İSLÂM’A GİRİŞİN ÖNÜNDEKİ BARİYER: “ÖNYARGILI OLMAK”
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke putperestlerine Kur’an’ı tebliğ ederek onları Allah’ın birliğine inanmak, sadece O’na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Nitekim bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.) başta Ebû Cehil olmak üzere Kureyş Kabilesinden bir topluluğa şöyle seslenmişti: “Sizi İslâm’a gelip de Araplara efendilik etmekten alıkoyan şey nedir?” Onlar da: “Ey Muhammed (s.a.v.)! Biz senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde kapalılık var.” dediler. Hatta Ebu Cehil de tuttu, Rasûlüllah ile kendi arasına bir perde çekip: “Ey Muhammed! Bizi kendisine davet ettiğin şeye karşı bizim kalplerimiz kapalı, kulaklarımız sağırdır. Bizimle senin aranda da bir perde vardır.” dedi. Bunun üzerine şu âyet inmişti: “Dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da sağırlık var; bir de seninle bizim aramızda perde bulunmaktadır. Sen yapacağını yap, biz de yapmaktayız!"[1] İslâm itikadında insanların iki şeyden birisini tercih etmelerine “irade/meşiet”, özgür iradelerine bağlı olarak doğru yoldan sapmalarına “dalâlet” ve doğru yolu bulmalarına da “hidayet” denilir. Yukarıdaki ayetlerde öncelikle “inkâra” saplananlardan bahsediliyor. Bunlar, Allah’ı ve hak dini inkâr ederek küfür içinde yaşamayı bir hayat tarzı olarak seçen, gönüllerini imana peşinen bilinçli bir şekilde kapatan, önyargı ile hareket eden ve hak sözü duymaktan imtina eden kimselerdir. Onlar, önyargılı hareket ettikleri için küfürle kararmış gönüllerini peşinen imana kapatmış ve İslâm’ın sesini duymak istemeyen zavallı kimselerdir. Böyle bir şartlanmışlığa dayalı kesin inanç, insanın kendisine yaptığı en büyük zulümdür. İşte bu zulüm hidayetin önünde en büyük bariyerdir: “Allah zalimler zümresini hidayete erdirmez.”[2] Artık bu saatten sonra Yüce Allah’ı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları dilleriyle yalanlayan ve kalpleriyle de reddeden inkârcılar için hiçbir uyarı fayda vermez. İşte: “Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.”[3] âyetinde anlatılan küfür türü, inada dayalı mutlak bir küfürdür. Bunlar, hak din karşısındaki olumsuz düşünce ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerini açıkça inançsızlık ve ret yönünde kullanan, zaman geçtikçe inkârcılıkları ağırlaşan, hakikate kulaklarını, göz ve gönüllerini kapatan kimselerdir. Elbette kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan İslâm’ın yeminli hasımlarına nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, ancak uyarının, hakikate ulaşma çabası içerisinde bulunan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı bir gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) ahiretteki akıbetlerinin ne olacağını bildiği için inkârcılara ısrarla tebliğde bulunmuş, onların iman edenlerin arasına katılmalarını gönülden arzu etmiş, gayretlerinin fayda vermediğini gördükçe de üzülmüştür. Bu sebeple Allahu Teâlâ, “Onlar, bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.”[4] diye seslendiği Peygamberine zaman zaman iman ve küfür gerçeğini anlatmış, onu teselli ve teskin etmiştir. Çünkü kusur, Peygamber (s.a.v.)’de değil, o ne kadar çırpınsa da kendi irade ve tercihleriyle ona karşı çıkmada ısrar eden, kulaklarını hak söze kapalı tutanlardadır.[5] Yüce Allah, hidayet ve dalâlet, iman ve küfür gibi fiillerden birisini seçmede insanı özgür bırakmıştır: “Eğer Rabb’in dileseydi, yeryüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi.”[6] “Dileseydik herkesi doğru yola iletirdik.”[7] “Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi.”[8] şeklindeki âyetler, iman etmemenin insanın dileğiyle gerçekleştiğini göstermektedir. O hâlde, bir yandan özgür iradeyi diğer yandan peygamberler aracılığıyla gelen ilâhî daveti düşündüğümüzde, küfürle yaşanan “haksızlığın” fâili açıkça ortaya çıkacaktır. Alîm ve Hakîm olan Yüce Yaratıcı’nın kullarına zulmetmediği, aksine onların doğru yolu bularak iman ve iyilik üzerine yaşamaları için her türlü fırsatı yarattığı açıktır. Dine ve dinî olan her türlü güzelliğe sırtını çeviren, düşmanlık eden, her duyduğunda bir kere daha inkârını perçinleyen insanlar, bu ısrarlı tutumları yüzünden nihayet kalpleri sonsuza kadar imana kapalı hâle gelirler. Dolayısıyla Yüce Mevlâ hiç kimseye haksızlık yapmaz. İnsanlar ancak kendilerine haksızlık yaparlar. İslâm İtikadında Fiilleri Yaratmak Allah’a, Seçmek İşi İnsana Aittir. İslâm inanç sisteminde fiiller, yaratma bakımından Allah’a,[9] seçme bakımından insana nispet edilmiştir. Kur’ân’da geçen pek çok âyette insanın, iman ve küfür gibi fiilleri kendi kararıyla tercih ettiğine değinilir.[10] Mesela bir âyette, “Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.”[11] buyrulur. İşte muannit kâfirlerin bilinçli olarak işledikleri günahları yüzünden kalplerinin üzerini kir ve pas bağlamış, bu durum onların kalplerinin küfürle mühürlenmesini beraberinde getirmiştir.[12] Kalpler insanların bilinçli günahları yüzünden öylesine katılaşır ki, bir kaya gibi, hatta ondan daha sert bir taş gibi olur.[13] Günahkârların kalplerini katılaştıran bizatihi Yüce Allah değil, kalp gibi değerli bir emaneti inkârın karanlığında öldüren insanların kendisidir. Hesaplaşma gününde şeytan, putlar ve küfür önderleri, vesile olmanın dışında insanları mutlak anlamda saptırdıkları suçlamalarını reddedeceklerdir. Çünkü insan cüz’i iradesini onların emrine vermedikçe hiçbirinin insanlar üzerinde mutlak bir yaptırım gücü yoktur.[14] Kur’ân’da anlatılan kıssalarda da bu fikir doğrulanmaktadır. Yüce Allah, Semud toplumuna doğru yolu göstermek için Hz. Salih’i gönderdiği hâlde, onların çoğu hidayete karşılık küfrü tercih etmişlerdir.[15] Hâlbuki Rabb’imiz, kitap indirerek, peygamber göndererek, akıl vererek, kâinata ve insanın kendi varlığına binlerce delil yerleştirerek kullarına doğru yolu göstermiştir. Bundan sonra, doğru yola tabi olup olmamak insanın tercihidir: “Gerçek, Rabb’inizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”[16] İnsan küfrü seçerse, Allah onda küfür fiilini yaratır, o da sapar. İnsan imanı seçerse, Allah onda iman fiilini yaratır. O da hidayete ulaşır. Nitekim Nisâ Sûresi’nin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf Sûresi’nin 105. âyetinde de kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah’ın varlık ve birliğini gösteren nice delili görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece kalplerin mühürlenmesinin manasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Şu hadis-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: “Mü’min bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşur. Kul tevbe eder, günahı terk eder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah’ın ‘Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.’[17] buyruğundaki ‘karartma’dan maksat budur.”[18] Kur’ân-ı Kerim’de ilâhî hakikat, insanların kurtuluşunun kendi irade ve istekleriyle gönüllerini İslâm’a açmalarına bağlanmıştır. Hakikate ulaşmada kolaylaştırılan bütün imkânlara rağmen eğer insan, şuurlu bir şekilde inkârcılığı seçiyorsa, ne kadar anlatılırsa anlatılsın fayda vermeyecektir. Elbette bizler, buna rağmen, hatırlatmanın kime fayda verip vermeyeceğine bakmadan, mütemadiyen hakikati anlatmaya devam edeceğiz.[19] Sonuç olarak, insanların kaybedenlerden olmalarına ve azap görmelerine yol açan günahları işleten, onları buna mecbur bırakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah’tır. Bunları O’nun rızası veya gazabı yönünde kullanan ise insandır. Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiş, kazanmıştır. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır.[20] Dolayısıyla mutlak manada Âdil olan Yüce Allah’ı her türlü haksızlık eyleminden tenzih ederiz: “Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”[21] [1] 41/Fussilet, 5. Ayrıca bkz. 6/En’âm, 25. [2] 2/Bakara, 258; 3/Âl-i İmrân, 86. [3] 2/Bakara, 6; 46/Ahkâf, 3. [4] 18/Kehf, 6. [5] Bkz. Diyanet, Kur’ân Yolu Tefsiri, I, 75. [6] 10/Yûnus, 99. [7] 32/Secde, 13. [8] 6/En’âm, 35. [9] 37/Saffât, 96. [10] 3/Âl-i İmrân, 25. [11] 83/Mutaffifîn, 14. [12] 47/Muhammed, 14, 16. [13] 2/Bakara, 74. [14] 50/Kâf, 27. [15] 41/Fussilet, 17-18. [16] 18/Kehf, 29. [17] 83/Mutaffifîn, 14. [18] Tirmizî, Tefsîr, 5; İbn Mâce, Zühd, 29. [19] Geniş bilgi için bkz. Altıntaş, Ramazan, Gençler İnançtan Soruyor, Ankara: TDV Yayınları, 2020, s. 107-112. [20] Diyanet, Kur’ân Yolu Tefsiri, I, 775-77. [21] 4/Nisâ, 40.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarTevbe, en güzel bir biçimde günahları terk etmektir. Tevbe, bir çeşit, itirafta bulunarak, yapılanlardan özür dileme şeklidir. Aynı kökten gelen ‘tevvâb” ise, pişmanlık işini çok yapan kimse dem...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Miladî 1256... Anadolu fay hattıyla birleşen ölü deniz fay hattı harekete geçiyor. Başta Antakya, Şam, Mısır, Filistin ve Hicaz Bölgesi olmak üzere bu koca coğrafyada yıkıcı ve tahrip edici büyük bir ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm öncesi Mekke Dönemi’nde çok tanrılı bir ulûhiyet anlayışı vardı. İslâm’ın doğuşundan önce Mekkeliler putperesttiler. Fakat onlarda, daha o zaman tekâmül etmiş, yüce, tek ve her şeye gücü yeten b...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle v...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