Mevlânâ'yı Ziyâret
Mevlânâ Celâleddin Rûmî; 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan sevgi ikliminde¸ Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğdu. Mevlânâ'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden "SuItân'ül-Ulemâ/Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatîbî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Sultânü'l-Ulemâ Bahâeddin Veled¸ Moğol istîlâsı nedeniyle 1212 veya 1213 yılında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı. Sevgi izinde yürüyerek¸ birçok şehri ziyaret edip hac farîzasını yerine getirdi. Sevgililerin sevgilisi Hz. Peygamber (s.a.v)'i ziyaret ettikten sonra Anadolu'ya döndü¸ Karaman'a yerleşti.
Alâeddin Keykubâd¸ Sultânû'l-Ulemâ Bahâeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti. Bahâeddin Veled¸ sultanın davetini kabul etti ve 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile Konya'ya geldiler. Sultânü'l-Ulemâ ölünce¸ talebeleri ve müridleri bu defa Mevlânâ'nın çevresinde toplandılar. Mevlânâ 15 Kasım 1244 yılında sevgi membaından beslendiği Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Hayatını "Hamdım¸ piştim¸ yandım" sözleri ile özetleyen Mevlânâ 17 Aralık 1273 Pazar günü sevginin vuslatına erdi. Mevlân⸠"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir." der. O'nun yeri seven gönüllerdir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)¸ 1978 yılında Konya'da bulunduğu bir sırada yanındaki arkadaşa¸ "Oğul şuradan Mevlânâ Hazretlerinin türbesini ziyaret edelim." der. Türbeyi saygıyla ziyaret için kapıdan içeri girerken yanında bulunan İbrahim Aydoğan'a¸ "Oğlum cebinde kalem kâğıdın var mı?" diye sorar. O da hemen cebinden defterini çıkarıp uzatır. Hazret bir şeyler yazar ve sonra onlara okur:
İhtirâm eyle varup türbet-i Mevlânâ'ya
Hâk-i pây ol da eriş Hazret-i Mevlânâ'ya
Şems'in etrâfını devr eyleyü pervâne gibi
Cân ile bende olup hidmet-i Mevlânâ'ya
Ta'zim ile dergâhına yüz koy da Hulûsî
Mazhar ol merhamet-i şefkat-i Mevlânâ'ya
ve devamla¸ "İbrahim Bey oğlum¸ bu sözü İstanbul'da bizim selamımızla Hattat Hâmid'e (Aytaç) yazdır¸ levhayı şuraya astır¸ gelenler bu sözü okusun ve ziyaretini bu âdâpla yapsınlar." buyurur. O arkadaş: Başüstüne Efendim!' diyerek alır. Yakın bir zamanda İstanbul'a gider¸ araştırır¸ soruşturur Hattat Hâmid Aytaç'ı bulur. Sirkeci'de bir handa yazıhanesi vardır. Çok sayıda levhanın arasında biraz da bakıma muhtaç bir vaziyette olduğu halde iken kendisiyle görüşür.
Devamını İbrahim Aydoğan'dan dinleyelim:
"Selam verdim¸ içeri girdim¸ bir levhaya hat çekiyordu¸ başını kaldırmadan "Buyurun." dedi. "Darendeli Hulûsi Efendi (k.s)'nin selamını getirdim." deyince ayağa kalktı ve elimi tutarak¸ "Ve aleyküm selam." dedi. Hulûsi Efendi (k.s)'yi¸ sağlığını ve yaptığı çalışmaları sordu. Elimdeki yazıyı ona vererek¸ bir levha halinde yazılmasını istediğini kendisine ilettim. "Sağ olsun¸ bizi unutmamış¸ emir telakkî ederiz¸ yalnız biraz sürer¸ hemen istemeyin." dedi¸ "Olsun." dedim ve geçmiş gün ne kadardı hatırlamıyorum ama iyi de bir para vererek¸ levhanın yapılmasını beklemeye koyuldum. Aradan epey zaman geçti¸ İstanbul'a gittiğimde uğradım "Daha yazamadım." dedi. Sonra bir duyduk ki¸ Hattat Hâmid Aytaç Hakk'ın rahmetine kavuşmuş.
Hattat Hâmid'in vefatını duyunca da kendisini ziyaretimde söylediği sözlerinin yerine gelmemesinden duyduğum üzüntüyü Hulûsi Efendi Hazretlerine dile getirdim. O zaman buyurdular ki: "Oğul Hattat Hâmid paraya sıkışmıştı¸ biz onun yazamayacağını biliyorduk ama bu para onun işini gördü. Yazı vakti gelince yazılır yerine asılır."
Aradan epey zaman geçti¸ bu söz benim zihnimde yer etti ve içimde bir ukde olarak kaldı. 2009 yılında¸ Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamîdettin Ateş Efendi'ye bu hatırayı naklederek¸ levhayı yazdırmak istediğimi bildirdim. O da Hulûsi Efendi Hazretlerinin sözünün yerine gelmesini söyleyerek¸ "En iyi hattatlarla görüşüp bunu yapalım¸ işaret edilen yere asalım." diye buyurdu. Araştırdık¸ Konya'da ünlü bir hattat olduğunu öğrendik ve giderek kendisine bu levhanın yapılmasını istedim. Olayın hikâyesini anlatınca aldığım cevapla şok oldum. Aynı zamanda Eczacı olan Doç. Dr. Hüseyin Öksüz (Hüseyin Konevî)¸ "Ben Hattat Hâmid'in talebesiyim¸ hocamın yapamadığı levhayı tamamlamak bize düşer¸ Hulûsi Efendi gibi muhterem bir zatın sözlerini büyük bir zevkle yazacağım." dedi. Bulduğumuz hattatın Hâmid Aytaç'ın talebesi olması evliyâullahın bir kerâmeti olduğunu düşünmekten başka bir şey aklımıza gelmedi.
Aradan bir süre geçti¸ levhanın hazır olduğu söylendi¸ gittik aldık. Sıra¸ Banu Hidâyetoğlu adlı müzehhibe tarafından altın varaklarla süslemeleri yapılan levhayı yerine asmaya gelmişti. Mevlânâ Müzesi Müdürü Yusuf Benli'den randevu alarak ziyaretine gittik ve levhanın hikâyesini kendileriyle paylaştık. "Bu söz yerini bulmalı¸ Hulûsi Efendi gibi önemli bir zâtın böylesine muhteşem sözlerini buraya gelen herkes okumalı." dedi ve hemen yerini belirlemek üzere müze kısmına geçtik. Efendi Hazretlerinin gösterdiği yeri tarif edecektim ki şöyle bir baktı ve "Şurası nasıl olur?" dedi. Gösterdiği yer¸ Hulûsi Efendi (k.s)'nin tarif ettiği yerdi¸ girişte sağda yer alan kısma hemen levhayı monte ettirdi. Hulûsi Efendi'nin sözü yerini bulmuş ve hoşgörünün timsali olan Mevlânâ Hazretlerinin türbesini ziyaret âdâbını dile getiren sözlerin yerine asılması yıllar sonra tahakkuk etmişti."
Hulûsi Efendi Hazretlerinin Mevlânâ'yı ziyaretiyle başladığımız yazımıza ziyaret menkıbeleriyle devam edelim:
"Acâyibü'l-Buldân" adlı esere göre¸ Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî¸ Konya'ya Mevlânâ'yı ziyarete giderken¸ yolda Mevlânâ üslûbunda bir gazel yazmayı düşündü ve "Sermest eğer der âyî âlem behem ber âyed" diye bir mısra söyledi¸ fakat arkasını getiremedi. Konya'ya ulaştığı gün¸ doğruca Mevlânâ'nın medresesine koştu¸ daha kapıdan girer girmez Mevlânâ: "Hâk-i vücûd-ı mârâ gerd-ez adem ber âyed" diyerek ikinci mısrayı söyledi. Beyti böylece tamamladı¸ bununla da kalmayarak bu beyitle başlayan uzun gazelini okudu¸ beytlerin anlamları şöyleydi:
"Eğer sarhoş olarak içeri girersen¸ âlem birbirine karışır."
"Bizim vücudumuzun toprağı¸ yokluk tozundan meydana gelir."
Yine bir başka rivayete göre. Şîrâzlı Şeyh Sa'dî¸ "Gülistan" adlı eserini yazdıktan sonra Konya'ya geldi¸ Mevlânâ'yı ziyaret ederek¸ eserinin bir nüshasını takdim etti. Ertesi günü Şeyh Sa'dî¸ eseri hakkında Mevlânâ'nın fikrini sordu. Mevlânâ'da:
- Bî-nemek...
