SEVDİĞİNİ HATIRDA TUT UNUTMA!
Hulûsî her bâr
yâdın olup yâr
Kur gizli pâzâr
yârın unutma
(Hulûsi her zaman yârini hatırla, gizli
pazar kur, yârin unutma.)
Hulûsi
Efendi (k.s.) bu beytinde “Dışın halkla olsa bile içini Hak’tan gafil eyleme.”
diyor…
Beyitteki bazı kelimeler, bütünlük içinde düşünüldüğü
zaman, bunların ustalıkla seçilmiş olduğu anlaşılıyor. Özellikle pazar ve yarın
kelimeleri iki anlamda kullanılmıştır ki buna söz sanatlarında tevriye
denilmektedir. Şöyle ki; pazar kelimesi bir şeylerin alınıp satıldığı yer
demektir; fakat asıl pazar, kıyamet koptuğu ve insanların sorguya çekildikleri
zamandır; çünkü orada insanın bir ömür boyu gerçek ve mecaz anlamıyla ne alıp
ne sattığından sorumlu olacağı, hesaba çekileceği ve terazide tartılacağı
zamandır. İkinci olarak da yarın unutma sözü ile Osman Hulûsi Efendi (k.s.) hem
gelecek zamanı yani kıyameti hem de sevdiğini unutma demek istemektedir.
İnsan,
kalabalıklar içine girdiği zaman, özellikle halkın içinde bulunduğu zaman
dünyanın hay u huyu ile uğraşırken gaflete düşer. Peki, gaflet nedir? Gaflet,
bir şeyi hafıza zayıflığı ya da dikkatsizlik sebebiyle terk etmek, ihmal etmek,
uyanık bulunmamak manasındadır. Bu kelime aynı zamanda bolluk ve refah içinde
olmak anlamına da geliyor. Gaflet, nefsin arzusuna uymaktır. Bir şeyden gaflet
etmek ise, o şeyi hatırına getirmemek demektir.
Kur’an-ı Kerim’de gafilin tanımı A’raf
Suresi’nin 179. Ayetinde şöyle yapılıyor: “And olsun biz, cinler ve
insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla
görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var
ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar
gafillerin ta kendileridir.”
Buna
göre gafil, kendisine Allah’tan başkasını yâr edinmiş kimse olarak tarif
ediliyor. Nahl Suresi’nde ise (106, 107, 108. ayetler) bu durumun sebebi şöyle
açıklanıyor:
“Kalbi
imanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr
eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük
bir azap vardır.
Bu,
onların dünya hayatını sevip ahirete tercih etmelerinden ve Allah’ın kâfirler
topluluğunu asla doğru yola iletmeyeceğindendir.
İşte
onlar, Allah’ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir.
İşte onlar gafillerin ta kendileridir.”
O
halde insanın sürekli gaflet içinde bulunması tehlikeli bir haldir. Bu
tehlikeden kurtulmanın yolu ise hemen tevbe etmek olmalı… Peki nasıl tevbe?
Mevlânâ tevbe hususunda diyor ki: “Bir günah işlersin; o günahı
işledikten sonra belki aklın başına gelir, mü’min olduğunu hatırlar, yaptığın o
kötü fiile “Estağfirullah!” diyerek kendince tevbe edersin. Hâlbuki kişi, Hazret-i Ali’nin (r.a.)
buyurduğu vech ile: “Cenâb-ı Hakk’ı unutmadan günah işlemişsen o günahı
işlemeden evvel çok daha ağır başka bir günah işledin, demektir. Bu da Allah’ı
unutmaktır. Cenab-ı Hakk’ı unuttuktan sonra yaptığın hataya tevbe edersin
‘Estağfirullah!’ dersin de o unutmanın ve gafletin günahı için istiğfar etmeyi
aklından dahi geçirmezsin. Böyle gafletle yaptığın tevbe için ve estağfirullah
için bir daha ‘Estağfirullah!’ de, yeniden tevbe et.”
Herkesin tevbesi de
bulunduğu hâle göre değişiyor demek ki…
Tevbe hâllerini daha iyi
anlamak için Mevlânâ ile Şems arasında geçen şu konuşmaya bakalım bir de:
Mevlânâ Celaleddin-i
Rûmî, mutad olan vech ile medresedeki dersini tamamladıktan sonra talebeleri ve
sevenleriyle beraber halkın arasında, çarşı pazarda hâl ve hatır sorarak,
müşkül çözerek ve muhabbet saçarak evlerine gidiyorlarmış. Tam bu esnada
kendisine ezel âleminde âşinâ kılınan Hazret-i Şems karşısına çıkıvermiş. Bu
cezbeli ve cazibeli zâtın Mevlânâ’nın atının önüne dikilerek duruşu ve
Mevlânâ’nın cemâline bakışı etrafındakilerin de dikkatini celbetmiş. Şems
Hazretleri şerareler saçan nazarlarıyla Mevlânâ’ya hitaben:
“Size bir sorum
var, cevabını isterim.” demiş ve hemen akabinde “Hz. Peygamber mi büyüktür
yoksa Bâyezîd-i Bestâmî mi?” diye sormuş.
Bu soru halk
arasında kısa bir süre var olan sessizliği bozmuş. İnsanlar öfkelenerek
homurdanmaya başlamışlar; fakat Mevlânâ Hazretleri’nin sükûneti halka da
sirayet etmiş ki, cevabı beklemeye koyulmuşlar.
Mevlânâ: “Tabii
ki Hazret-i Fahr-i Âlem kıyaslanmayacak kadar üstündür, Bâyezîd-i Bestâmî O’nun
onurlu ümmetinden bir velîdir.” buyurmuşlar.
Bunun üzerine
Hazret-i Şems-i Tebrizî “Madem öyle, o hâlde cübbemin altında O’ndan gayrı
yoktur.” demiş ve “Ya Rabbi, senin rahmet ve marifetini, izin ver bütün
kullarına aşikâr edeyim.” diye ilan etmiş de Hazret-i Peygamber (s.a.v.) niçin
‘Ben, günde en az yetmiş kere estağfirullah derim.’ diye buyurmuş? Hazret-i
Bâyezîd için ümmetin velîlerinden diyorsun, herhangi bir mü’min bile yalan
söylemezken velî kulların elbette yalan söylemediği aşikârdır. Pekâlâ, bu
durumu nasıl izah edersin?” diyerek sualine cevap istemiş.
O anda herkes
âdeta nefeslerini tutmuş ve bu acayip soru karşısında Mevlânâ Hazretlerinin
nasıl bir cevap vereceğini şaşkınlık içerisinde, merakla beklemişler.
Mevlânâ,
gönülleri fetheden ve müşkülleri halleden o muazzam cevabı şöyle vermiş: “Küçük
bir kapta kaplar dolar ve nihayetinde taşar o da Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri
ile doldu ve taştı ve bu gark olma sebebi ile böyle sözler sarf etti. Kendince
doğru söyledi, amma Hazret-i Fahr-i Âlem ki o zât-ı âlînin kulluk derecesini
bizce izah etmek asla mümkün değildir. Lâkin o; sahili, kıyısı, sınırı ihata
edilemeyecek derecede büyük bir umman, bir okyanustur. Öyle muazzam celâl ve
cemâl tecellîlerine her an mazhar olmakta idi ki kemal-i hayretle bu tecellîler
karşısında: “Ya Rabbî, en büyük tecellîne mazhar kıldın, sen celâl ve cemâl
sahibi Hazret-i Allah’ımsın!” derken hemen akabinde diğer tecellîlerin fevkinde
muazzam hâllere şahit olduğunda “Allah’ım, deminki hayranlığımdan istiğfar
ederim; estağfirullah... Beni daha büyük bir tecelliye mazhar kıldın.” diyerek
hayret makamındaki terakkisi hep böyle devam ettiğinden bir makamdan bir makama
uruc ederken “estağfirullah estağfirullah estağfirullah” zikri ile mahbubunu
zikretme mertebesinde idi. Ondaki istiğfar günahlarına değil; her an kemalâtın
terakkisi ile bir evvelki makamından ayrılışına ve yükselişine istiğfardır...”
Şimdi
beyte dönelim: Osman Hulûsi Efendi (k.s.), beyitte yâd ve unutma kelimelerini özellikle bir arada kullanıyor. Bir
şey devamlı hatırda tutulursa, o, asla unutulmaz. Özellikle unutmamamız gereken
ise elbette bizi yaratan, bize merhamet eden, kâinatı emrimize veren, bizi
yarattıklarının efendisi olarak gören, her şeyden önce bizi muhatap kabul
buyuran sonsuz kudret sahibi, arzın ve semanın hâkimi Cenab-ı Allah’tır.
Birçoğumuz, ne yazık ki dünya
telaşıyla, gönlümüzü Yâr’in yerine başka şeylerle dolduruyoruz. Fakat büyük
mutasavvıfların hallerine, menkıbelerine bakıldığı zaman onların hiçbir zaman
Hak’tan gafil olmadıklarını, her an Allahu Teâlâ ile oldukları anlaşılıyor.
Zaten kemal mertebesine gelen insanlar, gündelik hayatlarını aksatmadan diğer
insanlar gibi sürdürür, çalışır, ticaret yapar, yorulur, yatar, dinlenir; fakat
bu hayatın içinde de Hulûsi Efendi (k.s.)’nin tabiriyle, gizli pazar kurar ve
asla Yârini unutmazlar. Hatta onlardan bazıları der ki: Dışım da Hak’la, içim
de... Yani içimde ne varsa dışıma da hâkim olan odur.
Vedat Ali TOK
YazarTasavvufî bir kavramı olarak fenâ; dünya ve içerisindeki bütün nesnelerin, sûfînin gözünden silinmesini ifade etmektedir. Kul kendi davranış ve fiillerini görmekten vazgeçerek gerçek kul olma seviyesi...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Devlet ol başun ki şer’üni idendür reh-nümâHavf-ı a’dâdan ne gam ana ki sensin pîşvâİrmez ol ten sıhhate derdinle olmazsa marîzBulmaz ol baş devleti yolunda olmazsa fedâSidre-i ravzan havâss ervâhına ...
Yazar: Vedat Ali TOK
Tasavvufî eserlerde manevî âlemin sembollerle anlatılması, onu maddî olan dünyadan ayırmak için kullanılan bir metottur. Cenab-ı Allah’ın Celâl ve Cemâl sıfatlarıyla var ettiği her şey; ilahî tecellin...
Yazar: Musa TEKTAŞ
"İnsan ara bul irfan ara bulDerman ara bul bîmâre gönlüm"Osman Hulûsi Efendi bu beytinde diyor ki; insan, yaratılışı itibarıyla çeşitli şeylere muhtaç dünyaya gelir ve bu ihtiyaçları bir ömür boyu dev...
Yazar: Vedat Ali TOK