanın, kafamızı işletmenin yolu okumaktır. İnsan bir yandan kâinatı bir yandan da kendini okumalıdır. Okunan kitaplar insana eşyâyı tanıttığı kadar kendi gerçekliğini de öğretmelidir. Bugün okuyarak kendini geliştirenler yarınki nesillerini inşâ edip geliştirmiş olacaklardır. Kitap okumak bize düşünmeyi, fikirlerimizle beraber var olmayı, hakîkatin peşinde koşmayı ve kendimizi gerçekleştirmeyi öğretecektir. Okumak insanı bin bir gözlü yapar. Okumak bir keşif sanatıdır. Okumak bazen yaşadığımız şehri bazen de dünyayı, bazen geçmişi, bazen de bugünü, bazen bir yabancıyı, bazen de bizzat kendimizi keşfetmeyi sağlayacaktır. Tarih boyunca insanlık kitapla aydınlanmış, kitapla gerçeği öğrenmiş, kitapla hakîkat yolcusu olmuştur. İnsanlar midelerini doldurmak için güzel yemekler aradığı kadar kafalarını besleyecek iyi kitaplar, iyi yazılar ve güzel şiirler aramalıdır. Çünkü kitaptan daha iyi bir dost, okumaktan daha güzel bir meşgale ve kazanç yoktur. Ancak okunacak kitapların iyi seçilmesi gerekmektedir. İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en seçkin zekâlarıyla, önceden tertiplenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir. Akıllı insanlar öğrenmeyi sever. Kitaptan kaçan câhiller ise ders vermeyi tercih eder. Hayatı dolu dolu yaşamak, geleceği anlamak, yaşamı sorgulamak, geçmişi öğrenmek, bilgi almak, dilimizi korumak, zihnimizi işlevsel kılmak, dünyayı keşfetmek, doğru kararlar verebilmek için kitap okumak zorundayız. Kitap okumak zihni besler, yeteneklerimizi artırır, insana olgunluk verir, konuşmaya canlılık katar. Dolmak için okumak gerekmektedir. Cemil Meriç’in ifadesiyle kitap zekâyı kibarlaştırıyor. Zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız. Nuri Pakdil’in tesbitiyle söyleyecek olursak, meydan okuyabilmek için kitap okumak zorundayız. Okunan kitaplar üzerine düşülen notlarla, sordurduğu sorular, cevap bulduğu sorunlarla anlam kazanırdı. “Lâmı cimi yok!” deyimi kitapların okunma gereğini beyan için söylenirdi. Kitap okurken notlar alınırdı. Sual yerine son harfi olan “lam”, cevap yerine ilk harfi olan “cim” konulurdu. Bu şekilde notları yoksa “Lâmı cimi yok!” denilir, tartışılacak bir yanı yok, değerlendirmeye tâbi tutulacak kadar önemi yok değerlendirmesinde bulunulurdu.
Dün de bugün de dünyanın en güçlü ve en gelişmiş ülkeleri en büyük kütüphânelere sahip ülkelerdir. Kütüphâne demek aslında medeniyet demektir. Büyük medeniyetlerin kalıntılarında en dikkate şayan kalıntı görkemli kütüphâneleri olmuştur.
