Fâiz Hassasiyeti
Fâiz, karşısındakini bir şekilde sömürmek için verilen borç için önceden şart koşulan fazlalıktır. Borç alan batsa da çıksa da, kazansa da kaybetse de borç veren fâizini baştan kararlaştırdığı oranda alır. Fâiz ile borç alanın bunu üretim veya tüketim için alması arasında fark yoktur. Tüketim için alınan borca fâiz bindirmek, üretim için alınana yüklenenden daha günah olabilir.
Çünkü bir ihtiyacını karşılamak için borç para alan genelde yoksuldur veya zor durumdadır. Ona karşılıksız kredi (karz-ı hasen) vermeyen bir Müslüman, onun zayıf durumunu fırsata çevirip bir sömürü yapmaktadır. Bu ayrı bir konudur. Ancak üretim için alan ve veren de Allah’ın haram kıldığı fâiz yasağını ihlal ettiği için günahkâr olmuştur. Kısacası fâizin her türlüsü ve her oranı haramdır, kötüdür, mefsedettir, toplumlar için yıkımdır. Bunun için Allah Rasûlü insanlığa en son mesajı olan Vedâ Hutbesi’nde fâizin her türlüsünü ayağının altına aldığını ilan etmiştir.
Fâiz tek yönü olan ve sadece bu yönden değerlendirilecek bir işlem değildir. Mesela fâiz sadece iktisadın konusu değildir. Bu sebeple fâiz yasağına ekonomi, din, ahlak, hukuk gibi cephelerden bakmak gerekir. Bunları bir bütün olarak değerlendirmediğimiz zaman fâiz yasağının ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamayız. Bu çok yönlü zararlarından ve yıkımından dolayı olmalıdır ki, Yüce Allah bütün peygamberlerine gönderdiği şerîatlarda temel haramlar içerisinde fâizi de saymıştır.
Fâiz, Kur’ân’da yasak olduğu gibi tahrif edilmiş Tevrat’ta ve tahrif edilmemiş İncil’de de yasaktır. Tevrat tahrife uğradığı halde, onda, hem fâiz almanın hem de vermenin yasak olduğu hâlâ kayıtlıdır.1 Ancak Yahudiler bu yasağı kendi aralarında dikkate alırken, Yahudi olmayandan fâiz almamayı günah sayarlar. Yani onlar âyeti korumuş, ancak yanlış uygulamışlardır.
Hıristiyanlar ise ellerindeki İncil tahrif edildiği için kutsal kitaplarında fâiz yasağını görmezler ve alıp verirler. Ancak tahrif edilmeden önce İncil’de de fâiz yasağının olduğu bilinmektedir. Allah bu işlemi bütün şerîatlarda yasakladığına göre toplumsal refahı arayan insanlığın ondan uzak durması gerekir. Zira bugün insanlığın mutsuz olmasının temel sebepleri arasında yine fâiz yasağının ihlali de vardır.
İslâm fâiz yasağını yeniden gündeme getirmiş ve fâiz alıp vermenin kesin haram olduğunu net bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân özellikle Medine Dönemi’nden itibaren aşamalı olarak fâiz yasağını hep hatırlatmıştır. Sadece hatırlatmakla kalmamış, hem fâizsiz kazanç yollarını teşvik ve tarif etmiş hem de Müslümanları fâiz yasağı konusunda hassas davranmaları için eğitmiştir.
