TASAVVUF TERTEMİZ BİR YOLDUR
Tasavvuf velilerin yolu olduğu için kar gibi temiz bir yoldur ki asla
leke kabul etmez. Onda leke olduğunu zannedenler elmas ile cam parçasını ayırt
edemeyen kimselerdir. Günümüzde dine düşmanlık etmeyi kendilerine şiar edinmiş
bazı kesimler, bir takım sahte şeyhleri öne sürerek her fırsatta tasavvuf ve
tarikatlara saldırmayı kendilerine vazife biliyorlar. Şeyh olmadıkları hâlde
kendilerini şeyh olarak lanse eden kimselerin yanlışlarını tasavvufa yüklemek
insaflı ve tutarlı bir yaklaşım değildir. Bir misalle bu yaklaşımın
tutarsızlığını ortaya koymaya çalışırsak şöyle diyebiliriz: Faraza Müseyleme
gibi sahte peygamberler ortaya çıkmış diye, kimsenin nübüvvet müessesini
karalamaya hakkı var mıdır? Ya da imitasyon bilezik satan bir pazarcıya kuyumcu
demek ne kadar doğrudur?
Hiç kimse sahte bir altını bile bile satın almak istemez. Taklit olanın
değersiz olduğunu, hakikisinin yerini tutmayacağını aklı başında olan herkes
idrak eder. İnsanlar, gerçek altınlarının arasına sahtelerini karıştırmak
istemezler. Hiç kimse de gerçek altınla sahtesini aynı kefeye koyup tartmaz. Fakat
bazı medya kuruluşları sahte mutasavvıfları tarikat lideri olarak topluma lanse
ederek, sahte ile gerçeğini aynı kefeye koyuyorlar. Toplumun yüz akı olan mürşidlerimizi,
muhterem şeyh efendilerimizi sanki onlarla aynı kategorideymiş gibi
gösteriyorlar. Bu tavırlarının altında büyük bir hinlik yatmaktadır.
Şu bir hakikattir ki birçok güzel şeyin sahtesi olduğu gibi şeyhin de
sahtesi olabilir. Bazen kaliteli bir ürünün otuz çeşit taklidinin çıktığını
görürsünüz. Bunların kimisi orijinaline çok benzerken, kimisi de daha az
benzer. Burada benzerliğin fazla olması, az olmasından daha problemli ve
tehlikeli bir durumdur. Çünkü az benzeyeni orijinalinden ayırmak kolay iken,
iyi taklit edilmiş olanı ayırmak ise gayet zordur. İkisini birbirinden ayırma
konumunda olan kimselerin neyi aradıkları konusunda yeterli bilgileri de yoksa
yanılmaları kaçınılmaz olacaktır.
Tasavvufun adını kullanarak bu temiz yolu kötü nefsani dürtülerine âlet
eden kimselerin ortaya çıkmasındaki sebeplere inmek gerekir. Neden bu istismarcı
tipler toplumda ilgi görmektedir? Nasıl belirli bir taraftar kitlesine
ulaşmışlardır? Bu gibi durumların ortaya çıkmasında, toplumun genel ilmî ve
irfanî seviyesinin düşük olmasının payı ne kadardır? İnsanımız neden bu kadar
kolay aldanabilmektedir?
Gerçek ve sahte olanı ayırmak ancak ilim ile olur, irfan ile olur. Toplum
muteber ve muhterem tasavvufî hareketlerle, istismarcıları ayıramıyorsa bundan
o toplumun ilmî ve ahlakî seviyesinin istenen bir noktada olmadığı anlaşılır.
Bir toplumda sahih bilginin yani ilmin konumu o toplumdaki bir barometre
gibidir. Ne zaman ki toplumun bilinç ve bilgi seviyesi düşmüştür, o zaman bu
durumdan toplumdaki tasavvufî hayat da payını almıştır. Daha açık bir ifadeyle
ne zaman ki ilmin yerini cehalet alır, âlimlerin yerine zalimler başköşeye
oturtulursa işte o zaman diğer alandaki bozulmalar gibi tasavvuftaki bozulma da
patlak vermeye başlar. Zira ilme, irfana değer vermeyen; âlime, arife hürmet
göstermeyen toplumların iflah olması mümkün değildir.