Tarih boyu İslam ülkelerinde kitap ve kütüphâneler, Avrupa ile kıyaslanamayacak derecede yaygındı. Dokuzuncu yüzyılın sonlarında Sâhib İbn Abbâd’a ait kitapların kataloğunu Ebu’l-Hasan el-Beyhakî bizzat gördüğünü ve bunun on cildi bulduğunu belirtmektedir. İslâm dünyasındaki kütüphânelerin zenginliğini, İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’indeki kitaplar göstermektedir. Alfred von Kramer ünlü tarihçi el-Ya’kûbî’den nakille onuncu asır Bağdad’ındaki kitapçı dükkânlarının sayısının 100 civarında olduğunu bildirmektedir. Endülüs Emevî Hükümdarı II. Hakem’in Kurtuba’daki sarayının yanında yaptırdığı kütüphânedeki kitapların sayısı 400.000 cilt idi. Bunların kayıtlı bulunduğu kataloglar da 44 cilt kadardı. Yakut el-Hamevî de bu ciltlerden her birisinin 50 varak olduğunu bildirmektedir.[1]
XI. yüzyıl başında İran’da kitaplara son derece düşkün bir şah yaşardı. Günün birinde uzun ve uzak bir sefere çıkması icap etti. Başka şahlar ya da sultanlar olsa muhtemelen böyle durumlarda saraylarından, rahatlarından ya da câriyelerinden ayrılacaklarına üzülürlerdi, ama bu şah kitaplarından ayrılacaklarına üzülüyordu. Kütüphânesinden ve çok sevdiği elyazmalarından kopmak istemiyordu. Toplam 117 bin kitabı vardı. Sonunda kitaplarını da beraberinde götürmeye karar verdi ve daha evvel duyulmamış bir şey yaptı; 400 deveyi arka arkaya dizerek hepsine çuvallarla kitap yükledi. Develer, harf sırasına göre sırtlarına konulan kitapları taşıyarak şahla beraber sefere çıktı. Dağları, ovaları onunla beraber kat ettiler. Böylece şah yol boyunca ne zaman bir kitaba ulaşmak istese, o harfi taşıyan deveyi bulup eseri kolaylıkla çekip alabiliyordu.[2]
İslâm dünyasında âlimlere ve kitaplara verilen ehemmiyetin zirve örneği Fâtih Sultan Mehmed’dir. Fâtih Dönemi’nin meşhur âlimlerinden, Musannifek lakabıyla bilinen Şeyh Ali b. Mecdüddîn el-Bistâmî, Fâtih’in isteği üzerine kaleme aldığı mantık eseri Farsça Şerh-i Şemsiyye’nin girişinde “bâkıyye-i fâniyye” kavramının, yani fânîlerin yok olmalarından sonra bu dünyada kalıcı olacak eserlerin iki suretle bakâ kazandığını ifade eder. Bunlardan biri tasnif ve telif, diğeri ise talim ve tedristir. Birinci suret hakkında da şu meşhur beyti nakleder:
İlim bir avdır yazmaksa onun bağı
Sağlam iplerle bağla avladıklarını
İlme iştiyâkı yüksek olan Fâtih Sultan Mehmed’e göre bilgi üretiminin ve aktarımının tek kalıcı vâsıtası, kitaplarla haşır neşir olmaktır. Kitaplara duyduğu ilginin birer ifadesi olarak Fâtih Sultan Mehmed, kimi eserlerin tercüme edilmesini, şerh edilmesini ve bazı eserlere hâşiye yazılmasını emretmiştir. Kimi zaman da bir kitapta geçen ince bir meselenin tartışılmasını istemiştir. Tarihi kayıtlarda Fâtih Sultan Mehmed’in sarayında bazı kitapları okuttuğuna veya medreseleri ziyâret edip hocaların bir kitap üzerinden ders takrirlerini takip ettiğine dair rivâyetler vardır.[3]
Fâtih Sultan Mehmed’e göre hakîkat ilimleri üzerine serd-i kelâm eden üç tâife bulunmaktadır. Bunlar da kelâm âlimleri, sûfiler ve filozoflardır. Fâtih Sultan Mehmed bu üç zümrenin varlık hakkındaki görüşlerinin muhâkeme edilmesini istedi. Fenârîzâde Ali Çelebi (ö. 903/1497) bu vazifeyi hakkıyla yapacak ismin Molla Câmî (ö. 898/1492) olacağını söyleyince, Molla Câmî’ye hediyelerle birlikte bir elçi göndererek bu muhâkemeyi yapmasını istedi. Molla Câmî de ed-Dürreti’l-Fâhire adlı eserini yazıp Fâtih Sultan Mehmed’e gönderdi. Ancak eser Sultan’ın vefâtından sonra İstanbul’a ulaşabildi.
