İlk Modern Darbeyle Şehit Edilen SULTAN ABDÜLAZİZ
Ağabeyi Sultan Abdülmecid’in, verem hastalığından vefat etmesi üzerine, 25 Haziran 1861’de, 32 yaşında 32. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Eyüp Sultan Türbesi’nde kılıç kuşandı. Kendisini bekleyen çok iş vardı. Osmanlı’nın güç, saygınlık ve kendine güvenini yeniden tamir etmesi gerekiyordu.
Sultan Abdülmecid Devri’nden itibaren devletin ekonomik sıkıntıları artmıştı. Kırım Savaşı’ndan beridir Avrupalı devletlerden alınan borçlar da fayda etmiyordu. Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa’nın, Padişaha sunduğu şu tasarruf önlemi, devletin hangi noktada bulunduğunun acı göstergesiydi: “Sarayda bulunan altın ve gümüş kapların, tarihî eserlerin darphaneye gönderilerek eritilmesini teklif ederim! Tahtın mirasçısısınız, ama borçlu bir Osmanlı’ya mirasçı oldunuz!”
Ülkenin içinde bulunduğu durumdan bazı aydınlar, yazarlar ve devlet adamları memnun değildi. Tanzimat hareketiyle ve Tanzimatçılarla ülkenin bir yere varamayacağını düşünüyorlardı. Devletin zayıflamasını ve çöküşünü önlemek için acil tedbirler alınmalı, daha fazla yenilik yapılmalıydı. Bu amaçla, içlerinde zamanın ünlü şair ve yazarlarının da yer aldığı bir grup kişi 1865’de İstanbul’da, Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla bir dernek kurdular. Bunlara zamanla, Jön Türkler ya da Genç Türkler denmeye başlandı.
İçlerinde dürüst, samimî, idealist ve vatansever insanlar vardı; fakat çoğunlukla çıkar düşkünü, derneği ve gücünü kullanarak devlette önemli yerlere gelmek isteyen veya daha önce kaybettiği makamı tekrar kazanmak isteyen küskünler, saraya ve padişaha kin ve nefret duyan insanlar vardı. Aralarında tam bir görüş birliği yoktu: Şair Ziya Paşa ve Namık Kemal, Müslümanların birliğini ve padişahlığın devamını savunurken, Ali Suavi gibi bazı kimseler, padişahlığın sona erdirilip, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını (laikliği) ve tamamen Avrupa tarzında bir devlet ve yönetim şeklinin kurulmasını savunuyordu.
Birleştikleri ve kurtuluş çaresi olarak gördükleri tek nokta, acilen bir meclisin açılması ve meşrutiyet yönetimine geçilmesiydi. Jön Türklere daha sonraları Mithat Paşa liderlik etmeye başladı. Bazı yerlerde başarılı valilikler yapan Mithat Paşa dikkatleri üzerine toplamıştı. 1872’de sadrazamlığa getirilmesiyle yıldızı parladı. Fakat sadrazamlık görevi valiliğe benzemiyordu. Bir süre sonra Sultan Abdülaziz, onu sadrazamlıktan uzaklaştırdı. Adalet bakanlığına getirilen Mithat Paşa, bu görevde de bir varlık gösteremedi. İstifa ederken verdiği dilekçede sınırlı bir kabiliyete sahip olduğunu şöyle itiraf etmişti: “Genellikle memuriyetim küçük yerlerde geçti. Bu kadar karışık işlerin içine hiç girmedim. Bu işlerin üstesinden gelemiyorum. Aciz kaldım. Kabiliyetime uygun bir iş verilmesini talep ediyorum.”
Mithat Paşa, sınırlı kabiliyeti ile orantısız bir hırsa sahipti. Kendine verilen görevlerden uzaklaştırılmasını haklı bulmakla birlikte, sadrazamlık görevine son verdiği için padişaha kin ve düşmanlık besliyordu. Onu tanıyanlar, amaçlarına ulaşmak için her şeyi göze alabilecek ölçüde gözü kara, hırslı, kibirli ve haddini bilmez bir kişilik taşıdığını söylüyorlardı. Öyle ki, Osmanlı bayrağının bir köşesine haç ekleyip kendi adına devlet ve ordu kurarak padişahın yerine geçmeyi düşünecek kadar tehlikeli heves ve niyetler taşıyordu.
