DİNİ UĞRUNA HİCRET EDEN KADIN: ÜMMÜ KÜLSÜM BİNT UKBE
Hicretin altıncı senesinde Peygamberimiz bir grup ashâbıyla
birlikte umre yapmak üzere Medîne’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke
yakınlarında Hudeybiye mevkiine geldiklerinde müşrikler, şehre girmesine izin
vermediler. Dünyanın farklı yerlerinden gelen müşrik-putperest herkese açık
olan Ka’be’nin kapıları mü’minlere kapatılmıştı. Rahmet Peygamberi, müşriklerin
çok yönlü tahriklerine kapılmadan onlarla bir barış anlaşması imzaladı. Bu
anlaşma ile Medîne İslâm Devleti, Mekke müşriklerince resmen kabul edilmiş ve
taraflar arasında on yıllık bir barış anlaşması yapılmış oluyordu. Antlaşmaya
göre Müslümanlar ertesi yıl, umre için Mekke’ye girebileceklerdi. Yapılan
anlaşmanın görünüşte ağır şartlarından biri de şu şekilde belirlenmişti: “Müşriklerden
biri Müslüman olup Müslümanlara sığınırsa geri iâde edilecekti. Ama
Müslümanlardan biri dininden dönerek müşriklere gelirse o kabul edilecekti.”
O sıralarda Ümmü Külsüm bnt. Ukbe, gizlice Müslüman olmuş Mekke’de
ailesiyle birlikte yaşıyordu. Babası Müslümanlara eziyet etmesiyle bilinen Ukbe
b. Ebî Muayt idi. Ümmü Külsüm’ün gönlüne Medîne’ye hicret etme sevdâsı
düşmüştü, fakat anlaşmanın bu ağır maddesi onu düşündürüyordu, ailesinin ise
onun hicretine izin vermesi düşünülemezdi. Ama o iman kadını, aslâ ümitsizliğe
düşmüyor, her zorluktan sonra nice kolaylıkların olacağına inanarak ümitle
yarınları bekliyordu. Kararını vermişti, gizlice Mekke’den Medîne’ye hicret
edecekti. Bunun için hazırlandı ve bir gün gizlice yola çıktı, nihâyet Medîne’ye
ulaştı.
İman Sınavı ve Sınav Soruları
Onun Medîne’ye kaçıp gittiğini haber alan kardeşleri Umâra ve
Velid, peşinden Medîne’ye geldiler ve anlaşma gereği onun kendilerine teslim
edilmesini istediler. Ancak anlaşma metnine Arap dilinin yaygın üslubuna göre
erkeklerin geri döndürüleceği yazılmış, kadınlar için ayrı bir madde
konulmamıştı. Vefâ Peygamberi, Müslüman olup Medîne’ye hicret eden erkekleri
geri döndürdü, fakat kadınları müşriklere geri vermedi. Bu sırada Yüce Rabb’imiz
de, “Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost
edinmeyin.” fermanıyla başlayan imtihan sûresinin şu âyetini indirmişti:
“Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size geldiklerinde
onları deneyin, hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok
iyi bilir. Onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, inkârcılara geri
çevirmeyin. Bu kadınlar, o inkârcılara helal değildir. Onlar da bunlara helal
olmazlar. İnkârcıların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin. Bu
kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde bir
engel yoktur. İnkârcı kadınları nikahınızda tutmayın; onlara verdiğiniz mehri
isteyin, inkârcı erkekler de hicret eden mü’min kadınlara verdikleri mehirleri
istesinler. Allah'ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah her şeyi bilendir,
her söylediğinde ve her eylediğinde sayısız hikmet olandır.”[1]
Bunun üzerine Peygamberimiz Ümmü Külsüm’e sordu: “Seni kadın başına
Mekke’den Medîne’ye getiren sebep nedir?” O da cevap verdi: “Beni buralara
getiren yalnızca Allah ve Rasûlü’nün sevgisidir. Yoksa ne dünyalık ne de başka
bir şey!”