Fâtih Sultan Mehmed’in talepte bulunduğu bir diğer isim Alâeddîn Ali et-Tûsî (ö. 887/1482) idi. Alâeddîn Ali et-Tûsî’den İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) Tehâfüt’ü hakkında muhâkeme yapmasını istemiştir. Yine Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413) Şerhu’l-Mevâkıf ve Hikmetü’l-Ayn Hâşiyesi’ndeki “Evren’in merkezi” hakkındaki görüşlerini İstanbul ulemâsından değerlendirmelerini istemiştir. Sultan’ın bu meraklı isteği sonucunda dönemin on beş âlimi on beş risâle kaleme alıp kendisine sunmuştur. Bununla merakı dinmeyen Fâtih, Horasan bölgesinden İstanbul’a göç eden Ebû İshak en-Neyrizî’den (ö. 884/1479) de konuyu inceleyen bir kitap yazmasını istemiştir. O da daha önce sorunu ele alan on beş risâleyi değerlendirtip kendi görüşlerini ortaya koyduğu Takrîru’l-Hakk fi’l-Merkez adlı eseri vücûda getirmiştir. Fıkıh alanında ise Molla Hüsrev’den fıkıh usulüne dair bir eser yazmasını istemiştir. Molla Hüsrev’in risâle girişinde verdiği bilgiye göre Sultan “edebî/mânevî” ilimleri bitirip aklî ilimlerin inceliklerinde en yüksek mertebelere ulaşınca, şer’î hükümlerin hakîkatlerine vâkıf olmak ve tafsîlî delillerin fer’î meseleleri nasıl ifade ettiğini öğrenmek istemiş, bu nedenle içtihâdın anlamının açıklanmasını talep etmiş, Kur’ân ve sünnetten ibâre, işaret, delâlet ve iktizâ yoluyla şer’î hükümlerin istinbât şekline dair örneklerin anlatılmasını emretmiştir.[4]
Medeniyetimiz kitapla aydınlanmış, ilimle yoğrulmuş, kütüphânelerle neşv ü nemâ bulmuşken, tasavvuf erbâbına yöneltilen eleştirilerin başında onların kitaptan uzak kalmaları, ilmi bir tarafa bırakmaları, kitaplarını yakmaları veya suya atmaları dile getirilmiştir. Gerçekten sûfîler kitaplara karşı mesâfeli bir tavır mı sergilemişlerdir?
Birkaç örnekle bu makalemizde konuyu değerlendirmek istiyoruz. Öncelikle söylemeliyiz ki, seyr u sülûk eğitimi “kalpten kalbe” bir yolculuktur. Tekke eğitiminde “gönül kitabının okunması” esastır. Bir diğer ifadeyle “Tasavvuf kâl ilmi değil hâl ilmidir.” Bu tesbitler tasavvuf erbâbının kitaptan, yazıdan, okumaktan ve zâhirî ilimlerden uzak oldukları anlamına gelmez. Kadim kütüphânelerimize baktığımızda sûfî müelliflerin tasavvuftan fıkha, kelâmdan felsefeye, anatomiden tıbba, astronomiden fiziğe, kimyadan geometriye, tarihten coğrafyaya kadar çok farklı disiplinlerde çok sayıda eserler yazdıklarını görmekteyiz.