Yani¸ "tuzsuz" dedi. Sa'dî'nin yüzünde bir hüzün belirdi¸ "Nasıl olur?" der gibi yaşlı gözlerle Mevlânâ'ya baktı. Mevlânâ sözüne bir kelime daha ekledi:
- Helvâest
Yani¸ "helvadır" dedi¸ tuzsuz ama helva gibi tatlıdır¸ helvaya tuz atılmaz¸ demek istemişti. Şîrâzlı Şeyh Sa'dî¸ bu sözlerden memnun oldu. Mevlânâ'nın ellerini öptü.
İbn Arabî 604/1207'de Kahire'den İskenderiye'ye oradan da Mekke'ye gelip dostu Ebu Şucâ' ile buluştu. Ancak semadan aldığı işaretlere bakıp yol hazırlığına koyuldu. Çünkü İbn Arabî'nin hizmet ettiği iyi hal sahibi bir şeyh ona¸ "İnsanların en ulu olanının ona boyun eğeceğini" haber vermişti. İbn Arabî 607/1210'da tahta çıkan Birinci Keykâvus'u ziyaret etmek için Konya'ya gelmek üzere yola çıktı.
Daha evvel şöhreti Anadolu'da yayılmış olan İbn Arabî¸ Konya'da Selçuklu Sultanı tarafından karşılandı. Sarayda iyi bir kabul gördü. Sultan kendisine yüz bin dirhem değerinde bir konak bağışladı. Allah rızası için kendisinden sadaka isteyen birine İbn Arabî¸ "Bu köşkten başka bir şeyim yok. Bunu al¸ senin olsun." dedi. İbn Arabî Konya'da huzur içinde geçirdiği zaman zarfında Meşâhidu'l-Esrâr ve Risâletul-Envâr isimli iki eser yazdı. Kendisinden faydalanmak isteyen sûfîlerle bir araya gelip sohbet etmeye başladı. Ünlü mutasavvıf Sadreddin Konevî gibi yetenekli bir öğrenciye tasavvufî düşüncelerini anlatma imkânı buldu.
İbn Arabî bir gün; babası önde¸ Mevlânâ arkada yürüyerek kendine doğru geldiklerini gördü. İbn Arabî "Fesubhanallah. Bir derya¸ bir ırmağın peşine takılmış geliyor." dedi.
Bir gün Bağdat'tan Konya'ya bir şeyh geldi. Bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derece iyi ağırladılar. Tesâdüfen o gün Mevlânâ Hazretleri bütün müritleriyle birlikte Meram Mescidi'ne gitmişti. Şeyh:
- Acaba benim Konya'ya geldiğim haberi Mevlânâ'nın mübarek kulağına gitmemiş mi ki beni ziyarete gelmedi. Çünkü bir memlekete gelen ziyaret edilir¸ dedi. Mevlânâ'nın arkadaşlarından bir mürit onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Meram'da Mevlânâ hakîkatleri anlatma sırasında birdenbire:
- Ey kardeş¸ gelen biziz sen değilsin. Sen ve senin gibilerinin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lâzımdır¸ demeye başladı. Mecliste bulunanlar:
- Mevlânâ Hazretleri nereye ve kime sesleniyor¸ diye şaştılar. Ondan sonra Mevlânâ:
- Biri Bağdat'tan geldi¸ öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur¸ diye misal getirdi. Orada bulunanlar:
- Bağdat ülkesinden geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vâcip olan şeylerdendir dediler. Mevlânâ:
- Hakîkatte biz mekânsızlık Bağdat'ından geldik. Bu aziz şeyh ise bu dünyanın bir mahallesinden geliyor. O halde bizi ziyaret etmesi lâzımdır. Bizim onu ziyaret etmemiz icap etmez¸ dedi ve şu şiiri okudu:
- Biz¸ Mansûr'un "Ene'l-Hakk" demesinden ve darağacına çekilmesinden çok evvel ruh âleminin Bağdat'ında "Ene'l-Hakk" demişlerdeniz.
Mevlânâ'nın bu anlattıklarını duyan Şeyh hemen kalktı¸ Mevlânâ Hazretlerini ziyarete geldi. Başını açarak kendini ona teslim etti. Onu samimiyetle sevenlerden oldu ve Mevlânâ'ya:
- Babam¸ senin hakkında ne yap yap¸ demirden çarık giy ve eline demirden bir asa al¸ Mevlânâ'yı aramaya git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nâil olmak iyidir¸ buyurmuştu. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş¸ Mevlânâ'nın yüceliği babamın söylediğinin yüz bin mislidir.