O, bu muhteşem cevabıyla imtihanı kazandı ve anlaşmadan sonra
Mekke’den Medîne’ye hicret eden ilk anne olarak diğer hanım muhâcirlerin yolunu
açtı. O, kadın başına hicret etme şerefi yanında bu âyette işaret edilen
hanımlardan imtihanı ilk kazanan kadın oldu. Bu uygulama ile kişinin inancını
belirlemede kendi ifadesinin önemli olduğu ortaya konulmuş oldu. Bu sözlü
sınavla, başka amaçlarla hicret edip Müslümanların arasına sızmak isteyenler de
ayrışmış oluyordu. Peygamberimiz bu şekilde hicret eden hanımları bu âyetle
imtihana tâbi tutar, onlar âyetteki gerçekleri kabul ettiklerini söyleyince,
onların bey’atini kabul ederdi. Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre erkeklerle
tokalaşarak bey’at alan Hz. Peygamber (s.a.v.), kadınların bey’atini onlarla
tokalaşmadan yalnızca sözle alırdı. O imtihanı kazanan hanımlar için Allah Rasûlü
şöyle buyurmuştu:
“Sizler, Allah ve Rasûlü’nün aşkıyla ve İslâm sevdâsıyla yollara
düştünüz ve hicret ettiniz. Sizler ne koca için ne de dünyalık için hicret
ettiniz!”
Onlar imtihanın ilk sorusunu bu şekilde geçtikten sonra şu âyette
belirtilen esaslar çerçevesinde Allah Rasûlü’ne bey’at edeceklerdi: “Ey
Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak,
zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına
isnatta bulunmamak ve uygun olanı/marufu işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla
sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah'tan
bağışlanma dile, doğrusu Allah, bağışlayandır, acıyandır.”[2]
Buna göre onlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmama, hırsızlık yapmama,
zinâ etmeme, çocuklarını öldürmeme, başkasının çocuğunu kendi çocuğu gibi
sahiplenmeme ve her konuda Peygamber (s.a.v.)’in hükmüne teslim olma
konularında söz vereceklerdi. Bu sayılanlar çoğu kadının en fazla düşebileceği
yanlışlardı. Bu âyetler indiğinde toplum içerisinde bu yanlışlara düşen pek çok
kadın vardı. Buna göre İslâm kadının kalbinde önce tertemiz tevhid akîdesi
kökleşecek, ardından tevhid ağacı meyveye duracak sahibini büyük günahlardan
uzak tutacaktı. Dini muhafaza, malı muhafaza, ırzı muhafaza, canı muhafaza ve
nesli muhafaza ile iman taçlanacaktı.
Onlar ne mal hırsızlığı yapacaklar ne de ibâdet hırsızlığı
yapacaklardı. Zira namaz başta olmak üzere ibâdetlerden çalmak, onları gereği
gibi yerine getirmemek de bir çeşit hırsızlıktı.
Onlar, iffetlerini koruyacaklar, aslâ zinâya yaklaşmayacaklardı. Zinâ
şâibelerinden gönüllerini, gözlerini, dillerini ve tüm organlarını
koruyacaklardı.
Yine onlar çocuklarını anne karnında iken de öldürme gibi bir
yanlışa düşmeyecekleri gibi, doğumdan sonra da onların canlarına kast
etmeyeceklerdi. Daha da önemlisi çocuklarını İslâmî terbiye ile yetiştirerek,
onların cehennemlik olmalarının önüne geçeceklerdi. Zira çocuğu İslâmsız
büyütmek de bir nevi onu mânen öldürmekti.
Onlar her türlü iftirâ, yalan, söz taşıma, ara bozuculuk, sihir
büyü gibi günahlardan da uzak duracaklardı.
Yanı sıra onlar, Allah Rasûlü’nün emrettiği iyilikleri yerine
getireceklerdi. Buna karşılık Rasûlullah onların bey’atini kabul edecek ve
onların ufak tefek kusurları için Allah’tan bağışlanma dileyecek, Yüce Allah da
onları bağışlayıp kulluğuna kabul edecekti.
Bu sınav soruları içerisinde “ma’rûf” konusunda Peygamber (s.a.v.)’e
itâat şıkkı da vardı. Evet, mü’min hanımlar her konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
itâat edecekleri gibi, özellikle ölünün ardından ağıt yakma, yaka paça yırtarak
ağlama konusunda da Peygamberimizin uyarılarını dikkate alacaklardı.
İşte Ümmü Külsüm Anne, tüm bu konularda hanımlar için en güzel ilk
model olmuştur. O, İslâm olduktan sonra müşriklerin arasında yaşamakla tekrar câhiliyeye
dönme endişesi taşıyarak, imanını koruma ve Müslümanlığını geliştirerek gönül
huzuruyla yaşama amacına yönelik olarak zorlu hicret yolculuğuna karar
vermişti. Çünkü o, imanın tadını tatmıştı ve bütünüyle yaşayacağı İslam’ın
özlemiyle dopdoluydu: “Üç
haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o kişi, imanın tadını tatmıştır: Allah ve
Rasûlü’nü her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. (Allah
kendisini küfürden kurtardıktan sonra) küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin
ve tehlikeli görmek.”[3] İşte o da imana
erdikten sonra küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha korkunç gördüğü için hicrete
karar vermişti. Hicret yolunda onun imanı ve ondan aldığı cesâretinden başka
hiçbir şeyi yoktu.
Elbette Allah için, yurtlarından, evlerinden, âilelerinden ve
mallarından ayrılıp hicret edenlerin mükâfâtı cennetti. Ama bu hicret eden bir
de kadın olursa, onun mükâfâtının katmerli olacağında hiç şüphe yoktu:
“İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat
eden kimselere Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar
onlardır. Rableri onlara katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde tükenmez
nimetler bulunan cennetleri müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah katındadır.”[4]
Ümmü Külsüm Anne, İslâm’ı yaşamak için en uygun ortama kavuşmak,
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashâbıyla birlikte o mânevî havayı teneffüs etmek
için yollara düştü. Bir kadın olarak her türlü riski göze aldı. Elbette rızâya
ermek ve cennete girmek kolay değildi. Zira gerçek muhâcir, Allah’ın
yasaklarından, Allah’ın helallerine göç eden kimsedir. Amellere değer
kazandıracak olan da niyetlerdi. Amellerin Allah ve Rasûlü için yapılmasıydı.
Buna göre kimin hicreti Allah ve Rasûlü’ne olursa, gerçek anlamda Allah ve Rasûl’ün
muhâciri o kimse olacaktı. Kimin hicreti de dünyalık elde etmek yahut bir
evlilik uğruna olursa o kimse de dünya yahut eşin muhâciri olacaktı. (Bkz. Buhârî, Îmân, 41.)
Hz. Osman ile anne bir kardeş olan bu kahraman hanım, Medîne’de Hz.
Zeyd b. Hârise ile evlendi. Hz. Zeyd Mûte’de şehit düşünce, Aşere-i
Mübeşşere’den Zübeyr b. Avvâm, ondan sonra da Abdurrahman b. Avf ile evlendi.
Ümmü Külsüm, Peygamberimiz’den hadisler rivâyet etmiştir. Onun rivâyet ettiği
hadislerden biri de şudur: “İnsanların arasını düzeltmek amacıyla birinden
ötekine uygun sözler taşıyıp hayırlı konuşan kimse yalancı sayılmaz.”[5] Oğulları İbrâhim
ve Humeyd de muhaddistir. Bu kutlu
annemiz Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Medîne’de vefat etmiştir.[6]
[1] 60/Mümtahıne,
10.
[2] 60/Mümtahıne,
12.
[3] Buhârî,
Îmân 9, 14, İkrâh 1, Edep 42.
[4] 9/Tevbe,
20-22.
[5] Buhârî, Sulḥ 2; Müslim, Birr 101; Ebû Dâvûd,
Edeb 50; Tirmizî, Birr 26.
[6] Huriye Martı,
Ümmü Külsüm bnt. Ukbe, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm AAnsiklopedisi, XXXXII,
325.
Ali AKPINAR
YazarÇocuk, insanın gönül meyvesidir, göz aydınlığıdır. Çocuk, insan neslinin devam etmesini sağlayan ve ölümlü insanın ölümsüzleşme tutkusunu kısmen gerçekleştiren şeydir. Bu itibarla çocuk hem temelimiz,...
Yazar: Ali AKPINAR
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), hevasından bir şey konuşmayan ve konuştukları vahiyden ibaret olan[1] bir önder olarak Yüce Allah’ın bildirmesi ile geleceğe dönük bazı açıklamalarda bulunmuştur. ...
Yazar: Ali AKPINAR
Kur’ân’ın bir adı da Nûr’dur. Zira o, her şeyin, ışığı/aydınlığın yaratıcısı ve sahibi olan Yüce Allah’ın kelâmıdır. O, gönülleri, beyinleri ve insanların yolunu aydınlatan hidâyet rehberi, dosdoğru y...
Yazar: Ali AKPINAR
Kehf Suresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ’nın, ‘kendisine Allah katından rahmet ve ilim verilmiş bir kul’ ile olan yolculuğunda, ‘bindikleri gemiyi delivermesi’ de oldukça dikkat çekicidir. Olay kısaca şöyle...
Yazar: Ali AKPINAR