UTANMAK GÜZELDİR UTANMAZLA MERHABAYI KES
Dinimiz İslâm;
insanın yaratılışında fıtrî olarak var olan hayâ duygusunu, Cenâb-ı Allah’ın
istemiş olduğu doğrultuda mü’min şahsiyetiyle bütünleşmiş bir karakter olarak
görmek ister. İnanan insan bu duygunun gelişmesiyle doğru ile yanlışı ayırt
edebilme kâbiliyetini kazanır. Yüce Rabb’imizin yasaklamış olduğu kötü fiilleri
yapmaktan, çirkin sözleri söylemekten hayâ eder.
Ebû Mes’ûd’un naklettiğine göre, Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin
üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir; şâyet utanmıyorsan, dilediğini yap!”[1] İşte bu haktan utanma duygusu haramları terk
ederek helâllere sarılmayı, dolayısıyla dinin gereklerini yerine getirmeyi daha
kolay kılar. Hak ve hukuka riâyeti temin eder. Peygamberimiz başka bir
hadislerinde, imanın yetmiş küsur parçadan
oluştuğunu, hayânın da imandan bir parça olduğunu beyan etmişlerdir. Buradan
anlaşılıyor ki; hayâ ile imanın sıkı bir bağı vardır. Biri olmadığı takdirde
diğeri de olmayacaktır. Sevgili Peygamberimiz bir defasında fazla utangaç
olduğu gerekçesiyle din kardeşini azarlayan birini görünce, “Onu
(kendi hâline) bırak. Çünkü hayâ, imandandır.”[2] demiştir.
Hayâ/utanma duygusu İslâm ahlâkının özü kabul edilmiştir. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), bütün söz ve davranışlarında mü’minleri için hayâ numûnesi
olmuştur. Nitekim
sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî onun bu özelliğini şöyle dile getirmiştir: “Peygamber
(s.a.v.), köşesine çekilmiş genç bir kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir
şey gördüğünde biz onu yüzünden anlardık.”[3]
Ashâb-ı kirâmdan
her biri başka bir fazîlette örnek olmuşlardır. Özellikle Hz. Osman, “ashâbın en hayâlısı” olarak tanımlanmış ve
Asr-ı Saadet’te, bu üstün hayâ duygusuyla şöhret bulmuştur. Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Hazretleri çâr-ı yâr-ı güzîn efendilerimizi bir beyitte
vasıflarıyla şöyle anmaktadır:
Çâr yârı çâr
erkânıdurur İslâm’ın
Sıdk u adl ü
hilm ü re’fetdir Muhammed Mustafâ
(Muhammed
Mustafa (s.a.v.)’nın dört yâri, İslâm'ın dört esâsıdır: Sıdk/doğruluk, adl/adâlet,
hilm/yumuşak huyluluk, hayâ, edep, re’fet/merhamet, esirgemek).[4]
Hayâ ve Hilm
Numûnesi Hz. Osman (r.a.)
Hz. Osmân
(r.a.)'ın en meşhur vasfı engin bir hayâ duygusuna sahip olmasıydı; hayâ
kelimesinin şahsında tam anlamıyla vücut bulduğu kimsedir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) onun hakkında, "Kendisinden meleklerin hayâ ettiği bir
kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?"; "Her Peygamber'in cennette bir
refîki vardır. Benim cennetteki refîkim de Osmân'dır."[5] buyurmuştur.
Abdî’nin beyitlerinde de bu sıfat “Osmân-ı hayâ” şeklinde geçmektedir. Ayrıca
ağır başlı ve sabırlı bir karaktere sahip olması sebebiyle şair ondan “Hilm
ıssı” ve halîfe olması sebebiyle mü’minlerin başkanı mânâsındaki “Server”
sıfatıyla bahsetmektedir. Abdî’nin beyitlerden bazıları şunlardır:
Eyle hilm
ıssıydı ʿOsmân-ı hayâ
Anda bulmışdı
sehâ hem intihâ
Zîre kim
ʿOsmân hayâlu erdürür
Hem sahâbe
içreki serverdürür[6]
Yukarıda arz ettiğimiz Hulûsi Efendi Hazretlerinin beytinde Hz. Ebu
Bekir (r.a.)’in karakteri sadâkat olarak evvelen vurgulanmıştır. Ayrıca Hz. Ebu
Bekir; yumuşak huyluluğu, çok düşünüp çok az konuşması, tevâzuu ile de
bilinirdi. Hz. Aişe (r.ah)'nin rivâyetine göre, “gözü yaşlı, gönlü hüzünlü,
sesi zayıf” biri idi. Hz. Ömer (r.a.)’in adâleti öne çıkmıştır. Bunların
yanında cesâreti ve yiğitliği, akıllı ve tedbirli olması, kanâatkâr ve sabırlı
hali, ibâdet ehli ve zâhidliği dikkat çekicidir. Açıklamaya çalıştığımız gibi
Hz. Osman (r.a.)’nın hayâ ve edep timsâli olması ve bu özelliğinden ötürü
herkesin takdirini kazanması belirgindir. Ayrıca zenginliği ve cömertliği ile
de ön plana çıkmıştır. Hilm sahibi ve yumuşak huyludur. Hz. Ali (r.a.)’nin en
bilinen özelliği ise; merhametine sığınılan biri olması, yiğitliği, özverisi ve
yılmadan her tehlikede öne çıkan bir karakter olarak ilmin kapısı olmasıdır.