Şu âyetler bu hususları açık şekilde ifade etmektedir: “Fâiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların ‘Alım-satım tıpkı fâiz gibidir.’ demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alım-satımı helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabb’inden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”2
“Allah fâizi tüketir (fâiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.”3
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut fâiz alacaklarınızı terk edin.”4
“Şayet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”5
“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak fâiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.”6
“Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”7
“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.”8
Vedâ Haccı’nda Hz. Peygamber (s.a.v.) bu önemli yasağı üzerine basa basa bir daha hatırlatarak âdetâ son noktayı koymuştur. Onun ilgili ifadeleri şöyledir:
“Câhiliye Dönemi’nin fâizli alışverişleri kaldırılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fâizin, Abbas b. Abdilmuttalib fâizi olmasını emretmiştir. Ancak anaparalarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilirsiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız. Allah, fâizli alışverişin yapılmayacağını icrâsı kesin hüküm haline getirdi. Kaldıracağım ilk fâiz amcam Abbas b. Abdilmuttalib’in fâizli alış verişlerindeki fâizdir.”9
Bundan önce Hz. Peygamber (s.a.v.) şu hadisleriyle bu yasağı Müslümanların zihinlere âdetâ nakşetmiş ve onlara fâiz hassasiyeti konusunda sıkı bir eğitim vermişti: Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İnsanı helâke sürükleyen yedi şeyden sakınınız.” Sahâbîler, “Yâ Rasûlallah! Bu yedi şey nedir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak, -haklı olarak öldürülen müstesnâ Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak, evli olup hiçbir şeyden haberi olmayan nâmusuna düşkün müslüman kadınlara zinâ isnâd etmek.”10
İbni Mes’ûd (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.v.) fâiz alana da verene de lânet etti.11
“Kim malını fâiz yoluyla artırırsa, onun âkıbeti mutlakâ malının azalarak iflâsa (fakirliğe) sürüklenmesidir.”12
“Biriniz, kardeşine ödünç para verir de ödünç alan kimse, ona bir şey hediye ederse, kabûl etmesin. Veya bineğine bindirmek isterse ona binmesin. Ancak daha evvel aralarında hediyeleşme ve yardımlaşma cârî ise bu müstesnâ.”13
Fâiz konusunda hassas davranmaya başlayan Müslümanlar, zaman zaman yaptıkları işlemin fâiz olup olmadığı konusunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e danışmaya başlamışlardır. Mesela onun kıymetli müezzini Bilal-i Habeşî’ye ait şöyle bir olay anlatılır: Bilâl-i Habeşî (r.a.), Allah Rasûlü’ne güzel bir hurma götürür. Efendimiz (s.a.v.); “Bunu nereden buldun?” diye sorunca Bilâl (r.a.) de; “Bizde âdî/kötü hurma vardı. Rasûlullah (s.a.v.)’in yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.” der.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); “Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.” buyurur.14 Bundan sonra artık Müslümanın hayatında aslâ fâiz ve fâizli işlem olamaz. Haksız ve pis bir kazanç olan fâiz Müslümanın helal yoldan kazanmış olduğu temiz rızkını ve alın teri mahsûlü olan sermayesini kirletemez.
Tarih boyunca Müslümanlar bu konuda ellerinden geldiğince hassas davranmışlardır. Ta ki kapitalizm onları işgal altına alınca fâiz ve finansman konusunda bazı sıkıntılar yaşanmaya başlanmıştır.
Dipnot
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. Bk. Hezekiel, 18, Mezmur, 15.
2. 2/Bakara, 275.
3. 2/Bakara, 276.
4. 2/Bakara, 278.
5. 2/Bakara, 279.
6. 3/Âl-i İmrân, 130.
7. 4/Nisâ, 160-161.
8. 30/Rûm, 39.
9. Darimî. “Büyü” 3.
10. Buhârî, Vasâyâ 23; Müslim, Îmân 145.
11. Müslim, Müsâkât 105-106.
12. İbn-i Mâce, Ticârât, 58.
13. İbn-i Mâce, Sadakât, 19.
14. Müslim, Müsâkât, 96.
Abdullah KAHRAMAN
YazarYüce kitabımız Kur’ân camileri müşriklerin değil, ancak mü’minlerin imar edeceğini ifade etmektedir. Camilerin fizikî imarı üzerinde durmayan Kur’ân’ın bahsettiği manevî imardır. İlgili âyetlerden bir...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Kültür ve ilim tarihimizde vasiyetnâmeler bir irşat yolu olarak görülmüştür. Bunun için bazı büyük âlim ve sûfîlerin vasiyetleri meşhur olmuştur. Ebû Hanîfe’nin vasiyetleri de meşhur olanlar arasındad...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Dünyayı yaratan ve eşsiz nimetlerle donatan Yüce Allah, onu insanın emrine vermiştir. Bu nimetlere karşılık olarak insandan istediği, yaratıcısını tanıyıp ona iman ve kulluk yapmasıdır. Allah insanı y...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Sözlükte haber; “bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” mânâsına gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir. Terim olarak “geçmişte meydana ge...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