Âşığın Ateşle İmtihanı Yahut Âteşin Beyitler
Divan şiirinde birtakım hayaller ortak bir düşünce sistemi hâline gelmiştir. Bunlar bir bakıma günümüzdeki sembole dayalı anlatımlara benzer. Buna mazmun diyoruz. Mesela hançer ya da mihrap kelimesi sevgilinin kaşını, adem (yokluk) ağzını, servi boyunu, yılan saçını, ay yüzünü… temsil eder. Fakat şair, bu mazmunları yeni ve farklı bir biçimde işleyebildiği oranda başarılı sayılır.
Ele alacağımız konu âşık ve âh… Âşık, içinde biriktirdiği düşünceleri, hayalleri, olumlu-olumsuz fikirlerini bir zaman sonra âh ederek dışa vurur. Âh şiddetli bir patlamadır, âşığın boşalmasıdır. Bu infilak aynı zamanda âşığı ele veren bir hadisedir. Âh, âşığın âşıklığını âleme duyurmasıdır, sırrın fâş olmasıdır. Bu durum çoğu zaman iyi karşılanmaz. Çünkü ehl-i aşk, âşığın âhını içinde tutmasını makbul bulmuştur. Nitekim Garibî der ki:
“Kahramân-ı dehr odur ki sînede âhın duta”
Sînesinde âhını tutan (gerçek) bir dünya kahramanıdır.
Ne var ki, çoğu zaman âh, âşığın elinde olmayan bir davranıştır. Sürekli şişirilen bir balon nasıl patlarsa, âşığın âhı da bir zaman gelir; sıkışmadan dolayı, infilak eder. İnfilak diyoruz, çünkü bu patlama değme bomba etkisinden ziyadedir. Hani diyor ya âşık: "Bir âh çeksem karşıki dağlar yıkılır."
Âh deyip geçmeyelim ve âhın özelliklerine bir bakalım: Âh eski alfabemizde elif ve güzel he ile yazılırdı. Âşığın hayal dünyasında güneşin oluşumu şöyledir: Âşıklar öyle âh çekerler ki bu âhlar göklere ulaşır. He harfi güneştir ve etrafındaki şualar elif harfleridir. Âşıkların âhı güneşin şuasını artırır, güneşin harareti buradan gelir. Âh, âşığın içindeki yangının neticesidir:
Şöyle tutmuşdur şerâr-ı dûd-ı âhım gökleri
Korkarım yağmur yerine od saça gökden sehâb
Behiştî (Sinan Çelebi) Behiştî diyor ki: “Âhımın dumanından çıkan kıvılcımlar, gökleri öyle kaplamıştır ki korkarım bulutlardan yağmur yerine ateş yağar.”
Bu, başarılı bir tasvirdir. Bulutlu bir hava, henüz yağmur başlamamıştır. Âşık öyle bir âh çekmiştir ki bu âh gökyüzünde yıldırımlar oluşturuyor. Hâlbuki âşığın içindeki aşk ateşinden dolayı ağlaması beklenirdi. Âşıkların âhı hemen tükenmez. Çünkü onlardaki âhın sebebi gelip geçici bir heves değildir. Bu yüzden öldükten sonra bile, çâk çâk olmuş sineden çıkan âhın etkisi dinmez, devam eder.
Öldüğümden sonra dikmezlerse sînem çâkini
Hep yakar nâr-ı derûnum sûzu kabrim hâkini
Rûhî Rûhî diyor ki: “Öldükten sonra sinemdeki yırtıkları dikmezlerse içimdeki ateşin yakıcılığı mezarımdaki toprakları hep yakar.”
Âh, âşığın sinesinden çıkmayagörsün, her yer cehennem gibi yanar. Gökler tutuşur âdeta… Gören, şimşek çakıyor zanneder göklerde:
Hurûş-ı ra’d sanman bu sadâyı
Şu âhımdan felek feryâda geldi
Sûzî Mahlasının anlamı da yakan, yakıcı olan Sûzî, bakın ne diyor: “Bu gürültüyü gök gürlemesi sanmayın, benim âhımdan felek feryat etmeye başladı.”
Sûzî, âşıkın âhını yıldırımlara benzetirken Hayretî ondan geri kalmaz ve dağların başındaki dumanla âh arasında bir bağ kurar:
Dağlar başındagı görünen ebr sanmanız
Uşşâkdan havaya çıkan dûd-ı âh imiş
Hayretî
(Dağların başında görüneni bulut sanmayın. Onlar âşıklardan havaya yükselen âhın dumanı imiş.)
Şâir, dağların başında görünenin bulut olduğunu bildiği hâlde, bunun, âşıkların ağızlarından çıkan, ateşli ah dumanları olduğunu öğrendiğini söylüyor. Böylece bir de güzel hüsn-i talil sanatı yapıyor. Bâkî’nin ah manzarası daha teferruatlıdır:
Sûz-ı aşkınla kaçan kim dilden âh u zâr olur
Âh dûd u dûd ebr ü ebr âteş-bâr olur
Bâkî
(Senin aşkının ateşiyle gönülden ne zaman âh ve inleyiş olursa, âh duman, duman bulut, bulut ateş yağdırıcı olur.)
Şöyle bir düşünsek, kalbinde aşk ateşi olan bir insan portresi karşımızda nasıl bir suret gösterir? Hayretî diyor ki:
Gözümde âb u cânda âteş ü tâb
Başumda hâk ü destümde hemân bâd
Hayretî
(Gözümde su ve canımda ateş, başımda toprak ve elimde daima rüzgâr...)
Âşığın ateşle imtihanı kolay değildir. İçindeki ateş bütün dünyasını kaplar, her yerde hissettiği ve gördüğü ateşten başka bir şey değildir.
Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handânı değil serv-i hırâmânı bile
Neşâtî
(Gül bahçesine sensiz bakamam. Oradaki, değil gülen güller, salınan serviler bile gözüme ateş gibi görünür.)
Neşâtî bir âh etmek suretiyle âdeta kıyamet koparmak niyetindedir.
Sîneden derd ile bir âh ideyin kim dönsün
Aksine çerh-i felek mihr-i dırahşânı bile
Neşâtî
(Tâ içimden dert ile bir âh edeyim ki feleğin sadece çarkı değil, parlak güneşi bile tersine dönsün.)
Zâtî de Neşâtî ile benzer duyguları taşır. Bir âh çekmek suretiyle dokuz kat gökleri yakma niyetindedir:
Bir nefesde ol tokuz evrâkunı virür yele
Âteşîdür ey felek âh u figânumdan sakın
Zâtî
(Ey felek, benim ateşli âhımdan ve feryadımdan sakın; çünkü bir nefes ile dokuz kat evrakını yele vermem işten değildir.)
Ateş ve su aslında tezattır; fakat bu tezatlar âşığın vücudunda, rûhunda elemli bir uyum da oluşturur:
Yüreğimde yanar iken cehennem
Gözümün yaşıyla toldı cihân nem
Ahmedî
Ateşin ve suyun bir arada bulunduğu en güzel beyitlerden biri Fuzûlî’nin Peygamber aşkıyla söylediği Su Kasidesi’dir.
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Fuzûlî
(Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.)
Ateş şiddetli bir arzunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş, Fuzûlî’nin, içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak, serinletecek her türlü çare, derman olarak düşünülebilir. Ateş deyince aklımıza hemen semender gelir. Semender, ateşte yaşadığına inanılan mitolojik bir hayvandır. Âşık, semender tıynetlidir. Garibî bu yüzden diyor ki:
Derûnum istemem bir lâhza dâğ-ı aşkdan hâlî
Meseldür kim “semender olur âteş-hâneden mahzûz
Garibî
(İçimin bir an bile aşk ateşinden yoksun olmasını istemem. Bir söz vardır, derler ki: Semender ateş yanan yerden hazlanır.)
Şair, sevgilinin aşkını bir ateşe benzetiyor ve ateşin içinde olmasından da çok memnun oluyor. Bu memnuniyet tıpkı semenderin ateşten hoşlanması gibidir. Âşık, sevdasından dolayı ateş mizaçlıdır. Kuşlar içinde bülbül de âşıkla aynı mizaca sahiptir. Çünkü o da ateşe benzeyen güle âşıktır ve bu mizacı ondan alır.
Çün mizâcı âteşîdir gülsitân içre gülün
Reng-i rûyu ger güle dönse aceb mi bülbülün
Şânî
Gül bahçesinde gülün mizacı ateşlidir. Bu yüzden bülbülün yüzü güle dönerse şaşılmamalıdır. Aşkın en belirgin emaresi ateştir. Ya da ateş, aşkın işaretidir diyebiliriz.
Sultan 2. Selim ateşli nağmeleriyle sabah rüzgârlarını bile yakan bülbülün güle ve gülzâra olan aşkını şöyle ifade eder:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilür geçse sabâ gülşenimizden
Selimî
(Biz, gülzardan ayrı düşmüş olmanın hasretiyle yanık yanık öten öyle bir bülbülüz ki sabah rüzgârı gül bahçemizden geçse, ateş kesilir, yanar.)
Klasik şiirimizde mum, bazan için için aşk ateşiyle yanıp kendini tüketen âşığa teşbih edilir. Şem (mum) aşkın ve âşıkın nasıl olması gerektiğini gösteren açık bir delildir.
Şem’in ki yandı cismi serâser fitîl ile
Gösterdi râh-ı aşkını rûşen delîl ile
Şem’î
Şem’î diyor ki: “Mumun vücudu baştanbaşa fitille yanınca aşkın yolunu apaçık delillerle gösterdi. Ahmed Paşa da mum ile âşık arasında kader bağı bulunduğuna işaret eder:
İçi yandığından ağlar şem’-i meclis hâlime
Yâr oda niçün yakar ben mübtelâsın bilmedüm
Ahmed Paşa
(Meclisin mumu, hâlime içi yandığı için ağlar. Sevgili, ben müptelasını ateşe niçin yakar, bilmedim.)
Bazen da mum sevgilidir, pervane ise ona deli dîvane âşık… Döner durur mumun etrafında. Nihayet kendini mumun alevinde tutuşturduktan sonra vasıl olur sevgilisine:
Azm-i sahrâ-yı ‘ademdir iftihâr-ı ehl-i zevk
Vaslıdur pervâneye sûz-ı mahabbetden murâd
Garîbî
(Zevk ehlinin öğüncü yokluk sahrasına yönelmektir. Pervanenin ateş ile olan muhabbeti ona kavuşma isteğindedir.)
Beyitte şair, tasavvuf ehlinin maddiyattan sıyrılarak varlıkta yok olma isteğini daha iyi ifade etmek için, pervane ile ateş ilgisini hatırlatarak mutasavvıfın hedefini daha somut bir şekilde izah etmiştir. Âşığın, sevgilisine yazdığı mektup bile ateşlidir. Öyle ateşlidir ki onu sevgilisine ileten güvercinin dahi yanıp kebap olacağından endişe duyar:
Nice arz edem aceb sûz-ı dili dil-dâra ben
Nâme göndersem kebûter iltemez biryân olur
Hayretî
(Gönlümün ateşini o sevgiliye acaba nasıl bildireyim? Güvercinle mektup göndersem- aşkımı belirten mektubun ateşiyle- kebap olur, iletemez.)
Şair, ateşli bir aşk ile yazdığı mektubu, sevgilisine güvercin vasıtasıyla yollamak istiyor. Ne var ki mektuptaki ateşli sözlerden dolayı güvercinin yanacağından ve mektubun ulaşamayacağından endişe duyuyor. Aşk ve ateş deyince aslında başlı başına bir yazı konusu olacak Fuzûlî’nin yeri bir başkadır elbette. İşte ondan da yanımlık birkaç beyit:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapum bâd-ı sabâdan gayri
(Bana gönlümdeki ateşten başka hiç kimse yanmaz; bahar rüzgârından başka kimse kapımı açmaz.)
Berk-i âhum gökyüzün dutmuş sirişküm yeryüzün
Sohbetümden hem vuhûş etmiş teneffür hem tuyûr
(Âhımın şimşeği gökyüzünü, gözümün yaşı yeryüzünü kapladı; sohbetimden vahşî hayvanlar, kurtlar kuşlar nefret eder olmuştur.)
Demen göz yaşı ilen def’ olur aşk âteşi tenden
Bu od her yere düşse fark kılmaz kurusun yaşın
(Gözyaşı ile aşk ateşi vücuttan zâil olur demeyin; bu ateş nereye düşse kuru, yaş ayırt etmez.)
Sevginin ve onun şiddetli hâli olan gerek ilâhî gerekse beşerî aşkın doruk noktasını yaşadığına inandığımız Divan şairleri, içlerindeki ateşli aşkın tasvirini yine ateşin beyitlere dökerken aynı zamanda sanatın, estetiğin de zirvesini yakalamışlardır. Onlar yandıkça, yakıldıkça ve yaktıkça gönül dünyamızdaki kıvılcımlanmalar da seher-i haşre kadar hiç sönmeyecektir.
Vedat Ali TOK
YazarBütün Kemâl O’ndadırGanî-zâde Nâdirî (1572-1626)Ey vücûdun nahl-i bî-mânend-i nüzhet-gâh-ı dînBülbül-i şeydâ gül-i ruhsâruna Rûhü’l-emînÇenber-i gerdûn elünde halka-ı engüşterîLevh-i a’lâ fass-ı hâtem...
Yazar: Vedat Ali TOK
Şeyyâd Hamza (13. yüzyılın sonu?-14. yüzyılın ikinci yarısı?)Senün aşkun kamu derde devâdur yâ RasûlallahSenün katunda hâcetler revâdur yâ RasûlallahSenün nûrun gören gözler ne ay gözler ne yılduzlarN...
Yazar: Vedat Ali TOK
Sultan II. Mahmud Dönemi isyanlar, darbeler ayaklanmalar dönemi olarak anılır. Aslında kendi de bir darbeyle saltanat tahtına oturmuştur ama devlet otoritesini sağlamak için çok gayret göstermiştir. A...
Yazar: Bekir AYDOĞAN
Tarihi, milletlerin dünü olmakla beraber yarınına ışık tutan yaşanmışlıklar bütünü diye tarif edebiliriz. Milletlerin kahramanları tarih yapar, bilim ehli bunu satır satır yazarak kayda geçer. Başka b...
Yazar: Ramazan YILDIZ