Tekke mensuplarının kitapla olan sıcak ilişkilerinin bir diğer belgesi ise kurdukları kütüphânelerdir. Şu anda dünyanın en çok yazma eserine sahip kütüphânelerinin başında gelen Süleymaniye Kütüphânesi’nin bölümlerine bakıldığında bu gerçek görülebilir. Günümüzde yazma eserleri ihtivâ eden kütüphânenin en zengin bölümü “Bursa Ulu Cami” bölümüdür. Bu kütüphâneyi kuran Münzevî Dergâhı’nın kurucusu Nakşî şeyhi Abdullah Münzevî’dir. Aynı şeyh ikinci kütüphâneyi de dergâhında kurmuştur. Tekke kütüphâneleri olmasaydı, kütüphânelerimizin bu kadar zengin olamayacağı çok açık bir gerçektir. 1925’te tekkeler sırlandıktan sonra şeyh efendilerin bir kısmı, yazma eserler ihtivâ eden kütüphânelerde görev yapmışlardır. Harîrîzâde Kemaleddîn Efendi’nin Tibyanu Vesâili’l-Hakâik’ı, Bursalı Mehmed Tahir Efendi’nin Osmanlı Müellifleri, Hüseyin Vassaf’ın Sefîne-i Evliyâ’sı, Sâdık Vicdanî’nin Tomar-ı Turuk-ı Aliyye’si ve Ahmed Hilmi’nin Hâdîkatü’l-Evliyâ’sı İstanbul’un ilim, irfan ve sanat hayatını canlı tutan Osmanlı sûfîlerinin bilgelik yolculuklarını ortaya koymaktadır.[5]
Tekke kütüphâneleri tasavvuf erbâbının ilme ve sanata ne denli ehemmiyet gösterdiklerinin birer örneğidir. Tekkelerde kurulan kütüphâneler ve kitap bölümleri tekkeleri kitap koleksiyonunun önemli adresi olarak göstermektedir. Tekkeler çok sayıda kitabın toplandığı, muhâfaza edildiği ve korunduğu yer olmakla birlikte aynı zamanda kimi kitapların yazıldığı ve sıklıkla okunduğu yerler olmaları bakımından da önem taşımaktadır. Dervişlerin günlük evrâdından başka Mesnevî, Füsûsü’l-Hikem, Avârifu’l-Maârif, Risâle-yi Kuşeyrî, Hikem-i Atâiyye, İhyâ-yı Ulûmişddîn, Kûtu’l-Kulûb, Mektûbât-ı Rabbânî, Nefehâtü’l-Üns gibi tasavvuf eserleri tekkelerde ya bir şeyhin gözetiminde ya da onun tayin ettiği bir kişinin nezâretinde okutulmuştur.[6]
Tekkelerde temel eserleri okuma ve okutma âdetinin en önemli örneği Ebü’l-Hasan eş-Şâzilî’nin (ö. 656/1258) okuyup okuttuğu eserlerdir. İmam Şâzilî İskenderiye’de ikâmet etmekle birlikte tebliğ ve irşat için Mısır’ın Kâhire, Demenhûr, Dimyat ve Mansûra gibi şehirlerine sıklıkla giderdi. Kâhire’de hem yöneticilerden hem de âlimlerden büyük ilgi görürdü. Burada bulunduğu sürece Kâmiliyye Medresesi’nde ders verirdi. Ders meclislerine başta Mısır Müftüsü İzzeddîn b. Abdüsselâm (ö. 660/1262) ve Kadı Bedreddîn b. Cemâa (ö. 733/1333) olmak üzere ulemâdan, fukahâdan ve sûfiyyeden birçok kişi katılır, şer’î ve tasavvufî konularda onun engin bilgisine hayran kalırlardı. İmam Şâzilî’nin derslerinde okuduğu bilinen belli başlı eserler; Hakîm et-Tirmizî’nin (ö. 320/932) Hatmü’l-Evliyâ’sı, Muhammed İbn Abdülcebbâr en-Nifferî’nin (ö. 354/965) el-Mevâkıf ve’l-Muhâtabât’ı, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (ö. 386/966) Kūtü’l-Kulûb’u, Abdülkerîm el- Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) er-Risâle’si, İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâü Ulûmi’d-Dîn’i, Kādî İyâz’ın (ö. 544/1149) eş-Şifâ’sı ve İbn Atıyye’nin (ö. 546/1151) el-Muharrerü’l-Vecîz adlı tefsiridir.[7]