Mithat Paşa, İstanbul’da Çırpıcı Çayırı’ndaki köşkünde oturuyordu. Ama orada hiç boş durmuyor, gizli toplantılar ve birtakım tehlikeli plânlar yapıyordu. Sultan Abdülaziz’e karşı duyduğu kin ölçülür gibi değildi. Nihayet, kararını verdi ve plânını yaptı: Meşrutiyet yönetimine geçmek bahanesiyle padişaha karşı askerî darbe gerçekleştirecek ve tahttan indirilecekti.
Eski sadrazamlardan Serasker Hüseyin Avni Paşa ile Mütercim Rüştü Paşa da kendisini destekliyordu. Darbeye zemin hazırlamak için şöyle bir yönteme başvurdular: Yükseköğrenim öğrencilerini para ve çeşitli vaatlerle aldatarak sokağa dökmek ve yönetime karşı ayaklandırmak.
Aralarına çapulcuların da karıştığı öğrencilerin çıkardığı isyan büyüdü. Sultan Abdülaziz, isyancıların sergilediği gürültü ve patırtıdan oldukça tedirgin oldu. Amcası III. Selim’in başına gelenleri hatırladı. Daha fazla karmaşaya fırsat vermeden isyanı bastırmak için şu tedbirleri aldı:
Mütercim Rüştü Paşa’yı sadrazamlığa, Hüseyin Avni Paşa’yı tekrar seraskerliğe, Mithat Paşa’yı da bakanlığa denk bir göreve getirdi. (12 Mayıs 1876) Bu düzenleme, hem isyancıların hem de darbeci ekibin istediği gibiydi. Fakat bu da Mithat Paşa ve darbeci arkadaşlarını tatmin etmedi. Şimdi sıra esas büyük plânı gerçekleştirmeye gelmişti: Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan padişaha darbe yapıp tahtından indirmek ve yerine kendi düşüncelerine daha yatkın olan Şehzade V. Murad’ı getirmek...
Korkunç plânın uygulanması için 18 gün sonra Mithat Paşa ve ekibi düğmeye bastı. Sabah namazı sonrasında istirahate çekilen padişahın kaldığı Dolmabahçe Sarayı, erken saatte sarıldı. Bir süre sonra Hüseyin Avni Paşa, adamlarıyla birlikte Topkapı Sarayı’na gelip, Şehzade V. Murad’ı uyandırdı. V. Murad’ın darbe plânından ve kendisinin tahta çıkarılacağından haberi vardı. Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’in padişahlıktan uzaklaştırıldığını, yeni padişahın kendisi olduğunu bildirdi. Ardından da top atışları yapılarak yeni padişahın tahta çıktığı İstanbul’a duyuruldu.
Top seslerini duyup uyanan Sultan Abdülaziz, büyük bir heyecana kapıldı. Bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Tam o esnada birkaç kişi padişahın odasına girdi ve şu açıklamayı yaptı: “Padişahlıktan uzaklaştırıldınız ve Topkapı Sarayı’nda zorunlu oturmaya mahkûm edildiniz!” Söylenenleri sessizce dinleyen padişah, derin bir teslimiyet içerisinde şu karşılığı verdi: “Ne yapalım, kader böyleymiş!” Kimin tahta çıkarıldığını öğrendiğine ise şu tepkiyi gösterdi: “Acayip! Zaten böyle olacağını biliyordum! Çünkü benim gibi devletin şan ve şerefine hizmet edenler, sonunda böyle felakete uğrarlar. Amcam Sultan Selim’in uğradığı felaket hepimizde büyük bir üzüntü bıraktı.”
Dolmabahçe Sarayı’ndan apar topar alınan Sultan Abdülaziz, saray hizmetlilerinin gözyaşları ve feryatları arasında Topkapı Sarayı’na götürüldü. III. Selim’in öldürüldüğü odaya hapsedildi. Tahta çıkışından 15 yıl sonra bir askerî darbeyle, böyle acı bir biçimde padişahlıktan uzaklaştırıldı. Amcası Selim’in başına gelenin kendi başına da geleceği, aynı kaderi paylaşacaklarına dair kaygılar taşıyordu. Bunun verdiği rahatsızlıkla yeni padişah V. Murad’a şu mektubu yazdı:
“Önce Allah’a sonra da sana sığınıyorum. Millet hizmetinde çok çalıştım. Başaramadığım için üzülüyorum... Senin başarmanı diliyorum. Kendi ellerimle silahlandırdığım askerlerim beni bu hâle soktular. Buradan başka bir yere taşınmamı rica ediyorum. Saltanatı, Abdülmecid Han nesline terk ettiğimi bildiririm.”
İsteği kabul edilen Sultan Abdülaziz, Feriye Sarayı’na nakledildi. Zamanının büyük bir kısmını namaz kılarak ve Kur’an-ı Kerim okuyarak geçiriyordu. Göz hapsindeydi, kaldığı sarayın etrafında kuş uçurtulmuyordu. Sarayın korumasını yapan bazı subaylar kendisiyle alay ediyor, ona terbiye sınırlarını aşacak şekilde “Aziz Efendi” diye sesleniyorlardı.
Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa’dan olan darbeci ekibin henüz yapacakları bitmemişti. Yaptıkları darbenin ve kendilerinin güvenliğinin sağlanması için tahtını kaybetmiş padişahın vücudunun da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü ona bağlı bazı askerî birlikler, halkın da desteğini alarak ayaklanabilir; bu da kendilerinin sonu olurdu.
Onun için son bir kanlı plân, hain bir pusu daha hazırladılar: İri kıyım bazı pehlivanlardan (çünkü kendisi de bir pehlivan olan padişahı ancak bunlar devirebilirdi) katiller seçilecek, saraya muhafız ya da görevli olarak tayin edilen bazı kişiler de onlara yardım edecekti. Savunmasız durumdaki padişahın gafil bir anını kollayarak, odasına baskın yapıp suikast düzenleyeceklerdi. Sonra da olaya intihar süsü verilecekti.
Korkunç suikast, 4 Haziran 1876 Pazar günü, saat dokuzda sahneye kondu. Olay günü katiller sessizce padişahın odasına sokuldular. Kapıya nöbetçiler koydular. Sonra odaya padişahın özel hizmetine bakan Fahri Bey’i gönderdiler. Bu adamı, kahveci çıraklığından alıp bu göreve kadar getiren Sultan Abdülaziz’di. Fakat o, Hüseyin Avni Paşa’ya, padişahın durumuyla ilgili günlük rapor verdiği gibi şimdi katillerle işbirliği yapıyordu.
Padişahın hatırını sormak bahanesiyle yaklaştı. Durumdan henüz şüphelenmeyen padişah cevap verdi: “Allah’a şükür, beterin beteri var!” Ancak gözünü kapıya çevirdiğinde, korkunç plânı fark etti. Çünkü kapıda daha önceden tanıdığı Mustafa isimli iki pehlivan belirmişti. Hemen padişahın üzerine çullandılar. O sırada diğer katiller de içeri girdi. Kollarını arkadan tutarak ve dizlerine oturtarak padişahın hareket etmesini engellediler.
Sonra katil pehlivanlardan birisi keskin bir hançer çıkararak sultanın bileklerini ve damarlarını, ileri geri ve derin bir şekilde kesmeye başladı. Talihsiz padişah inledi ve derin bir ah çekti. İşlerini bitiren katiller büyük bir korku ve panik içerisinde pencereden atlayarak kaçtılar. Sarayın koridorlarına derin bir sessizlik çöktü. Ardından saray hizmetlilerinin acı feryadı duyuldu.
Mithat Paşa ve darbeci arkadaşları, bahtsız sultanın yaşamasına, tahttan indirdikten sonra ancak 5 gün izin verdiler. Ölümüne de, padişahın sinirlerinin, psikolojisinin ve ruh hâlinin aşırı bozuk olmasını gerekçe göstererek “intihar kılıfı” hazırlamaya kalkıştılar.
Hâlbuki o devre tanıklık eden tarihçilerin, saray çevresinin, halkın ve olayı soruşturmak üzere daha sonra Sultan II. Abdülhamid’in kurdurduğu Yıldız Mahkemesi’nin kanaatine göre Sultan Abdülaziz’in ölümü intihar değil, açıkça Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve diğer darbecilerin işlediği kanlı cinayet, iğrenç bir komploydu. Çünkü Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın tespitiyle, “makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra, yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdu.”
Yıldız Mahkemesi sırasındaki ifadesinde Mithat Paşa bile şöyle demişti: “Yayınlanan raporu okudum. Merhumun intihar ettiğine pek ihtimal vermedim!” Dahası, koskoca Osmanlı padişahının şüpheli ölümü üzerine, şeran ve kanunen her çeşit soruşturma ve tam bir tıbbî incelemenin (otopsi) yapılması gerekirken, Mithat Paşa ve Hüseyin Avni Paşa buna izin vermediler, örtbas edip geçiştirdiler.
Padişahın özel hizmetine bakan ve katillerle işbirliği yapan Fahri Bey’in düzmece ifadelerine başvurarak, alelacele sahte bir ölüm raporu hazırlamakla yetindiler. Rapor için gelen doktorlardan bazıları Padişah’ın vücudunu incelemek istediklerinde Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir. “Bu, bir padişahın cesedidir. Onun için size her tarafını açıp gösteremem.” diyerek mani olmuştur. İncelenmeden tutulacak bir rapora imza atmayacağını beyan eden Hekim Ömer Paşa’nın rütbeleri sökülmüş ve askerlikten men edilmiştir.
Doktorlara, önce Padişah’ın yüzü gösterilerek, cesedin Sultan Abdülaziz’e ait olduğu teşhis ettirilmiştir. Ardından sağ ve sol kolları açılmış ve sözde kollarını kesmekte kullandığı makas gösterilmiş ve doktorlara şöyle denmiştir: “İşte yaraları açan makas budur; Sultan bununla kollarını kesmiştir.” Sözü edilen ısmarlama rapor, sadece bunlara göre yazdırılmıştır. Çünkü darbeci cinayet şebekesi, hazırlanan ilk iki raporu beğenmemiş ve üçüncüsünü de dikte yoluyla yazdırmışlardır. Doktorlar zaten bu hususu kaleme aldıkları raporda ifade etmişler ve “kendi görüşlerini değil, kendilerine söylenenleri” ortaya koyduklarını dile getirmişlerdir.
Raporda geçen hüküm cümlesi aynen şöyledir: “Mezkûr (zikredilen) makas kanlı olup, Hüdâvendigâr-ı sâbıkın (devrik Padişah’ın) bâlâdaki (yukarıdaki) zikrolunan cerihaları (yaraları) bununla icra etmiş olduğunu bize beyan ettiler.” Doktorlardan sadece üçü muayenede bulunmuş, diğerleri ise arkadaşlarının şahitliklerine istinat etmişlerdir.
Padişah’ın cesedini gasleden Sultan Ahmet Camii baş imamı, Yıldız Mahkemesi’ndeki ifadesinde “Padişah’ın vücudunun, bilhassa kalp kısmında morluklar gördüğünü” beyan etmiştir. O dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan güvenilir tarihçilerin (A. Cevdet Paşa ve Mahmud Kemal gibi) ve olay sırasında yayımlanan Avrupa basınının kanaati de olayın cinayet olduğu yönündedir.
Olayın şahitlerinden olan ve hadisenin gerçekleştiği yıl 10 yaşını idrak eden, Sultan Abdüzaziz’in kızı Nâzime Sultan, gördüklerini ve konuyla ilgili vesikaları, 1940’lı yıllarda Beyrut’ta sürgündeyken, yakın çevresi ve Adil Sulh gibi bazı ilim adamlarıyla paylaşmış ve konuyla ilgili tartışmalara son noktayı koymuştur. Adil Sulh’un oğlu Munah Sulh da bunları daha sonra tarihçi Halid Ziyade’ye aktarmıştır. Ziyade, elindeki bilgi ve belgeleri 1991 yılında El-Hayat gazetesinde yayımlanan “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Vefatındaki Esrar Kızının Şahitliğiyle Dağılıyor” başlıklı makaleyle kamuoyuna ilan etmiştir.
46 yaşında şehit edilen Sultan Abdülaziz’in cenazesi, Sultan Mahmud Türbesi’ne gömülmüştür. Arkasından, “Babamız öldü!” diye feryat eden İstanbul halkının duyduğu acı, akıttığı gözyaşı yere göğe sığmamış, ağıtlara konu olmuştur.
Kaynakça: Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat, Neşr: İ. Miroğlu, c.1, İstanbul, 1979, s.37-127, 153-182; A. Cevdet Paşa, Tezâkir, Neşr: C. Baysun, c.4, Ankara, 1986, s.155-160; E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, c.4, s.169-264, c.7, c.255-360; Bedii Şehsuvaroğlu, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, 1967, s.41-51; İbnülemin Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar, c.2, İstanbul, 1982, s.21; “Sultan Abdülaziz’e Dair”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Sayı: 9/86; İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronoloji, İstanbul, 1961, c.4, s.197, 256-264; İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Sultan Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi”, TTK Belleten, VII/28 (1943), s.349-373; Efdalüddin el-Hûnecî, T. Yılmaz Öztuna, “Abdülaziz”, İTA, c.2, s.332-347; A. Hamit Ongunsu, “Abdülaziz”, İA, c.1, s.57-60; Cevdet Küçük, “Abdülaziz”, DİA, c.1, İstanbul, 1988, s.179-185; Albert Wirth, “Sultan Abdülaziz’in Öldürülmesi”, Çeviren: Salim Tura, Tarih Dünyası Mecmuası, Sayı: 18, 1 Ocak 1951; Abdurrahman Şeref, “Sultan Abdülaziz’in Vefatı”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Sayı: 6/83, 1 Teşrinisanî 1340/1 Kasım 1924; Halid Ziyade, “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Vefatındaki Esrar Kızının Şahitliğiyle Dağılıyor”, El-Hayat gazetesi, 6.5.1412/11.11.1991, Sayı: 10502; Ömer Faruk Yılmaz, “Babamın Katledilişini Gördüm!”, Yedi Kıta dergisi, Sayı: 38, Ekim 2011, s.23-24, 26-27.
İsmail ÇOLAK
Yazarİmanın asıl kaynağı Allah sevgisidir. Cenâb-ı Allah’a kulun sevgisi çoğaldıkça, gönül bahçesinde mârifet çiçekleri açar. Tasavvuf yolu, bir Allah dostu vesîlesiyle Yüce Yaratıcı’yı tanıma yolunu göst...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Köyde, erkeklerin bile kalmadığı zor ve kara günler yaşanıyordu.Bir gün Balıkesir’in İvrindi Köyü’ne bir grup subay ve asker, cepheye yine asker toplamaya gelmişti.Köylüleri, muhtar kanalıyla meydana ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
İstiklâl Savaşı Dönemi’nde Maraş ve Antep’in kurtuluş mücadelesinde, Maraşlı Hüseyin’in yazdığı destan, en acıklı olanlardan biriydi. Hüseyin, Maraş savaşına katıldıktan sonra, gönüllü olarak Antep’in...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Tütün illeti, şifalı ot adı altında Batılı tüccarlar tarafından Osmanlı Ülkesine sokulduktan kısa zaman sonra kendine ticarî kazanç sağlayacak bağımlı bir kitle ve pazar bulmayı başarmıştır. Osmanlı t...
Yazar: İsmail ÇOLAK