Başkalarının Hakkı
Hâkimin hükmü yine hâkimi mahkûm eyler
Âlimin ilmi yine âlimi ma’lûm eyler
Zâlimin zulmü yine zâlimi mazlûm eyler
(Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî)
32. Hadis
"Zulmetmekten kaçınınız. Zira zulüm âhiret günü karanlıklarıdır. Cimrilikten de kaçınınız. Çünkü bu sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haram olan şeyleri helal görmeye sürüklemiştir.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
"Aleyhisselam doğru yolda meşrû sınırı aşmaktan sakındırmıştır. Haddi aşan, Müslüman kardeşine veya kendisine bu çalışma yurdunda zulmeden kişi, cezâ yurdunda karanlıklara düşer. Hz. Peygamber (s.a.v.), ukbâda kahır ateşiyle helâk olmamak için, dünyada fesâda sürükleyen cimrilikten de sakındırmıştır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunabilmiş kimseler, işte onlar saâdete erenlerdir.”[2]
Hadisin Yorumu
Her cuma günü hocamız hutbeyi bitirirken şu âyeti okur: “Şüphesiz Allah, adâleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”[3] Hiç şüphe yok ki, her hafta aynı âyetin bizlere hatırlatılmasının çok önemli bir hikmeti vardır. O da: Gelecek haftaya kadar bu âyetin belirlediği çizginin dışına çıkmamak. Bunu başarabilen insan Allah’ın emrine uyan kişidir. Burada bizden iki temel şey istenmektedir: Başkalarına zulmetmemek ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek.
Adâletten Sapmamak
Kur’an ve sünnetin talebi, bir insanın makamı veya sahip olduğu imkanlar sebebiyle başkalarına tahakküm kurmaması ve onları ezmemesidir. Namaz sırasında nasıl ki bir statü farkı gözetilmeden herkes yan yana duruyorsa, sosyal hayatta da birilerine ayrıcalık tanınmamalı, herkes eşit muâmele görmeli, sahip olunan imkânlar vesilesiyle başkalarına haksızlık edilip zulmedilmemelidir.
Nefsinin peşine takılarak başkalarına çeşitli şekillerde haksızlık eden kimse öncelikle Allah’ın adâlete uymamızı emreden buyruğuna karşı gelmektedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in konuşmalarına baktığımızda, neredeyse yarısının adâletle ilgili olduğunu görürüz. Nitekim Vedâ Hutbesi’nde de bu husus üzerinde hassasiyetle durmuştur. Gerek Kur’an’ın ve gerekse Allah Rasûlü’nün bu meseleye bu derece önem vermesi, insanın bu husustaki zafiyetinin güçlü olmasından dolayıdır. Nitekim ailesinden biri haksız olduğu zaman yine de onu destekleyen, yakınlarını her türlü sorunda savunmayı borç bilen anlayış İslâm’ın bizlerden kaçınmamızı istediği asabiyetten, yani taraftarlıktan kurtulamamış demektir. Nitekim bir siyâsî partiyi benimsemiş olan kişinin o partinin yanlışlarını savunması da böyledir. Dolayısıyla bu tavırlarda haktan ve adâletten bahsetmemiz mümkün değildir.
Şunu unutmamak gerekir ki: Allah Rasûlü’nden kısa bir süre sonra Müslümanların yeryüzündeki en büyük ve en güçlü devlete sahip olmasının, dünyanın pek çok coğrafyalarına kalıcı olarak yerleşmesinin kökeninde adâlet yatmaktadır. Eğer adâleti tesis etmemiş olsalardı, fethettikleri yerlerdeki insanlar ne İslâm’a girerlerdi ne de Müslümanlarla birlikte yaşamaya râzı olurlardı. Çünkü insanın karşısındakinden beklediği muâmele her zaman adâlettir. Nitekim her hangi bir devlet dairesinde bir işimiz olduğunda, sırada beklememize rağmen sonradan gelen birinin gözümüzün önünde işini yapıp gitmesinden ne kadar rahatsız olduğumuzu anlatmaya hiç gerek yoktur. Dolayısıyla adâlet duygusunu yerleştirmeden insanlara değerlerden ve ahlâktan bahsetmenin bir anlamı yoktur. Bu durum, hırsızın etrafındaki kişilere dürüstlükten bahsetmesine ve toplumda ahlâkî değerlerin zayıfladığından şikâyet etmesine benzer.
Rasûl’ün Muvaffakiyeti
Bizim için örnek alınacak ilk insan Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Biz onun başarısını anlamaya çalışırken beşerî yönünü de göz önünde bulundurmak durumundayız. Şâyet Allah Rasûlü topluma adâlet dağıtmasaydı başarılı olabilir miydi? Kendi arkadaşlarını ve ailesini gözetse, ganimetlerin iyilerini kendisine ve yakınlarına ayırsa, suç işlendiğinde olanları gözetip zayıf olanları ezse idi bu din başarılı olabilir miydi? Aslâ olamazdı. Çünkü insanlar anlatılanlar kadar tatbik edilenlere de bakmaktadır. Her insan iyi ile kötüyü tartabilecek yapıdadır. Bu sebeple onun gönlüne âdil olduğunuzu benimsetemezseniz, ne yaparsanız yapın sizi içten dinlemeyecektir. Dinliyor gibi yapacaktır. Hatta içinden size gülecektir.
Şu olay her şeyi özetlemeye yetmektedir: Mahzumoğulları kabîlesinden bir kadın hırsızlık yapar. Suçu sâbit olur ve el kesme cezâsı verilir. Fakat daha önce âdet haline gelen bir uygulama vardı. Asil bir kabîleye mensup biri suç işlerse cezâlandırılmazdı. Bu kadına da cezâ verilmemesi için peygamberimizin çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’e geldiler ve cezânın affı için ricâda bulundular, aracılık yapmasını istediler. O da Peygamber Efendimiz’e gelerek bu kadına cezâ verilmemesini ve affedilmesini söyledi. Üsâme’nin isteği Peygamberimiz’i çok kızdırdı. Hemen sahâbeleri mescidde topladı. Sonra da şu tarihî konuşmayı yaptı: “Ey insanlar! Sizden önce yaşamış toplumların helâk edilmesinin sebeplerini biliyor musunuz? Onlar, aralarında bir asilzâde suç işlediğinde onu affederlerdi. Fakat zayıf ve kimsesiz bir kimse suç işlerse onları cezâlandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, böylesine kötü bir suçu, kızım Fâtıma yapmış olsaydı, kesinlikle onu da cezâlandırırdım.”[4] Hz. Ömer’e nisbet edilen “Adâlet mülkün temelidir.” sözü bu bağlamda ne kadar anlamlı hâle gelmektedir.
Cimrilik
Allah Rasûlü’nün, yazımızın başındaki hadislerinde zulümle birlikte cimrilikten de sakındırmış olması hikmet yüklü bir ifadedir. Demek oluyor ki, cimrilik zulmetmekle eşdeğerdir. Hatta ikisi de aynı şeydir. Çünkü zulmetmek toplumun belli kesimini çeşitli imkânlarla ezmek olduğu gibi cimrilik de ihtiyaç sahiplerine el uzatmayarak onları açlıkla ezmektir. İkisi de sonuç itibarıyla haksızlık etmek ve zulmetmektir. Oysa toplumun her bir ferdi maddî imkânlar açısından hiçbir zaman aynı olamaz. Herkesin maddî kudreti diğerlerine göre farklılık arz eder. En zengin toplumlarda bile her zaman için ihtiyaç sahipleri bulunur. Eğer toplum gerek devlet eliyle ve gerekse yardımlaşmayla onlara destek olmazsa orada gerçek anlamda bir huzurdan bahsetmemiz mümkün değildir. Çünkü iki kesim arasında oluşacak uçurum sonunda bir yerde patlayacak, kaos ve talan da dâhil olmak üzere bütün olumsuzluklar ve hatta ahlâksızlıklar peşi sıra gelmeye başlayacaktır. Unutmayalım ki zinâyı meslek haline getirmenin kökeninde bile çoğunlukla geçimi temin edememek yatmaktadır. İnsan imânî duyguları noktasında zayıf olduğunda böylesi bir yola kolayca sapabilmektedir. Bir kişi bu yola tevessül ettiğinde ise bütün bir toplum onun vebâlini yüklenmiş olmaktadır.
İnfâk Etmenin Zorluğu
İnsanın gerek bilgi ve gerekse ticârî kazanımlarından karşılıksız olarak hem de gönüllüce verebilmesi kolay bir eylem değildir. Lâkin bütün zorluklarına rağmen, maddî bir karşılık veya menfaat beklemeksizin kazanımlardan pay ayırmak beşer fıtratının bir yönüdür. İslâm’ın gönderiliş amaçlarından birisi de, insanların fıtrî duygularının körelmesini engellemek ve her zaman canlı tutmak olduğundan, inananların yardımseverlik duyguları üzerinde hassasiyetle durur. Bu sebeple, dindarlık sadece ibâdetlerin yerine getirilmesi ile sınırlı tutulmaz. Bununla birlikte, fakir insanların gözetilmesi zenginlerin kendi inisiyatiflerine ve merhametlerine terk edilemeyecek kadar sosyal bir görev olduğundan, İslâm bu hususta zorunlu bir payın ödenmesini farz kılmıştır. Bu da kazancın kırkta birinin zekât adıyla Kur’an’ın belirlediği insan guruplarına verilmesidir.
İslâm nazarında, Müslümanın Allah’ın buyruğunu yerine getirmek amacıyla malından gerek zekât ve gerekse tasadduk amacıyla infâkta bulunabilmesi, onun ne kadar dindar olduğuyla ilgili bir durumdur. Namaz ve oruç gibi servetten sarfiyat gerektirmeyen bazı ibâdetler, bu açıdan zekâta, sadaka-ı fıtr’ı vermeye veya nâfile olarak infâka göre daha kolaydır. Sonuçta ibâdeti yaptığınızda cebinizdeki para hâlâ yerinde durmaktadır.
Hem âyetlerde hem hadislerde insanın mala karşı olan tutkunluğu ve zafiyeti, dolayısıyla fıtratta var olan verebilme duygusunun harekete geçirilmesinin zorluğu dile getirilmektedir. Böylece insanın zayıf noktasına da işaret edilmiş olmaktadır. Meselâ bir âyette bu husus şöyle dile getirilir: “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabîlinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.”[5] Hz. Peygamber (s.a.v.) de dünyanın insan için çekici ve cezbedici olduğunu dile getirerek kulların zayıf tarafına işaret etmişlerdir.[6]
İnfâka Verilen Önem
Dile getirdiğimiz zorluğa rağmen Kur’an, Allah’a gönülden inanan mü’minlerin özelliklerini sayarken iman ve namazın ardından infâk etmeyi zikreder ve şöyle buyurur: “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.”[7] Bir diğer âyette ise, inanma şartını getirdikten sonra infâk emrini zikreder: “Allah'a ve peygambere inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini elinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız. İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor.”[8] Bir başka âyette ise iyiliğe ulaşmanın temel şartı olarak infâk etmeyi anar.[9] İnfâk etmeyenleri dile getirdiği diğer âyetlerde ise bunun hayırlı bir davranış tarzı olmadığını belirtir: “Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.”[10] “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayanın vay haline! Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanıyor.”[11]
Rehberimizin Buyrukları
Hz. Peygamber (s.a.v.) infâk konusuna vurgu yaparak “Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez.”[12] demiş, Allahu Teâlâ’nın da “Ey Âdemoğlu infâk et! Ben de sana infâk edeyim.” buyurduğunu nakletmişlerdir.[13] Bir diğer hadislerinde de Müslümana maddî yardım sağlamanın bereketini ifade etmişlerdir: “Müslüman, Müslümanın din kardeşidir. Ona haksızlık edip zulmetmez. Müslüman, Müslümanı tehlikelerde de terk etmez. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse; Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim de bir Müslümanın bir sıkıntısını kaldırırsa, Allah da onun kıyâmette bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada, bir Müslümanın ayıp ve hatâsını örterse, Allah da onun bir hatâ ve kusurunu kıyâmette örter, görmezden gelir.”[14]
Allah Rasûlü yine şöyle buyurmaktadır:
“Sizden her bir kimseyle kıyâmet günü Rabb’i mutlaka konuşacaktır ve arada tercüman da bulunmayacaktır. O kişi sağ yanına bakacak, göndermiş olduğu amelleri görecektir. Sonra sol yanına bakacak yine yapıp ettiği şeyleri görecek, karşısına bakınca da cehennemi görecektir. Kim, yarım hurmayla bile olsa yüzünü ateşten koruyabiliyorsa, bunu hemen yapsın.”[15]
"Hangi Müslüman, elbise ihtiyacı olan başka bir Müslümana bir elbise giydirirse, Allah da ona cennetin yeşil elbiselerinden giydirir. Hangi Müslüman, aç bir Müslüman doyurursa, Allah da onu cennet meyveleriyle doyurur. Hangi Müslüman susamış bir Müslümana su verirse, Allah da ona (kabı) mühürlü hâlis cennet şarabı içirir."[16]
“Cömert kimse Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın olup, ateşten uzaktır. Cimri kimse ise Allah’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak ve ateşe yakındır. Cömert câhil; cimri âlimden, Allah’a daha çok sevimlidir.”[17]
İnfâk Edebilmek İmanın Göstergesidir
Cimrilik insanı haram-helal demeden mal yığmaya, bu uğurda başkalarına zulmetmeye sevk eder. Bu sebeple infâk edebilmek nefse diğer ibâdetlerden daha ağır gelir. Çünkü insan, kazancında hiçbir katkısı olmayana yardım etmektedir. Güzel olan da bunu yapabilmek ve nefsin cenderesini darmadağınık etmektir. Bunu başarabilene ve istikâmet üzere bulunana ne mutlu.
[1] Muslim, 2578.
[2] 59/Haşr, 9.
[3] 16/Nahl, 90.
[4] Buhârî, 3475, 4304; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI, 477-8.
[5] 3/Âl-i İmrân, 14.
[6] Bkz. Buhârî, 1465, 6411.
[7] 2/Bakara, 3.
[8] 57/Hadîd 57.
[9] 3/Âl-i İmrân, 92.
[10] 3/Âl-i İmrân, 180.
[11] 104/Humeze, 1-3.
[12] Muslim, 2588.
[13] Muslim, 993.
[14] Tirmizî, 1425-6.
[15] Tirmizî, 2415.
[16] Ebû Dâvûd, 1682.
[17] Tirmizî, 1961.
Enbiya YILDIRIM
YazarHak aramak adına son yıllarda sokaklara dökülen insanların yaptıklarına bir bakınız. Molotof kokteylleri rastgele atılıyor, kaldırım taşları yerlerinden sökülüyor, çöp konteynırları kullanılamaz hâle ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Ömer Hayyam’ın doğum tarihi 18 Mayıs 1048 olarak kabul edilmektedir. Bu tarih, Ömer Hayyam’ın doğumunda derlenen veya daha sonra hesaplanan burcuna göre belirlenmiştir. Nisabur’da doğduğunda ail...
Yazar: Resul KESENCELİ
Bazen öyle daralır, öyle sıkışırız ki; sığınacak, derdimizi dökecek ve gözyaşlarımızı yanında rahatça akıtacağımız birini ararız. Böylesi durumlarda en rahat sığınacağımız, sıkıntımızı rahatça arz ede...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Başıma gelince ancak anladımHer şeyde hayır var, sabır dedilerÇektiğim acılar ile inledimHer şeyden hayır var, sabır dediler. Teslim oldum Hâkka şükür ederimEmanet malımla bedel öderimSecdeye huz...
Yazar: Tahir GÖRENLİ