ANADOLU’NUN YETİŞTİRDİĞİ BÜYÜK RUH: YÛNUS EMRE
Bu toprakları maddî ve mânevî anlamda işleyip bizlere kazandıran aziz ve büyük ruhların huzurunda sizleri selamlıyorum. Bir düşünürümüz diyor ki; “Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır.” Sonra ekliyor; “Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar.” Bu düşünürümüz ilhamını bu büyük vatanın tarihinden alıyor. Tarihin en eski ve en köklü medeniyetlerinden birine sahip olan Türkler, tarihin her döneminde büyük mezarlara, büyük ruhlara sahip olmuşlardır. Yüce gayeye selam, Yüce ümide selam, Yüce ülküye selam… Zira “Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedî hayat ağacı yeşeriyor; gerçek hayat, gerçek saâdet tadılıyor. Onlarsız yeryüzünde yetim yaşıyoruz. Yaşadığımız bu yeryüzünde toprağın rûhu yoksa bizde de hayat olamıyor.” Çünkü toprağı vatan yapan, ana yapan ve bu vatanda devlet ve millet olmayı öğreten bu büyük ruhlardır. Şunu açıkça ifade etmek isterim ki; bizim arşivlerimizdeki tarihi vesîkalarımız, maddî ve mânevî kültür varlıklarımız bu denli zengin olmasaydı bile, bir Yûnus deyişi, Yûnus sözü kalsaydı; bu bile bizim millet olarak büyüklüğümüze ve dilimizin zenginliğine delil olarak yeterdi. Niçin? Çünkü Yûnus Emre, demek; zengin ve geniş anlamlarıyla, sanat, edebiyat ve bilim dili demektir; Türkçe demektir. Çünkü Yûnus Emre demek, sabır ve metanetle, tesâmüh ve özveriyle çalışıp çabalayarak bu büyük coğrafyaya hayat vermek demektir. Ara sıra kendi kendime şu soruyu sorarım; Yûnus Emre kimdir? Şimdi de soruyorum, sizlere soruyorum; Kimdir Yûnus? Bir kısmınız diyeceksiniz ki, Yûnus Emre büyük bir şairdir. Doğru. Yûnus şiirin zirvesine çıkmış bir şairdir. Sanat kaygısı gütmeden, içinden geldiği gibi söyler; ama bu onu bayağılığa götürmez. Aksine estetik ve duyarlılığın zirvesindedir. Bir kısmınız da diyeceksiniz ki, Yûnus Emre büyük bir velîdir, yüce bir sûfîdir. Bu da doğru… Yûnus Emre, velâyetin en üst katında: bir aşk adamı. Terk ve farka ulaşmış, sabır ve sebâtla olgunlaşmış, idrâkini ve muhayyilesini latif duygularla doyurmuş, akıl ve kalp ikilemini aşmış, kendisiyle, hem cinsleriyle ve tabiatla barışık bir derviş... İçindeki öz beni keşfetmiş bir sûfî. Tevhîd ateşiyle pişmiş bir mümin. Sonra bir kısmınız, “Yûnus kimdir?” sorusuna, “O büyük bir düşünürdür.” diyeceksiniz. Elhak doğrudur. Yûnus Emre, tefekkürün engin zirvesine çıkmış bir düşünce adamıdır. O bilgiyi içselleştirmiş, kâinâtı içindeki küreden seyrederek ilm-i ledün sırrına vâkıf olmuş, büyük bir okyanustur. O, gönül aynasını tasfiye etmiş, müşâhede ve murâkabe ile derin düşünceleri, herkesin anlayacağı seviyede ele alan büyük bir düşünürdür. Soruları ve cevapları çoğaltabiliriz. Ama son günlerde, “Yûnus kimdir?” sorusuna ben, “Elementleri bileştirerek yeni bir madde elde eden bir kimyâgerdir.” diye cevap veriyorum. Evet, Yûnus bir kimyâgerdir. O bütün bir tabiatı laboratuar olarak algılamış, dağ demeden, taş demeden, uzak, yakın kaygısı gütmeden Anadolu’yu karış karış gezerek insanların yüreğine barış, sevinç ve huzur üflemiş büyük bir kimyâgerdir. Niçin? Çünkü Yûnus, sözüyle ve düşünceleriyle, hem döneminin o zor siyâsî ve sosyal şartları içerisinde insanların sığınacağı liman olmuş, hem de acımasız zaman değirmeninin dişlilerine direnip bu günlere gelerek paramparça olan ruhlara hayat iksirini sunmuştur. Bu bakımdan Yûnus’tan yola çıkarak bir büyük medeniyetin tahlili yapılabilir. Gerçekten de Yûnus’un tarihsel hayatına baktığımızda, her şeyden önce yaşadığı dönem, siyâsî, sosyal ve kültürel anlamda bir kaos… Gerçi Anadolu’da Selçuklu’nun siyâsî bir geleneği var; büyük bir medeniyetin devamı niteliğinde olan bu gelenek, her ne kadar Anadolu için sulh ve sükûn getirmiş ise de; bu sükûn ve huzur ortamı devam edememiştir. Selçuklu, bilindiği gibi, Anadolu’yu bir uçtan öbür uca, medrese, kervansaray, cami ve çeşme gibi medeniyetin temel unsurları olan yapılar ve kurumlarla örmüştür. Ama bir yandan Haçlı saldırıları, öte yandan Moğol baskıları, bu sükûn ve huzur ortamını bozmuştur. Dışardan gelen bu baskıya paralel olarak içerde de sosyal ve kültürel çatışma baş gösteriyor; bir yandan etnik ve cemâat çatışması öte yandan beylerin iktidar mücâdelesi bu kaosu üretiyor. İnsanlar tedirgin. Ekonomik yönden iflâs etmiş durumdalar. Can ve mal güvenliği yok. Hayat, şairimizin benzetmesiyle, âdetâ bir “ağulu aş”tır. Bu sebepten diyor ki; Ben bir aceb ile geldüm kimse hâlim bilmez benim Ben söylerem ben dinlerem kimse dilim bilmez benim “Bir aceb ile geldim.” diyor. Bu “aceb il”, şairin, sözünün anlaşılmadığı ve dilinin bilinmediği bir ülkedir. Biz biliyoruz ki, Yûnus, Anadolu’nun belli başlı merkezlerini gezdi. Yani onun sözünün anlaşılmadığı, dilinin bilinmediği ülke, bu gezip dolaştığı diyarlardan başka bir yer değildir. Bu demektir ki; Yûnus’un yaşadığı dönem, öylesine kaos içinde, öylesine dağınık bir dönemdi ki… İnsanlar, bu kaos ortamında bildikleri dili unutmuşlar, söylenen sözü anlayamaz olmuşlar! Öte yandan dil, gelenek içerisinde tevriyeli olarak iki anlamda kullanılır; lisan ve gönül. Her bakımdan pırıl pırıl ve sağduyulu bir hayatı, tesâmüh ve saygıyı esas alan Selçuklu dirlik ve düzeni, yerini kaosa bırakınca, insanların gönülleri paramparça oldu. Gönül aynası yere düştü; param parça, tuz buz oldu. Bir ülkede dirlik ve düzen yok ise, sosyal ve ekonomik çöküntü baş göstermişse, siyâsî ve kültürel anlamda değerler çözülmüş ise; o ülkede ne dil ne de anlayış kalır. Yûnus bunu görüyor. Bu paramparça olmuş hayatlara, bu bölünmüş zihinlere ve bu yokluğa mahkûm olmuş hayallere “yeni bir ruh” üflüyor. İşte Yûnus’un kimyâsı bu… Bu yeni ruh. Bu öyle bir ruh ki, âdetâ İsa Peygamber’in ölü ruhlara üflediği nefes gibi, insana hayat bahşediyor. Huzur ve sükûn veriyor. Kanaat ve şükür hazînelerini sunuyor. Ânı anlamlandırıp, yarına mâkûl ve mantıklı bakmayı öğretiyor. Umut veriyor. Kaybolan hayalleri yeniden canlandırıyor. Nedir bu yeni ruh? Bu yeni ruh, kurak topraklara düşen yağmur tanesi gibi, uğradığı yere yeşilin bütün tonlarını taşıyan bir iksirdir. Bu ruh, aşktır. Evet, günümüzde televole mantığı içerisinde tükettiğimiz, içini boşaltarak anlamsız kıldığımız bir kavramdan bahsediyorum ve diyorum ki, Yûnus’un kimyâsı aşktır! Aşk, sıradan insanı ölümsüzleştiren iksirdir. Ne diyor Yûnus? Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez Aşk, büyük bir tecellîdir. Nereye ve kime uğrarsa, orayı Tur Dağı gibi raksa getirip parçalayan bir kudrettir. Ancak bu parçalanma, olumsuz anlamda yok etme değil, yokluk ve terkle yeniden var etmedir. Dikkati ve hayali teke indirme ameliyesidir. Aşk öyle bir kimyâdır ki; toprağı altın yapar. Zindanı güllük gülistanlık bir bahçeye tebdil eder. İnsanı meleklerin de ulaşamayacağı bir yüce makama ulaştırır. İşidin ey yârenler kıymetlü nesnedir aşk Degmelere bitimez hürmetlü nesnedir aşk Hem cefâdur hem safâ Hamza’yı atdı Kâf’a Aşk iledir Mustafâ devletlü nesnedir aşk Dağa düşer yel eyler gönüllere yol eyler Sultanları kul eyler cür’etlü nesnedir aşk Kime kim aşk urdu ok gussayıla kaygu yok Feryad-ıla âhı çok firkatlü nesnedir aşk Denizleri kaynadır mevce gelir oynadır Kayaları oynadur kuvvetlü nesnedir aşk Akılleri şaşırır deryâlara düşürür Nice ciğer pişirir key odlu nesnedir aşk Miskin Yûnus neylesin derdin kime söylesin Varsın dostı toylasın lezzetlü nesnedir aşk İşte Yûnus’un üflediği ruh bu… Bu ruh, insana yaşama sevinci veriyor. Hayatı anlamlandırmasına, varlığın mâhiyetini anlamasına, olayları ve karşılaşılan halleri mâkûl çerçevede değerlendirmesine ve belki bunlardan daha da önemlisi insanın kendisini tanımasına ve kendisiyle barışmasına imkân veriyor. Aşk ateşi, öyle bir yakıcı unsurdur ki, İbrahim peygamberin içine atıldığı ateş gibidir; içine düşenin fazlalıklarını ve malayani taraflarını yakar, geride özünden oluşan bir bahçe sunar. Bu bahçe, arınmış gönüldür; saflaştırılmış, temizlenmiş ve arıtılmış gönüldür.
Bilal KEMİKLİ
Yazar“Doğrusu (ey peygamber); biz seni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (2/Bakara, 119)Otelimize döndüğümde, namaza biraz vakit vardı. Yatsı namazını kılacağız; daha sonra bir kafileyle buluşup ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Bugün modern dünyada unuttuğumuz birçok âdap ve davranışlardan biri olan yemek ve yemek âdabını yeniden hatırlamak maddî ve manevî anlamda hayatımıza birçok zenginlik katabilir. Bu yazımızda, Osmanlıc...
Yazar: Vedat Ali TOK
Gerçek sanatkârlar mütevazı insanlardır. Çünkü yaptıkları sanat eserlerinin gerçek sanatkârın eserleri yanında bir hiç olduğunun farkında, idrakindedirler. Kâinata tefekkür gözüyle bakar onlar ve Rabl...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
İlim tâlibi, gayretli, hamiyetli genç kardeşlerim… O saf, temiz gönlünüze düşen yönleriyle derin ve ağır meseleleri, İslâm, ilim ve anlama kavramlarını cem ederek bir senteze ulaşma amacındasınız. Be...
Yazar: Bilal KEMİKLİ