Kitap âşığı isimlerden bahsedecek olursak özellikle Mesnevîhân Mehmed Es’ad Dede’yi (ö. 1329/1911) zikretmeden geçemeyiz. Es’ad Dede bilhassa lügatlere düşkün bir isimdir. Öyle ki Ahmet Avni Konuk’a (ö. 1357/1938) sahaflarda gördüğü tüm sözlükleri muhakkak satın almasını tavsiye etmiştir. Maaşını ekseriyetle kitaplara sarf etmiştir. Tahirü’l-Mevlevî (ö. 1371/1951), hocası Es’ad Dede ile birlikte Kâhire’de iki büyük sandığı dolduracak hacimde kitap aldıklarından bahsetmektedir. 700 cilt kitabını Beyazıt Umumî Kütüphânesi’ne bağışlamış, iki bin civarında kitabı da bazı kendi yazdığı kitaplarla birlikte Yenikapı Mevlevîhânesi yangınında küllere karışmıştır.[8]
İmam Rabbânî (ö. 1034/1624), sohbet meclislerinde kitabın ayrı bir yerinin olduğundan bahsetmektedir. Tasavvuf kitapları kadar fıkıh kitaplarının da okunması gerektiğini şu şekilde ifade buyurmaktadır: “Meclislerinizde tasavvuf kitapları okunduğu gibi fıkıh kitapları da okunmalı. Farsça yazılmış bol miktarda fıkıh kitabı bulunmaktadır. Mecmuâ-i Hânî, Umdetü’l-İslâm, Kenz-i Fârisî bunlardan sadece birkaçıdır. Fıkıh kitaplarını okuyup öğrenmemek kişiye zarar verebilir.”[9]
Bizzat kendisi elli iki eser telif eden Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (ö.1311/1893), kurduğu yardımlaşma sandığı sonucu biriken paranın çalıştırılmasından elde edilen gelirle Bayburt, Rize ve Of'ta on sekiz bin ciltlik kütüphâneler tesis etmiş, her birine beş yüzer altın vakfederek ilmin Anadolu'da yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Matbaa-i Bahriye satın alınarak ilmî ve dinî eserlerin neşredilmesi ve ilim erbâbına ücretsiz dağıtılmasını istemiştir. Kendilerine bu eserlerin isteyenlere istifâdeleri şartıyla vakfedilmesini tavsiye edenlere Gümüşhânevî, “Şart-ı vâkıf nass-ı Şâri’ gibidir. Bizim koyduğumuz şartlar yüzünden ilim erbâbının vebâle girmesine gönlümüz râzı olmaz. O yüzden ilim ehlinin tasarrufuna terk ediyoruz.” diyerek bedelsiz ve şartsız dağıtımını emretmiştir.[10]
Senûsiyye Tarîkatı’nın Afrika’da gerçekleştirdiği faaliyetlerin dikkat çeken bir uygulaması da ücretsiz dağıtılan kitapların sayısındaki yüksek orandır. Senûsîler kitapların pazarlanması ve neşredilmesi için de önemli imkânlar hazırlanmıştır.[11] Muhammed b. Ali es-Senûsî tarafından kurulan Mısır, Tunus, Şam, Cağbub, Hicaz, Sahrâ, Cezâyir, Azîziyye, Bingazi ve Trablusgarb kütüphâneleri tarîkatın kitap ve kültür naklini saklayan kurumlar olmuştur.[12] Seyyid Senûsî’nin kurduğu Cağbub Kütüphânesi, Sahrâ’nın ortasında Hicaz, Tunus, Mısır ve Şam’dan özel olarak getirilen pek çok eserin kolayca istifade edildiği bir kütüphâne olmuştur.
Rahmâniyye Tarîkatı’nın Cezâyir’in Biskra kentinde bulunan zâviyesindeki yazma eserler kütüphânesi, Kâdiriyye Tarîkatı mensuplarının Timbuktu’da kurdukları kütüphâne, Osman b. Fûdî, Abdullah b. Fûdî ve Muhammed Bello’nun Kuzey Nijerya’da kurdukları kütüphâneler, Cezûliyye Tarîkatı’nın Trablusgarb, Fas ve Cezayir’de oluşturdukları kütüphâneler, Arûsiyye Tarîkatı mensuplarının Tunus’ta teşekkül ettirdikleri kütüphâneler, Sultan Abdulaziz'in emriyle Güney Afrika’ya giden Ebubekir Efendi'nin Cape Town’da İslâmî yayın faaliyetlerini gerçekleştirmesi, Tîcâniyye dervişlerinin Senegal, Moritanya, Fas ve Cezâyir’de gerçekleştirdiği kitap seferberliği, Darkaviyye dervişlerinin Fas zâviyelerinde kitapların telifi, tercümesi, toplanması ve okunmasıyla ilgili faaliyetleri zikre değer örneklerdir.