Bir toplumda dini yaşantı düzeyi genel itibari ile aşağılara inmiş ve
iman tahkiki seviyeye çıkamayıp taklidi seviyede kalmış ise, bu durum o
toplumun gerçek ile sahte olanı birbirinden ayırabilecek feraset düzeyine uzak
olduğunu gösterir. Bir toplumun takvalı yaşama ve dinî hassasiyetlere sahip
olma vasfı ile iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırma kabiliyeti düz orantılıdır.
Demek ki feraseti olmayan bir dindarlık gerçek bir dindarlık değildir. Peki,
ama günümüzdeki gibi mürebbisi televizyon veya internet olan bir toplum, hangi
ferasetle doğruyu yanlıştan ayıracaktır?
Bilinçli ve sistematik bir şekilde din ile olan bağları koparılarak
dünyevileştirilmeye çalışılan toplumlarda din adına ancak bir cahillikten söz
edilebilir. İlahi olan ile bağı olmayan insanların onunla ilgili sahih
bilgilere veya esaslı kanaatlere sahip olmaları da düşünülemez. Bırakın esaslı
kanaatleri, temel dini bilgilerle ilgili yapılan halk röportajları
seyredildiğinde durumun vahameti daha da iyi anlaşılacaktır.
Sahih dini bilginin yaygın olmadığı yerlerde ise hurafe ve bidatlar
yaygınlaşır. Hurafe bidatlarla bu derece içli dışlı olan insanların gerçek kalp
tabiplerine değil de mukallitlere itibar etmeleri kaçınılmaz olur. Ünlü filozof
Descartes kendi toplumundaki bu eksikliği görmüş ve şöyle çarpıcı bir tespit
yapmıştır: “...Müsrifler cömertlerden daha fazla itibardadır; hakikaten
dindarlıkta taassup gösteren namuslu kimseler de mürailerle hurafeperestler
kadar dindar şöhreti kazanamıyorlar.”[1] Durum
maalesef ki bizim toplumumuzda da pek farklı değildir.
Gerçek tasavvuf ve deforme olmuş yapıları birbirinden ayırt edebilmemiz
için bu alanda yapılan ilmi çalışmalardan da mutlaka yararlanmakta fayda
vardır. Sahte bir bakışa, keramet satan bir duruşa, birtakım pozlara veya tatlı
sözlere aldanan ve avlanan nice insanlar vardır. Nitekim sahte şeyhin tuzakları
çeşit çeşittir. Merhum Necip Fazıl Kısakürek bu konuda çarpıcı bir tespit
yapar. Şöyle der Üstad: “Hâlbuki bizde, Allah’ın yakınlık dairesi içine aldığı
dostlarına ait kıymet ve büyüklük şartlarının ne olduğunu bilmeyenler, saf bir
bakışa, bön bir duruşa, keramet satıcı bir edaya, bir anda hemencecik meftun
olup, bütün tenkit hislerini, mizana tatbik şuurlarını ve müşahede
selametlerini kaybeder, burunları halkalı vahşi kabileler halkı gibi,
şeyhlerini veya şeyh sandıklarını bir(tabut) dairesi içine alırlar ve çok defa
bilmeksizin şeriat bentlerini yıkıp mukaddes ölçü ve bendleri taşıra, taşıra,
Uhud Dağı büyüklüğünde bir put imal etmeye doğru giderler.”[2]
Ülkemiz ölçeğinde düşünecek olursak, istismarcıların çoğalmasının
nedenlerinden birisi de tasavvuf ve tarikat faaliyetlerine getirilen bazı
sınırlandırmalardır. Yakın tarihimizde, uzun yıllar boyunca tasavvufî zümreler
baskı altında tutulduğu için, şeffaf olması gereken bu yapı açıktan
faaliyetlerini yürütemedi ve şeffaflığını kaybetti. Bu konuda Prof. Dr.
Süleyman Uludağ şöyle der: “Ama baskı olmasa, yasak olmasa hür bir ortamda bu
tarikat ve tasavvuf faaliyetleri daha sağlıklı ve güven verici olarak
gelişirdi. Ama devletin baskısı ve yasak milleti ikiyüzlülüğe alıştırdı.
Yasaklandığı sürece milletin bunlara ilgisi de hele bu na-ehil şeyhlere olan
ilgisi de arttı.”[3]
Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Kara, 1960 ve 1970’li yıllarda tasavvufî
ihtiyaçların karşılanma imkânının azaldığını söyledikten sonra bu dönem için şunları
söylemektedir: “Karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post’a
oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında ‘aktör’ mürşidler
piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir grubu mukallit ve
muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve
şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan
insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar,
kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu bu riskli davranışı mecburi hale
getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek ‘pınar’larla
karşılaşmayınca bu ‘tuzlu’ ve ‘kirli’ sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı.”[4]
Henüz kemal seviyesine ulaşmadıkları halde kemalât iddia eden bu gibi ham
kişilerin tasavvuf adına yaptıkları çığırtkanlıklara da aldanmamak gerekir.
Büyükler demişlerdir ki; “Malı kaliteli olan esnafın malını satmak için bağırıp
çağırmaya ihtiyacı yoktur.” Yani tasavvuf ile reklam birbirleri ile asla
bağdaşmayan iki olgudur. Mürşid-i kâmiller hal ehlidirler, kimseye kendilerini
reklam yaptırma gereği duymazlar. İrşad vazifelerini tevazu ve mahviyet hali
ile yaparlarken insanları kendilerine değil, Hakka davet ederler. Onlar
varlıklarından geçmiş, nefsin kirlerinden arınmış tertemiz kimselerdir.
Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.); “Varlığından boşal kim
yokluğa erişesin, / Sözünü söyle gerçek Hulûsî'nin dili ol.” derken bu
yolda varlık iddia edenlerin fena makamına erişemeyeceğini ifade etmiştir.
[1] Descartes, Felsefenin İlkeleri, Çeviren
Mehmet Karasan, İstanbul, 1997, s. 2.
[2] O ve Ben, İstanbul, 1974, s. 203.
[3] Tasavvuf Akademisyenleri ile Konuşmalar 1,
Ankara, 2003, s. 75.
[4] Kara, Mustafa, Gönül Mektupları, s. 132.
Aydın BAŞAR
YazarYüce Allah’a kulluk eden bir mü’min mutlak manada başka yerlerden medet umamaz ve yardım isteyemez. Beş vakit namazlarında, “Yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım dileriz.”[1] diyerek Allahu Te...
Yazar: Aydın BAŞAR
“Birlik ve beraberlik”, çok sık duyduğumuz kavramlardan olsa gerek. Öğrencilik yıllarımızdan tutun, mezuniyetten sonra, askerlik görevinde, iş hayatında, kitle iletişim araçlarında, velhasıl bu toprak...
Yazar: Selçuk ALKAN
İmâm-ı Busûrî’nin (ö.695/1296 [?]) Hz. Peygamber (s.a.v.)’i övmek, O’nun fizikî ve ahlâkî yönlerini dile getirmek için kaleme aldığı “el-Kevâkibü’d-dürriye fî medḥi ḫayri’l-beriyye” adlı ç...
Yazar: Fatih ÇINAR
Bilindiği üzere peygamberlerin mucizeleri, kendi devirlerinde revaçta bulunan ve gelişmiş olan bilim ve sanata göre farklılık arz etmektedir. Bu durum, onların gönderildikleri kavimde kabul edilmeleri...
Yazar: Hamit DEMİR