Sürgüne Mahkûm Edilen Son Padişah: Sultan Vahdeddin
Hem Yetim Hem de Öksüz Bir Çocuğun Hayata Tutunma Çabası Osmanlı padişahlarının 36. sı (ve de sonuncusu), İslâm halifelerinin ise 115. si olan VI. Mehmed Vahdeddin (Vahîdeddin), 4 Ocak 1861’de İstanbul'da, Dolmabahçe Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. "Sultan Mehmed Han-ı Sâdis", "Vahiddin" ve yaygın tabirle "Vahdeddin" olarak da bilinir. Babası Osmanlı'nın 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, annesi ise Çerkes asıllı bir cariye olan Gülistû Kadınefendi'dir. Sultan Vahdeddin'in babası öldüğünde kendisi henüz yaşını bile doldurmamıştı. Körpe denebilecek bir yaşta (henüz altı aylıkken) babası öldüğü için yetim kalmıştı. Dört yaşında da annesi öldüğünden öksüz kalan küçük Vahdeddin'e bir müddet ikinci hazinedar Mihrifelek bakmıştır. Onun saraydan ayrılması üzerine Abdülmecid'in kadınefendilerinden Şayeste Kadın tarafından büyütülmüştür. Bir cihan devleti olan Osmanlı'nın son padişahı Vahdeddin, Sultan Abdülmecid'in padişah olan dört oğlundan dördüncüsüdür. Vahdeddin'in ilk çocukluğu ve gençliği, amcası Sultan Abdülaziz'in tahtta oturduğu dönemde geçmiştir. Bu yıllarda ağabeyi II. Abdülhamid'den büyük bir ilgi ve yakınlık görmüştür. Bu ilgi ve yakınlık Sultan Abdülhamid'in taht yıllarında da artarak sürmüştür. Vahdeddin, ağabeyi II. Abdülhamid’in hediye ettiği Çengelköy’deki köşke yerleşmiş, padişah oluncaya kadar burada yaşamıştır. Abdülaziz'in oğlu veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intiharı üzerine (1 Şubat 1916) resmen Osmanlı tahtının vârisi ilân edilmiştir. Sultan Vahdeddin kıvrak zekâlı, nazik, az konuşup çok dinleyen, vakarlı, merhametli, ciddi, anlayışlı, okumayı çok seven, İslâm fıkhına derin ilgi duyan olgun bir padişahtı. Sultan Vahdeddin, Osmanlı Tahtına Çıkarak Ateşten Gömleği Üzerine Giymiştir. Sultan Vahdeddin, ağabeyi Sultan Mehmed Reşad'ın ölümü üzerine 3 Temmuz 1918'de tahta çıkmıştır. Fakat o dönemde Osmanlı'nın durumu hiç de iç açıcı değildir. Dünyanın gıptayla baktığı o ihtişamlı günler gitmiş, koca imparatorluktan geriye bir enkaz kalmıştır. Üstelik o sırada I. Dünya Savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. İstanbul¸ 16 Mart 1920′de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Yunanlılar, Ege'nin incisi İzmir’e girmişlerdi. İtalyanlar Güney Batı’ya¸ Fransızlar ise Güney Anadolu’ya musallat olmuştu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Devamında da Enver, Cemal ve Talat Paşalar ülkeyi terk etmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti 5 Kasım 1918'de kendini feshetmişti. Sultan Vahdeddin, bunca sıkıntılara rağmen 11 Mayıs 1920'de Anadolu'nun işgalini doğuracak Sevr Antlaşması'nı imzalamamıştır. İmzalayanlara da sert bir tavır koymuştur. Bitmeyen Tartışma: Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya Kim Gönderdi? Yakın tarihin en çok konuşulan ve tartışılan isimlerinden bir olan Sultan Vahdeddin, kimileri tarafından kahraman, kimileri tarafından da hain ilân edilmiştir. Oysa Vahdeddin asla vatan haini değil, Üstad Necip Fazıl'ın deyimiyle "vatan dostu"ydu. Onun Millî Mücadele'ye karşı olduğu tezi nereden bakarsanız bakın tutarsızdır. Çünkü tarihî gerçekler Mustafa Kemal’i Anadolu'ya gönderen kişinin Sultan Vahdeddin olduğunu gösteriyor. Dönemin önemli isimlerinden biri olan Mareşal Fevzi Çakmak, Vahdeddin’in Millî Mücadeleyi başlatması için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiğini hatıralarında şöyle naklediyor: “Mütareke senesinde¸ bir Cuma selâmlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. ‘Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler ancak Anadolu’da teşkilâtlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu’da teşkilât kuracak¸ memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek paşaların bir listesini yapıp getirin.’ Ertesi Cuma¸ yine selâmlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra¸ bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır¸ tane tane konuşmaya başladı: ‘Paşa¸ Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?’ ‘Haşa Padişahım.’ ‘Bir namussuzluğu¸ ahlâksızlığı var mıdır?’ ‘Haşa Padişahım.’ ‘Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?’ ‘Hayır Efendim. O hepimizden bilgili¸ kabiliyetli ve dinamiktir.’ ‘O hâlde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?’ Hiç düşünmeden cevap verdim: ‘Padişahım¸ Mustafa Kemal Paşa yenilik¸ bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.’ Padişah elindeki kâğıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı. Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz¸ Fransız¸ İtalyan¸ Yunan) gemilerini göstererek: ‘Paşa¸ Paşa… Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun… Kendine selâmla birlikte tebliğ ediniz¸ haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim.”[1] Sultan Vahdeddin ülkenin düştüğü durumdan bîzârdı. Aslında bizzat kendisi Anadolu'ya giderek kurtuluş mücadelesini başlatmak istiyordu; ama buna imkân yoktu. Zira işgal altındaki İstanbul'da İngilizlerin göz hapsinde bulunuyordu. Anadolu'ya gitmesi hâlinde İstanbul'un fiilâ işgali an meselesiydi. Yapılacak şey belliydi. Güvendiği ve inandığı bir kişiyi Anadolu'ya gönderecek; kurtuluş mücadelesinin fitilini buradan ateşleyecekti. Nitekim öyle de yaptı. Mustafa Kemal'i Yıldız Sarayı'na çağırarak ona “Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” dedi. Böylece Kurtuluş Savaşı'nın ilk adımı atılmış oldu. Bandırma Vapuru'yla Samsun'a giden Mustafa Kemal'e özel harcırah bile verilmiştir. Zaten Mustafa Kemal de saraya çektiği şu telgrafta bu gerçeği teslim etmiştir: "Mülk ve memleket sahibi zat-ı şahanelerinin arzu ve dileklerinden aldığım azim ve iman ile aciz vazifeme devam etmekteyim.”[2] Üstelik söz konusu bu telgraf I. TBMM'de okunarak zapta geçirilmiştir. O, Boynuna Asılan Yaftayı Yaşarken de Öldükten Sonra da Taşımıştır. Bir zamanlar koca bir cihan devleti olan ve dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı'nın enkazı üzerine oturan bahtsız padişah Sultan Vahdeddin, adeta ateşle barut arasında yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Büyük bir gayretle ve iyi niyetle, gözden çıkarılan bir devleti ayağa kaldırmak istese de mevcut şartlar buna müsaade etmemiştir. Üstelik bu durumu kendisi meydana getirmiş gibi gösterilerek boynuna haksız bir yafta asılmıştır. Bu çirkin yaftadan yaşarken de, öldükten sonra da bir türlü kurtulamamıştır. Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi'nden hemen sonra Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış olmanın getirdiği özgüven ve cesaretle ilk iş olarak 1 Kasım 1922′de TBMM marifetiyle çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırdı. Üç gün sonra da son sadrazam Ahmet Tevfik Paşa istifa etti. Mevcut bakanlıklar (nazırlık) Refet Paşa'nın tebliğiyle lağvedildi. Sultan Vahdeddin, verilen mesajı çok iyi anlamıştı. Belli ki bundan sonra idarede olmayacaktı. Bunun da ötesinde her an başına bir şeyler gelebilirdi. Bazıları durumdan vazife çıkarabilirdi. Bu düşüncelerle devrik Sultan Vahdeddin, 17 Kasım sabahı¸ küçük oğlu Ertuğrul ve harem mensuplarıyla beraber Dolmabahçe Sarayı'ndan bir kayığa binerek Boğaziçi’nde demirlemiş olan Malaya adlı bir İngiliz zırhlısı ile Malta’ya gitmiştir. Daha doğrusu İngiltere'ye gitmek istemiş, İngilizler tarafından istenmediği için Malta'ya gitmek zorunda kalmıştır. Böylece son padişah Vahdeddin, canından aziz bildiği bu ülkeyi, düşmanları hasedinden çatlatan yedi tepeli payitaht İstanbul'u, gözyaşlarını içine akıtarak sessiz sedasız bir şekilde terk etmiştir. Böylelikle Osmanlı Devleti'nin saltanat defterinin son sayfası da bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Acısıyla tatlısıyla bir devir sona ermiştir. Devrik Sultan'ın bu acı yolculuğunu adeta turistik bir gezi gibi görenlerin belli ki vicdanları pas tutmuştur. Zira bir insanın tahtından ve idare ettiği devletten kovulması kolay hazmedilecek bir durum değildir. Keşke ülke içinde kalmasına izin verilerek zafer taçlandırılsaydı. Fakat bizler yeni durumlarda ne yazık ki eskiyi değerlendirmek ve ondan faydalanmak yerine, onu tarihin çöp sepetine atmakla maruf sabıkalı bir milletiz. Devrik Sultan Vahdeddin’in işgal ordularının zırhlısıyla apar topar İstanbul'u terk etmesi, tarihî hadiseleri duygularıyla anlatan basiret fukaraları tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Zor zamanların padişahı ülkesini satmakla, hainlikle suçlanmıştır. Oysa onun yerinde kim olsaydı benzer şeyi yapardı. Zira Millî Mücadele'yi kazanan ekip tarafından dışlanmıştır. Üstelik bundan sonra akıbetinin ne olacağı da belli değildi. Zira Osmanlı tarihinde bu gibi durumlardan sonra hiç de hoş olmayan, acıklı hadiseler hep yaşanmıştır. Bütün bunları nazara alarak Sultan Vahdeddin'in bu vakitsiz ve hüzünlü gidişini bir hicret olarak değerlendirmek daha doğrudur. Zira bazen kalmak, gitmekten daha zordur. Sultan Vahdeddin, dindar bir padişahtı. İslâm'ın değerlerine sadıktı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e gönülden bağlıydı. Kutsal beldeleri görmeyi çok istiyordu. 1922 senesinin sonlarında Hicaz Kralı Hüseyin’in daveti üzerine hacca gitmiştir. Üç ay süreliğine Hicaz’da kalmıştır. Hicaz'da kalmaya devam etmek istese de İngiltere’nin baskısı yüzünden buradan ayrılmaya mecbur olmuştur. Buradan istemeyerek de olsa ayrıldıktan sonra, bir müddet İtalya’nın Cenova kentinde ikamet etmiştir. 11 Haziran 1923′te de İtalya'nın San Remo kasabasındaki bir eve taşınmıştır. Kalan ömrünü acı ve hasret içinde burada tamamlamıştır. Devrik Sultan Vahdeddin'in Çilesi Öldükten Sonra da Bitmemiştir Ömrünün son yıllarını vatanından çok uzaklarda, gurbet ellerde acı ve yoksulluk içinde geçiren Sultan Vahdeddin, 16 Mayıs 1926 tarihinde, üç yıllık sürgünden sonra zorunlu olarak ikamet ettiği San Remo'da kalp yetmezliğinden son nefesini vermiştir. Böylece Osmanlı Devleti'nin son padişahı da tıpkı tahtına oturduğa Osmanlı gibi hayat sahnesinden çekilmiştir. Gerçi o, canından çok sevdiği İstanbul'dan ayrılırken manevî olarak zaten ölmüştü. Bu son (maddî) ölüm onun hayata tamamen veda ettiğini tescil ettirmiştir. Sultan Vahdeddin'in ölüm sonrası da ibretliktir. Ne acıdır ki Devrik Sultan’ın ölümüyle San Remo'daki alacaklıları (hayatını idame ettirebilmek için borçlandığı küçük esnaflar) kapısına dikilmiştir. Alacaklarını temin edemeyen San Remo esnafı bu sefer de Sultan Vahdeddin'in tabutuna icra koydurmuştur. Böylece padişahın cenazesi haczedilmiştir. Borçlar ödenene kadar cenazenin defnedilmesine izin verilmemiştir. Türkiye'de zamanın idarecileri bu olup bitenlere kayıtsız kalmıştır. Bir zamanlar elinden tuttuğu kişiler bile onu bir maznun (sanık) olarak gördüğü için ölüsüne bile sahip çıkmamışlardır. Bu, bir ailenin yaşayabileceği en büyük trajik durumdur. Onlar ahir ömürlerinde ne yazık ki bunu da yaşamışlardır. Bu trajikomik hadiseler karşısında neye üzüleceklerine şaşırmışlardır. Gurbet illerde yaşamaya mecbur edilen Sultan Vahdeddin, İtalya'nın San Remo şehrinde 65 yaşında vefat etmiştir. Fakat gel gör ki bu son padişahın çilesi öldükten sonra da bitmemiştir. Tabutuna konulan haciz yüzünden cesedi bir ay boyunca toprakla buluşamamıştır. Nihayet 15 Haziran 1926’da, mazlum sultanın tabutu evden çıkarılmış ve bir trenle Beyrut’a götürülmüş, oradan da gemi ile Suriye’ye nakledilmiştir. 3 Temmuz 1926’da da, ölümünden 47 gün sonra, Şam’da Yavuz Selim Camii’nin bahçesine gömülmüştür. Onun dirisine saygı göstermeyenler, ölüsüne de saygı göstermemiştir. Osmanlı'nın bu son padişahını yok hükmünde saymışlardır. Mezarı Türkiye'de olmayan tek padişahtır. Allah rahmet eylesin. [1] Vehbi Vakkasoğlu¸ “Son Bozgun” 1. Cilt¸ TİMAŞ Yay. 1990 [2] TBMM Zabıt Ceridesi C.1¸s¸4-5.
M.Nihat MALKOÇ
YazarTürkiye, Türkiye'den ibâret değildir. Bizim Türkiye dışında kalan Türk Dünyası coğrafyamız da var. Bu hüzünlü coğrafyanın önemli duraklarından biri de Batı Trakya'dır. Osmanlı ruhunun sindiği bu kadim...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin Gönül Coğrafyası1914 yılında, Malatya’nın Darende ilçesi Hacılar Şeyhli Mahallesinde dünyaya gelen Seyyid Osman Hulûsi Efendi âlim, mutasavvıf ve şairdir. Babası Şeyh Hâ...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Büyük Depremler Can YaktıTarihler 6 Şubat 2023’ü, saatler ise 04:17’yi gösterdiğinde başta Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman olmak üzere Malatya, Gaziantep, Adana, Osmaniye, Diyarbakır, Kilis ve Şanlıu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Tasavvufî hayatın sükûnetini tercih edenler; dünya hayatının kavgalarından ve karmaşıklığından sıyrılıp, yokluğun huzur dolu sînesine yaslanmanın güzelliğinden bahsederler. İnsanın içini kemiren dünya...
Yazar: Musa TEKTAŞ