Mü’minden
Beklenen Öncelikle Allah’tan Utanmasıdır
Öncelikle
mü’minden beklenen Allah’tan utanması, hayâ etmesidir. Toplum içinde, yaşadığı
çevrede insanlardan utanan, onların olumsuz tepkilerinden çekindiği için
hoşlanmadıkları söz ve fiilleri yapmaktan rahatsızlık duyan insan, Allah’a
karşı da hayâ gösterir. Hak ve hukuk kavramına böylece dikkat eder. Hem Allah’ın,
yaptığı amellerin hesabını soracağını da hesaba katar. Allah’ı görüyormuşçasına
hareket ederek Allah’ın kendisini an-be-an gördüğü bilinciyle yaşayan
kulun Allah’tan hayâ etmesi, onun her zaman ve mekânda takvâ sahibi bir
mü’min olmasını sağlar.
Bunun aksine
halkın hukukuna riâyet etmeyen haktan utanmayanlarla merhabayı bile kesmek
gerektiğini Hulûsi Efendi Hazretleri bize öğütler.
Hergiz merhabâ
etme ömrünü hebâ etme
Hakk u hukûk
tanımaz Hak’dan utanmaz ile
(Hak ve hukuk
tanımaz, Allah’tan utanmazlarla aslâ selamlaşma, ömrünü boş yere hebâ etme.)[7]
Utanma duygusu,
mânevî eğitimde tasavvufa gönül verenlerin büyüklerine karşı besledikleri
muhabbetin eseridir. Mürşidinin sözüne itirazdan utanan bir mürid elbette ki
kendini yaratandan da o ne derece utanıyordur.
Hâce Alâuddîn Attâr Hazretleri anlatıyor: “Birgün Hâce
Nakşbend Hazretleri’nin yanındaydım. Havada pus ve bulut vardı.
Hâce Hazretleri, ‘Öğle namazının vakti oldu mu?’ buyurdu. Ben de, ‘Henüz
olmadı efendim.’ dedim. Bana, ‘Gökyüzüne bak.’ diye işaret buyurdu. Baktığımda
gördüm ki, perdeler açılmış, gökyüzü melekleri öğle namazını kılıyorlar. Bunun
üzerine Hâce Hazretleri buyurdu: ‘Ne dersin, öğle namazı vakti oldu mu?’ O
anda çok utandım ve istiğfar ettim.”
İmam
Rabbânî Hazretleri bu konuyu da içeren bir öğüt dolu mektubunda şöyle
buyurur:
“Kıymetli
oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar
kullanmalısın. Bunları da Allahu Teâlâ’ya kulluk etmek niyeti ile yapmalısın.
Meselâ, bir şey yerken, Allahu Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek için
kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğuktan, sıcaktan korunmaya
niyet etmeli ve her mubâh için (ve ders çalışırken böyle) gerekli niyetler yapılmalıdır.
Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar
kaçınmıştır. Mubâhları, zarûret miktarı kullanmak da azîmettir. Bu devlet, bu
nimet ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, haram ve şüphelilere
taşmamalıdır. Allahu Teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan
şeylerle zevklenmeğe izin vermiştir. Pek çok şeyleri mubâh etmiştir. Helâl olan
bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da haram edilen birkaç zevke sapmak,
Allahu Teâlâ’ya karşı, ne kadar edepsizlik olur. Hem de haram ettiği
lezzetleri, daha fazlası ile mubâhlarda da yaratmıştır. Helâl olan çeşit çeşit
nimetlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabb’inin râzı olmasından daha
büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden daha büyük
cefâ, sıkıntı olur mu? Cennette Allahu Teâlâ’nın râzı olması, cennet nimetlerinin
hepsinden daha tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahu Teâlâ’nın râzı olmaması,
cehennem azaplarından daha acıdır. Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş
değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören
akıl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey
geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip,
elden kaçırmaz.”[8]
Hak
ve hukuka riâyet hususunda yine İmam Rabbânî Hazretleri şu tavsiyede bulunur:
“Haklı
olanla haksız olanı birbirinden ayıran en temel ölçü, şerîatta istikâmettir.
Eğer bir şahsın istikâmeti olur ve onun meclisinde kalpte Allah’a karşı bir
meyil ve yöneliş baş gösterir de mâsivâya karşı bir soğukluk vâki olursa işte
bu şahıs dâvâsında haklıdır.”
Hak
Hukuk Tanımayanların Hâli
Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Biliyor musunuz müflis kimdir?” Orada
bulunanlar cevap verdiler: “Biz müflis diye parası (kârı) da eşyası (sermâyesi)
de olmayan kişiye deriz.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ümmetimden iflas eden o kişidir ki kıyâmet günü namazıyla, orucuyla ve
zekâtıyla gelir. Ancak dünyada iken falana sövmüş, filana iftira atmış, onun
parasını yemiş, bunun kanını akıtmış, falanı dövmüştür. O kişinin sevapları hak
sahiplerine dağıtılır. Üzerindeki haklar bitmeden sevapları tükenirse onların
hatâlarından alınır kendisine yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.”[9]
Rasûlullah (s.a.v.)’ın söylediği elbette ki doğrudur. Bu hususta İmam Rabbânî
Hazretleri’nin görüşleri de şu şekildedir: “Kul hakkına yönelik bir zulüm
taşımayan ve Allah’ın hakkına yönelik olarak işlenmiş olan; zinâ etmek, içki
içmek, şarkı dinlemek, nâmahreme bakmak, abdestsiz Mushaf’ı tutmak ve bid’ate
inanmak gibi günahların tevbesi, pişmanlık duymak, istiğfâr etmek ve Allahu
Teâlâ’ya özür takdim etmek sûreti ile olur. Bir farzın terk edilmesi şeklinde
işlenmiş olan günahın tevbesi ise, o farzın edâsından sonra mümkün olur. Kul
haklarına karşı işlenmiş günahların tevbesine gelince; öncelikle haksızlığın
ortadan kaldırılması, haksız olarak alınmış mallarının iâdesi ve hak
sahiplerinden helâllik alınması ile mümkündür. Onlara iyi davranmak ve duâ
etmek gerekir. Şâyet hak sahibi kimse ölmüş ise, onun adına Allahu Teâlâ’dan
mağfiret talep etmek ve iyilik yapmak, tevbeye konu olan malları çocuklarına ve
vârislerine (mirasçılarına) geri vermek lazımdır. Şâyet vârisleri bilinmiyorsa,
haksız olarak alınan malın veya yapılan haksızlığın miktarı kadar, hak sahibi
veya haksız yere eziyet görmüş kimse adına fakirlere sadaka verilir.”[10]
İhramıczâde İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretleri de kul olarak
yaratılmışların içinde eşref-i mahlûk olarak kulluk vazifesini tam anlamıyla îfâ
edememekten utandığını beyan buyurur. Bu utanma hakka karşı acziyetin
ifadesidir:
“Gardaşlarım! Kuşlar, balıklar zikirden düşünce av olurlar. Başınızda
şemsiyeyim, eğer her halinizi bilmez isek, Allahu Teâlâ şeyhliği elimizden
alsın. Her nefes ve alışverişinizden haberdarım. Biz şimdi bir kestirme yol
bulduk, gönülden gidiyoruz. Bu vücut, bir gemidir. Bu gemiyi deryâda
yüzdürmek lazım. Kul beşerdir. İnsan namazına ve dersine devam etmeli,
yatarken, kalkarken ve yerken dâimâ abdestli olmalıdır. Yemede ve içmede bir
şey yoktur, nefsi köreltmek içindir. Asıl mesele ruha gıda vermektir.
Nefis, dâimâ ruhun peşinden getirilmelidir. İnsan, zikre başladığı
zaman zikre girmeli, kendisi yok olmalı, top atılsa duymamalıdır. Zikirden
kendisini almamalıdır.
Cenâb-ı Allahu Teâlâ’ya karşı kulluk vazifemizi yapamıyoruz. Allahu
Teâlâ, Kur’an göndermiş, Rasûl göndermiş. Kitap, sünnet icmâ-i ümmet;
utanıyoruz. Allahu Teâlâ derse, ben Allahu Teâlâ’ya ne cevap vereyim.
Söylesek olmaz, söylemesek olmaz. Ben dâimâ şeyhimle beraberdim. Siz de dâimâ
şeyhinizle beraber olun.
Gardaşlarım! Hepinizi Allahu Teâlâ’ya emânet ettik. İnsan yok olmalı, bu da
laf ile değil, halle olacak. İnsan dört şeyden mürekkeptir. Hava, su, toprak ve
ateş. İnsanda bir et parçası var o da kalptir. En mukaddes şey.
Gardaşlarım! Soyadımızı “Toprak” koymuşlar ama toprağa bakıyorum da
utanıyorum. Dirimizi, ölümüzü ve gıdâmızı hep o muhâfaza ediyor. Biz toprak
gibi tevâzulu olamıyoruz.”
“Bir kimseye
bir şey tavsiye edeceğin zaman evvelâ nefsine tatbik et, kabul eder ise halka
da söyle. Nefsinin kabul etmediği bir şeyi başkalarına söylerken Allah’tan
utan.”[11]
diyerek insanlığa seslenen Hulûsi Efendi Hazretleri, Hak’tan utanılmasını, aşk
derdiyle yanılmasını, Allah’ın Kâbe’sine yönelip ona secde edilmesini ve nihâyet
Allah’ın boyasıyla boyanılmasını nasîhat ettiği kelâmlarıyla yazımızı
bağlayalım:
Utan Hak’dan utan artık
Uyan artık
uyan artık
Bu derd-i aşka yan artık
Uyan artık uyan artık
Yönelip
Kâ'betu’llâh’a
Sücûd et
Hazretu’llâh’a
Ser-â-ser sıbgatu’llâha
Boyan artık boyan artık
(Hak’tan utan
ve uyan artık. Bu aşk derdine yan ve uyan artık. Allah’ın Kâbe’sine yönelip, O’na secde et;
baştanbaşa Allah’ın boyasıyla boyan artık.)[12]
[1] Buhârî, Edeb, 78.
[2] Buhârî, Edeb, 77.
[3] Heyet, Hadislerle İslam, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2015, c.3, s. 220.
[4] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı
(İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul 2020, c.3, s.288.
[5] Tirmizî, "Menâkıb",
19; Müslim, "Fezâilü's-sahâbe", 26.
[6] Aynur Kurt, “Türk Edebiyatında
Çehâr-Yâr-ı Güzîn: Abdî'nin Feżâil-i Ḫulefâ-i
Râşidîn ve Ḫaṣâil-i Çehâr-Yâr-i Güzîn Adlı
Mesnevisi Üzerine Bir İnceleme”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, III (2015), 107-126.
[7] Öztoprak, a.g.e., c.3, s.194.
[8] İmam Rabbânî, Mektûbat,
73. Mektup.
[9] Müslim, Birr, 15.
[10] Necdet Tosun, “İmâm-ı
Rabbânî’nin Görüşleri”, İmam-ı Rabbani Dinî ve Tasavvufî Görüşleri,
(Editör: Kadir Özköse) Nasihat Yayınları, Ankara 2019, s.306-307.
[11] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı
Hulûsî-i Darendevi, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları,
Ankara, 2014, s. 1. Mektup.
[12] Öztoprak, a.g.e, c. 2, s.126.
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvufî sohbetler, bir edeb mektebi olarak gönülleri eğitir. Mürşid-i kâmil bu mektebin muallimidir, gönül yolunun sâlikleri olan ihvanlar ise bu mektebin talebeleridir. Sohbet ortamında, müritler m...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İnsanoğlu bu fânî âlemde hep bir arayış içerisinde hayatını devam ettirir. Arayan aslında bir yitiğini bulmak üzere yaşamaktadır. “İnsanın yitiği nedir?” diye sorulacak olursa; verilecek cevap; ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvufî bir terim olan “sıdk”; gerçeği ifade etme, dürüstlük ve güvenilirlik kavramlarını kapsayan derin bir ahlâkî erdemdir. Bu terim, bir şeyin objektif gerçekliğine uygun bir şekilde ifade edilme...
Yazar: Musa TEKTAŞ