Yazımızı bitirirken¸ Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın Mevlânâ Türbesini ziyaretini nakledelim:
Kânûnî Sultan Süleyman Han¸ 11 Haziran 1534'te Irakeyn seferine çıktığında 20 Temmuz'da Konya'ya geldi. Burada otağını kurup birkaç gün kaldı. Bu esnada Konya'da metfun bulunan başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere velilerin kabirlerini ziyaret etti. Kânûnî¸ Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin türbesi yanında dervişlerin namaz kılacakları¸ âriflerin dua edip yalvaracakları bir mescit yaptırdı. Ayrıca Behâeddîn Sultan Veled Hazretlerine âid eski ve yıkık bir medreseyi tamir ettirip yeniledi. Bu sırada Çelebi Hüsrev Hazretleri de dâhil olmak üzere Mevlevî şeyhlerinin sohbet meclislerinde bulunup dualarına kavuştu.
Kânûnî Sultan Süleyman Han¸ evliyâ dualarının da bereketi ile seferi zaferle neticelendirdi. Bağdat'ı fethetti. Buradaki İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretlerinin ve diğer velilerin türbelerini tamir ettirdi. Dönüşte tekrar Konya'ya geldi. Mevlânâ Hazretlerinin türbedarı Osman Dede'nin sohbetlerinden bereketlenmek ve mânen istifade etmek için onun birkaç sohbetinde bulundu. Bu sırada memleket meselelerinden bazı müşküllerini arzeden Süleyman Han¸ o hususlarda kendisini rahatlatacak cevaplar aldı. Sohbet esnasında kendisinde mânevî coşkunluk hâlleri meydana geldi. Bunları evliyayı sevmenin bir alâmeti bilen şanı yüce padişah bundan sonra şiirlerinde "Muhibbî" mahlasını kullanmaya başladı.
Kânûnî Sultan Süleyman bu arada Çelebi Hüsrev Efendi ile de çok defa sohbet etti. Çelebi Hazretleri bu sohbetlerde padişaha Mesnevî'nin ince¸ derin ve akılları hayrette bırakan mânâlarından bahsetti. Kânûnî¸ işittiği¸ duyduğu bu gizli sırlardan öyle bir haz aldı ki¸ apayrı bir âlemde yaşadı. Kendisini değişik hâller kapladı. Kânûnî bir ara Şeyh Hüsrev Hazretlerine bu hâllerini arzedip hikmetini sordu. Şeyh Hazretleri; "Bu çeşit mânevî tesir ve kalb aydınlığı başka meclislerde hâsıl olmaz. Ancak gönül sahiplerinin¸ Allahu Teâlâ'nın sevdiklerinin yüksek meclislerinde ele geçer." diye cevap verdi.
Padişah buna hayret edince de; "Sultanım! Her şey¸ kendisine uygun olan şeye tesir eder. Yani söz ve kalıba ait olan şeyler¸ görünen his uzuvlarına tesir ettiği gibi¸ hâle ve kalbe ait şeyler de¸ görünmeyen duyguları¸ kalbi¸ aklı¸ ruhu aydınlatır." buyurdu. Bundan sonra padişaha¸ devamlı hal ve gönül sahiplerine yönelip onlarla beraber ve irtibat hâlinde olmayı tavsiye etti.
Musa TEKTAŞ
YazarŞehitlik, İslâm inancına göre ayrıcalıklı bir mânevî makam ve yüce bir pâyedir. Bu özel unvan, Müslümanlara Allah’ın rızâsını kazanmış, cennete girecekleri bir şâhitlik olarak verilmiştir. Şehit olan ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Allah’a yakın olabilmek için iyilik yolunda yürümek, iyiliğe gönül vermek, gerekirse can vermek gerekir. Sahâbe-i kirâm bütün hayatını, malını, canını Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın emri üzere fedâ ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvufî bir terim olan “sıdk”; gerçeği ifade etme, dürüstlük ve güvenilirlik kavramlarını kapsayan derin bir ahlâkî erdemdir. Bu terim, bir şeyin objektif gerçekliğine uygun bir şekilde ifade edilme...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Allahu Teâlâ, mü’minlerin günahlarını bağışlayan, ayıplarını örten, ğafuru’r-rahîm, settâru’l-uyûbdur. Her gün yatsı namazından sonra okuduğumuz “Âmenerrasûlu” olarak bilinen Bakara Sûresi...
Yazar: Musa TEKTAŞ