Özetle bir ilm-i bâtın olarak tasavvuf ilmi satırların ötesindeki sadr bilgisine taliptir. Tasavvuf tarihi boyunca kimi sûfîlerin kitaplarını nehre attıklarına dair rivâyetler semboliktir. İlim, kitap, kalem, defter, mektep ve medresenin hakîkat ilmine gidilen yolda birer vâsıta olduğunu belirtmek üzere dile getirilmiş yaklaşımlardır. Tasavvuf bizlere kısır döngü yaklaşımlara kurban olmamayı, sığ düşünceleri geçip engin görüşlü olmayı, yüzeysel ve yatay bilgi birikiminden ziyâde derinlikli ve dikey bilgi birikimine sahip olmayı öğretmektedir. Eşyânın niteliklerine vâkıf olmanın ötesinde eşyânın künhüne ermeyi öngörmektedir. Tasavvuf erbâbı söz kalabalığı yapmanın ötesinde söz üstadı olmanın gayretini gütmektedir. Teorik ve nazarî yaklaşımlarla uğraşmak yerine pratik düşünceye ve hayata yansıyan fikirlere ehemmiyet vermektedirler. Yazdıkları kitaplar bizzat yaşadıkları tecrübelerin kayda alınmasından ibarettir. Kitap okumayı kâinatı okumak, kendimizi keşfetmek, aslımızı bulmak, hakîkati idrâk etmek ve vahye muhâtap olmak şeklinde değerlendirmişlerdir.
[1] Bekir Karlığa, İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, Litera Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 190-191.
[2] Elif Şafak, Firarperest, Doğan Kitap, İstanbul 2010, s. 161.
[3] Mehmet Arıkan, “Fenâdan Bekâya İp Atmak: Fatih Sultan Mehmed'in Özel Kütüphanesindeki Tasavvuf Eserleri”, Osmanlı’da İlm-i Tasavvuf, ed. Ercan Alkan & Osman Sacid Arı, İsar Yayınları, İstanbul 2018, s. 61-62.
[4] Arıkan, “Fenâdan Bekâya İp Atmak: Fatih Sultan Mehmed'in Özel Kütüphanesindeki Tasavvuf Eserleri”, Osmanlı’da İlm-i Tasavvuf, s. 60-61.
[5] Mustafa Kara, Buhara Bursa Bosna Şehirler/Sûfîler/Tekkeler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012, s. 288-289.
[6] Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İSAM Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018, s. 36.
[7] Mustafa Salim Güven, “Şâzeliyye”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İSAM Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018, s.380.
[8] Semih Ceyhan, “Tâhirü’l-Mevlevî’nin Mahfil Dergisindeki Hatıratı Işığında Mesnevîhân selânikli Medmed Es’ad dede”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 11, sayı: 26, 2010, s. 34.
[9] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul 2002, c. I, s. 64; trc. Talha Hakan Alp & Ömer Faruk Tokat & Ahmet Hamdi Yıldırım, Semerkand, 10. Baskı, İstanbul 2018, c. I, 189.
[10] İrfan Gündüz, “XIX. Asır Tasavvuf ve Hadîs Âlimlerinden Gümüşhanevî Ahmed Ziyâeddîn Hz.”, Keşkül, Sayı: 20, 2011 Güz, s. 33.
[11] Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdulhamid, yay. haz. İsmail Cömert, Ses Yayımları, İstanbul 1992, s.75.
[12] Muhammed Tayyib b. Ahmed İdris el-Eşheb, es Senûsî'l-Kebir, Kahire 1956, s. 42.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar<span style="font-family:" sitka="" heading";="" color:red"=""> <span style="font-family:" sitka="" heading";color:#4f6228;mso-themecolor:accent3;="" mso-themeshade:128"="">Selçuklu’d...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Ömer Hayyam’ın doğum tarihi 18 Mayıs 1048 olarak kabul edilmektedir. Bu tarih, Ömer Hayyam’ın doğumunda derlenen veya daha sonra hesaplanan burcuna göre belirlenmiştir. Nisabur’da doğduğunda ail...
Yazar: Resul KESENCELİ
Türk devletleri arasında İslâmiyet’i devlet dini olarak kabul eden ilk Türk devleti, kuzey Kafkasya’da İtil (Volga) nehrinin orta havzasında kurulan İdil Bulgar Devleti’dir. Bulgar topraklarından Abbâ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE