Osmanlı Padişahı IV. Mehmed ve Tasavvufî Zümreler
IV. Mehmed, uzun saltanatı boyunca (1058-1099/1648-1687) meşâyıhla iyi ilişkiler içerisinde olan Osmanlı padişahlarından biridir. Sivasiyye şeyhlerinden Boyalı Mehmed Paşa Tekkesi şeyhi Bülbülcüzâde Abdülkerim Fethi Efendi (ö.1106/1695), Sultanmehmed Camii vâizi olduktan sonra IV. Mehmed’in dikkatini çekmiş ve onu kendisine vâiz ve şeyh olarak kabul etmiştir.2 Bursa’ya gittiğinde Bursa Mevlevîhânesini de ziyâret eden Sultan IV. Mehmed, Bursa Mevlevîhânesi şeyhi Salih Zihni Dede (ö. 1073/1663) ile mülâkî olmuş, sohbet ve teveccühüne mazhar olmuş, bu ziyâretin nişânesi olarak Sultan, dergâha ikram ve ihsanlarda bulunmuştur.3 IV. Mehmed, Halvetiyyenin Şâbâniyye kolunun Karabaşiyye şubesinin kurucusu olan Karabaş-ı Velî adıyla maruf Şeyh Alâeddîn-i Atvel’e (ö.1097/1686) gönülden bağlı bir padişahtır. Cuma namazını Atîk Vâlide Camii’nde kılmakta, her hafta hem va’zlarını dinlemekte hem de şeyh ile görüşme fırsatı bulmaktadır. Şeyhin va’zlarının etkisiyle gözyaşı dökmekte ve açıkça kendisine yönelik samîmî duygularını açığa vurmaktadır.4 Ancak Karabaş-ı Veli, irşâd görevini sürdürmekteyken Kara Mustafa Paşa’nın sözünün kanun olduğu 1090/1679 yılında Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin hüccetiyle Limni’ye sürülmüştür. Harîrîzâde, Tibyân’ında bu sürgünün gerekçesini şu şekilde dile getirmiştir: “Karabaş Velî’nin 1090/1679 târihinde Limni Adası’na gönderilmesi Maktûl Mustafa Paşa’nın vezirliği döneminde, Beyâzîzâde’nin hüccetiyle gerçeklemiştir. Bunun sebebi de Sultan’ın ona olan muhabbetidir. Zira Sultan Mehmed Hân, zaman zaman onun va’z ve zikir meclislerine katılır, ‘Şeyh’in va’zları bana öyle tesir ediyor ki, saltanatı bırakıp fukarâsı arasında yer almak istiyorum. Hatta bu va’zlar bana o kadar tesîr ediyor ki İbrahim Edhem gibi tâcı ve tahtı terk edip dağlara düşesim geliyor.’ demiştir.”5 Sultan IV. Mehmed’in kendisine olan böylesi bağlılığına rağmen, Beyazîzâde gibi devrin, tasavvuf, devran ve zikir karşıtı ulemâsının Kara Mustafa Paşa ile gizli anlaşmaları sonucunda böylesi bir sürgün olayının gerçekleştiği tahmin edilmektedir.6 Dolayısıyla Padişah’ın kendisine yönelik takdir ve hayranlık hislerini izhar etmesi kimi idarecilerin Karabaş-ı Veli’ye husûmet duymasına yol açıp sürgüne gönderilmiştir.7 Şu bir gerçek ki, Karabaş-ı Velî ve benzeri şeyhlerin sürgüne gönderilmelerinde önemli bir etken, ilmî bakımdan yetersiz ve âlim geçinen birtakım kimselerin meşâyıha gösterilen rağbetten rahatsız olmalarıdır. Bu tip insanlar idareciler üzerindeki güçlerini bu yönde kullanmışlardır. Zira Karabaş-ı Velî’nin şöhreti oldukça yaygın bir vaziyet almış, yöneticiler ve halk onun meclisine gelmek için can atar olmuşlardır.8 Karabaş-ı Velî 1097/1685-86 senesinde deniz yoluyla hacca giderken bütün halîfelerini ve dervişlerini toplayıp bir daha dönememe ihtimalini hatırlatarak, bazılarının sülûklarını tamamlamak için mürîde ihtiyaçlarının olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden hepsini Ünsî Hasan Efendi’ye (ö.1155/1742) ısmarladığını söyleyerek, danışacakları şeyleri ona sormalarını öğütlemiştir. “Bizim sırrımız ondadır.” diyerek duâ ettikten sonra oradan ayrılmıştır. Orada bulunan bütün halîfeleri ve bağlıları da Hasan Efendi’ye biatlarını yenileyerek teslim olmuşlardır.9 Karabaş-ı Velî, Hasan Efendi’ye ayrı bir değer vermiş, halîfeleri arasındaki yerinin farklı olduğuna işaret etmiş10, hatta ondan ders müzâkeresinde dahi bulunmuştur.11 Menkıbeye göre, IV. Mehmed’in sevdiği çuhadarlarından Kara Mehmed Paşa’nın dizlerine sızı inerek kötürüm olur. Hekimbaşının yaptığı ilaçlar fayda vermez. Sultan çuhadarın halini sorar, çuhadar da ilaçların kendisine fayda etmediğini; bir “nefese” ihtiyacının olduğunu söyleyerek, Vâlide-i Atik Tekkesi şeyhi Karabaş-ı Velî Efendi’nin nefes ehli olduğunu, nefesinin her derde deva olduğunu belirtir. Bunun üzerine Sultan Haseki Ağa’yı Karabaş-ı Velî Efendi’ye gönderir. Karabaş Efendi de Ünsî Hasan Efendi’ye saraya giderek hastaya okumasını emreder. Saraya gelip hastaya okuması üzerine hasta iyileşerek ayağa kalkar. Bunun üzerine Padişah, Hasan Ünsî Efendi’nin Harem-i Hümâyûn’da va’z etmesini ister. Şeyhi’nden izin alan Hasan Efendi bundan sonra sarayda, va’z ve semâ yapmaya başlar. Bunun üzerine Hasan Efendi Harem-i Hümâyûn’da iki sene va’z edip arkasından da devran ile zikrullah yaptırır. Saray-ı Hümâyûn’da Has Odalılar, Hazîneliler, Kilerliler ve Enderûn Ağaları da Hasan Efendi’ye biat edip devranlarına katılırlar.12 Şeyhi Karabaş-ı Velî Efendi, Hasan Efendi’ye 1075/1664-65 senesinde hilâfet vermiş ve İstanbul’un Rumeli yakasına giderek, istediği bir yerde insanları irşâd etmesini istemiştir. Hemen İstanbul’a gelen Hasan Efendi, Ayasofya yakınlarında Acem Ağa Camii’ne gelmiştir. Bir müddet orada oturarak devranla meşgul olmuş ve halkın biatını kabul etmiştir.13 Ünsî Hasan Efendi tasavvuf ve tarîkat ehline karşı muârız olan bir guruba karşı kalemiyle ve kelâmıyla mücâdele eder. Bu muârız kesimler zikir ehline karşı amansız bir mücâdele vermekte, mescitlerde zikir yapılmasına engel olmaya çalışmaktadırlar. Öyle ki, içerisinde zikir ve devran yapılan mescit ve tekkelerin yıkılmasını dahi istemektedirler. Ünsî Hasan Efendi’nin bulunduğu Acem Ağa Camii hücrelerinde kalan bazı talebeler de Hasan Efendi’ye zarar vermeye ve rahatsız etmeye başlarlar. Acem Ağa Camii odalarında kalan bu talebeler işi çığırından çıkardıkları bir sırada, hiçbir hastalıkları yokken günde birer ikişer ruhlarını teslim ederler, Hasan Efendi de, “Allahu Teâlâ’ya şükür olsun bu camiyi inkâr ehlinden pâk eyledi.” demiştir.14 IV. Mehmed’in va’z ve irşâdından faydalandığı isimlerden bir diğeri Bayramiyye’nin Himmetiyye kolu şeyhlerinden Himmetzâde Abdullah Efendi’dir (ö.1112/1710). Abdullah Efendi, meşâyıhdan birçok kimse gibi iki cihadı da cem ederek, Sultan II. Mustafa’nın 1108/1696 senesindeki Avusturya seferine, Bosnalı Mustafa Efendi ile birlikte ordu vâizi olarak iştirâk etmiştir.15 Sultan IV. Mehmed de birçok defa yanına davet ederek va’zlarını dinlemiş, ihsan ve ikramlarda bulunmuştur.16 1095/1684’te Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana önünde uğradığı büyük bozgundan sonra, Almanlar ve Polonyalılarla beraber Ruslar ve Venedikliler de Osmanlı Devleti’ne saldırmış ve İstanbul’da padişah ve devlet adamları aleyhinde dedikodular yayılmaya başlamıştır. Bu sebeple Sultan IV. Mehmed, vâiz ve şeyhlerden ümit verici sözlerle halkın heyecanını yatıştırmalarını istemiş, kendisi de cuma namazını kılmak üzere Davud Paşa Camii’ne gelmiştir. Padişah, Hacı Evhad Tekkesi şeyhi Hacı Hüseyin Efendi’yi va’z vermesi için Davudpaşa Camii’ne davet ettiğinde, Hüseyin Efendi cevap olarak, “Va’z isteyen İstanbul’a gelir, diğerleri gibi meclisimizde hazır olurlar; buraya gelsünler. Benim kendüye söyleyeceğim avdan vazgeç, gelüp tahtında otur, ibadet ve tâatle meşgul ol; vilâyetler harap oldu, ibâdullahı gör, gözet, demekten ibarettir.” diyerek Sultan’ı uyarmıştır. Padişah’ın kalbi buna kırıldıysa da herhangi bir şey yapmamıştır. Bunun üzerine Padişah Himmetzâde Abdullah Efendi’yi çağırtır. O da Hüseyin Efendi’den daha pervasız bir edâ içinde, ağzına geleni aynı minval üzere söyler.17 Himmetzâde Abdullah Efendi davet üzerine Davud Paşa’ya gitmiş ve va’z etmiştir. Camide pek acı sözlerle halkı gözyaşına sevk eden va’zında Himmetzâde özet olarak, “Ümmet-i Muhammed! Devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kilise oldu. Bütün bunlar günahlarımız sebebi iledir. Fiilimizi değiştirelim. Günahlarımıza tevbe edelim. Şimdiden sonra bize lâzım olan gözümüzün yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır.” dedikten sonra Padişah’a serzenişte bulunarak, “Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmârenize uymalar. Nice bir gaflet uykusunda yatursız. Gerçi padişahlar ava gidegelmiştir. Ancak şimdi zamanı değildir. Her zamanın bir îcâbı vardır.” şeklinde konuşmuştur. Sultan IV. Mehmed’in başı yerde olarak dinlediği bu va’z ü nasîhatten sonra devlet işleri ile ilgilenmeye başladığı kaydedilmektedir.18 IV. Mehmed Dönemi’nin seçkin sûfî şahsiyetlerinden bir diğeri de Nâbî’dir. Çocukluk ve gençlik dönemlerini memleketi Urfa’da geçiren ve burada iyi bir eğitim alan Nâbî, yakınlarının teşvikiyle İstanbul’a girmiştir. İstanbul’a geldiğinde ilk zamanlar hayal kırıklığına uğrasa da, IV. Mehmed’in muhâsibi Damat Mustafa Paşa (ö. 1110/1698) ile tanıştıktan sonra hayatında önemli değişiklikler olmuştur. İkinci vezirlik statüsüne yükselen Damat Mustafa Paşa sayesinde divan kâtipliğine yükselmiştir. Şairliğindeki ustalık ise onu IV. Mehmed’in maiyeti arasına sokmuştur ve bu sayede 1671 yılında gerçekleşen Polonya seferinde IV. Mehmed’e eşlik etmiştir. Kamaniçe Kalesi’nin fethi sonucu yazdığı Kamaniçe Fetihnâmesi isimli şiiri IV. Mehmed çok beğenmiş ve bu şiir kale kapısına kazınmıştır.19 Osmanlı Padişahı IV. Mehmed’in üzerinde etkisi hissedilen bir diğer sûfî Celvetî ve Ekberî geleneğin önemli bir temsilcisi kabul edilen Kutub Osman Efendi’dir (ö. 1102/1691). Sarayda huzur dersleri veren Kutub Osman Efendi, IV. Mehmed’e doğru bildiklerini çekinmeden söylemiştir. Vasvar Barışı’nın süresi henüz dolmadan ordunun Avusturya Seferi’ne (1683) çıkmasını yerinde bulmamış, bu yüzden sürgün edilmiştir. Osmanlı Sadrazamı Kara Mustafa Paşa’nın (ö. 1095/1683) Nemçe Antlaşması’nı yenilemekten kaçınması ve orduyu Viyana üzerine sevk etmesi sonucu 12 Eylül 1683’te ordu büyük bir hezimete uğramıştır. Daha savaş başlamadan önce Kutub Osman Efendi, “Bir kavim özlerindeki (güzel hâl ve ahlâkı) değiştirip bozuncaya kadar, Allah şüphesiz ki onun (hâlini) değiştirip bozmaz…”20 âyeti ile başlayan mektubunda, “Müddeti bitmemiş bir muâhedenin ahkâmını feshederek, Nemçe ile muhârebe kapısı açılırsa, neticenin felâket olacağını…” söylemiştir. Bunun üzerine IV. Mehmed, Atpazarî Osman Efendi’yi va’z ve ders vermesi için Edirne’ye davet etmiş, bütün eleştirilerini büyük bir olgunlukla karşılamıştır.21 Edirne’ye gelen Kutub Osman Efendi, sultan ve vezirlerin yüzüne şifâhen, savaş meydanında on mertebe sebât ederlerse askerin bir mertebe sebât edeceğini, eğer sebâtları yüz mertebe olursa onlara tabi olanların sebâtının on mertebe olacağını, sebâtlarının bin mertebe olduğu zaman ise askerin sebâtının yüz mertebe olacağını söylemiş ve “Kaçmak bunun tersidir. Siz bir kez kaçarsanız onlar on kez kaçarlar.” diyerek Sultan’ı ve vezirleri uygun bir ifadeyle ikaz etmiştir. Padişah, Osman Efendi’ye, “Şeyh doğru söylüyor, kusur bizde. Dik durmamız lazımdı.” demesine rağmen, Merzifonlu Kara Mustafa’nın yerine sadrazam olan Kara İbrahim Paşa (ö. 1098/1687), Padişah’ı ikna ederek Kutub Osman Efendi’yi Şumnu’ya sürgün etmiştir. Sürgün fermanı kendisine iletilince Kutub Osman Efendi, “Allah indinde din İslâm’dır.”22 âyetini okur, başka herhangi bir söz söylemez, durumdan müteessir olmaz, sultan ve askerlerine duâ ederek fermânın gereğini yerine getirir.23 Şumnu’ya gerçekleşen bu sürgünden üç ay sonra, yeni sadrazam Boşnak Sarı Süleyman Paşa’nın (1098/1687) çağrısı üzerine, Kutub Osman Efendi, tekrar Edirne’ye dönmüştür. Edirne’de büyük saygı ile karşılanmış, gerçekleşen sürgün olayından dolayı özür dilenmiş, kendisine iâde-i itibarda bulunulmuştur. IV. Mehmed de, kendisine eskisinden daha fazla hürmet göstermiş, kendisinden Pazartesi ve Cuma geceleri saraya gelip va’z etmesini istemiştir. Kutub Osman Efendi de bu günlerde saraya kendisine eşlik eden müritleriyle birlikte gelmiş, va’z verip zikir halkası oluşturmuş, Kur’ân-ı Kerim tilâvetleri gerçekleştirmiştir.24 Kutub Osman Efendi, 12 Ağustos 1687’de gerçekleşen Mohaç Meydan Muharebesi’nde, ordu komutanı Süleyman Paşa’nın ağır bir hezîmete uğradıktan sonra savaştan kaçtığını duyunca, “Malım olsa Hindistan’a hicret ederdim. Zira gayreti olmayan bir sultanın yanında vakit zâyi etmekte fayda yoktur.” diyerek hem IV. Mehmed hem de vezir hakkında rahatsızlığını dile getirmiştir.25 Karışıklık ve huzursuzluğun arttığı bu günlerde halk ayaklanıp saraya yürümüştür. Bunun üzerine Kutub Osman Efendi saraya davet edilmiş, zorbaların bertaraf edilmesinde Kutub Osman Efendi’nin doğrudan etkisi olmuştur. İkbâl ve menfaat kaygısından tamamen uzak olan Kutub Osman Efendi için dergâh yaptırmak isteyen Padişah IV. Mehmed’e o, “İçinde oturduğum ev bana yeter.” demiş ve böylesi bir teklifi geri çevirmiştir.26 Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, SİVAS 2. Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s.226-228. 3. Şemseddin, Yâdigâr-ı Şemsî, s. 500. 4. Kurnaz & Tatçı, “Karabaş-ı Velî (ö.1097/1686)”, Tasavvuf, yıl. 2, S. 6, s. 40. 5. Harîrîzâde, Tibyân, c. III, vr. 58b. 6. Kurnaz, “Karabaş-ı Velî”, Tasavvuf, s.39. 7. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 21. 8. Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. IV, s. 29-30. 9. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 129. 10. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 113. 11. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 122. 12. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 124-126. 13. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 127. 14. Hâs, Menâkıb-Nâme-i Hasan Ünsî, s. 132-135 15. Şeyhî, Vakâyiu’l-Fudalâ, c. II, s.420; Sirâceddin, Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ, s.113; Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn, s.287. 16. Mehmed Sirâceddin, Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ, s.113. 17. Gündüz, Devlet-Tekke Münasebetleri, s. 67-68. 18. Heyet, “Osmanlı’ya Bakış”, Büyük Türk Klâsikleri, c. V, s. 24; Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 425 19. Karahan, “Nâbî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XXXII, s. 258-260. 20. 13/Ra’d, 11. 21. Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s.434 22. 3/Âl-i İmrân, 19. 23. Ceyhan, “Kutub Osman Efendi”, Derin Tarih Dergisi, Sayı: 7, s. 45; Akbaş, “XVII. Asır Padişah-Sûfî İlişkileri”, s. 233-234. 24. Aynî, Türk Azizleri, s. 35; Akbaş, “XVII. Asır Padişah-Sûfî İlişkileri”, s. 234. 25. Aynî, Türk Azizleri, s. 36; Akbaş, “XVII. Asır Padişah-Sûfî İlişkileri”, s. 234. 26. Namlı, İsmail Hakkı Bursevî, s. 56.
Kadir ÖZKÖSE
YazarTasavvuf tarihi boyunca hat sanatına rağbet eden mutasavvıflar, Kur’ân-ı Kerim, Sahîh-i Buhârî, Mesnevî, Şifâ-i Şerîf ve Delâilü’l-Hayrât gibi eserleri yazmayı cana minnet bilmişler, yazı esnâsında ge...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Müslüman hayat serüvenini boşa geçirmemelidir. Her geçen gün daha güçlü donanıma ermek, her geçen gününü özverili bir şekilde değerlendirmek durumundadır. Hayatı anlamlandırmanın ve en güçlü yaşam kal...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yıldırım Bâyezîd, 1360 yılında Edirne’de doğmuştur. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Çocukluğunu Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirmiş, iyi bir eğitim görmüş, seçkin ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
10 Ekim 1470/(14 Rebîulâhir 875) günü doğan Yavuz Sultan Selim. Sultan II. Bâyezîd ile Gülbahar Hatun’un oğludur. II. Bâyezîd, padişah olduktan sonra askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE