Aşk Ve Muhabbeti Veren Cenâb-I Allah’tır
Aşk, bir kapının üzerini veya pencerenin etrafını saran sarmaşıklar gibidir. Bulunduğu yeri kuşatır. O sarmaşık kendine su verip, bakımını yapıp, yaklaşanlara, sırrına vakıf olanlara ilgili kapıdan girmek ve o pencereden bakmak için izin verir. Yaklaşamayanlar ise, muhabbetten bîhaber yaşarlar.
Aşkı hissedenler varlığın gerçek manasını öğrenirler. Berraklaşan ruhlarıyla ilahî muhabbeti idrak ederler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri âşıkların hallerinin ayıplanmamasını, sırlarının açığa vurulmamasını ve ilahî muhabbetin Allah’tan olduğunu bir beytinde şöyle ifade buyurur:
"İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvân
Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân"1
(Ey kardeş! Âşıkların sırlarını, hallerini gördüğün, duyduğun zaman onları ayıplama. Aşk ve muhabbeti veren Cenâb-ı Allah’tır. Onların manevî halleri de Allah’ın sevgi sırlarındandır.)
Sûfîlere göre aşk yolu, ulvi hedeflere varan en kestirme ve kısa yoldur. Mesela zühd ve takva ile on senede elde edilen “kemal”, aşk yolundan gidildiğinde iki senede veya daha az zamanda husule geliverir. Sevgilinin mahallesine giden yollar içinde aşk yolu en kısa olanıdır, lâkin belaları çoktur. Ayrılık, firkat, hasret, hicran, kınanma, dile düşme, kendini bilememe ve bulamama, aklı terk etme, bilinci yitirme vs. hep bu belalardandır. Ancak aşk yolunun belasız yürünmesi de mümkündür.
Yine sûfîler aşk yolunu belasız yürümek isteyenlerin duraklarını şu şekilde sıralamışlardır: İbadet, muhabbet, şeref, itibar, aşk, kemal. Bu sayılanların her birinde ısrar, insanı bir sonrakine yükseltir. Yani ibadet ede ede muhabbete, muhabbette devam ile şerefe, şerefi koruyarak itibara, sevilen katında itibardan aşka, aşk ile dolunca da kemale erişilebilir. Çünkü aşk, kendi mahalli sayılan süveydayı, süveyda içinde bulunduğu kalbi, kalp de hükmettiği bedeni etkiler. Kalp aşk ile dolu ise elbette beden azaları da aşk ile doluyor demektir. Nitekim kalp sevgilinin adını andığında bedenin her azası da onun adını anar, kalp ile birlikte titrer. Kalp zikrullah ile meşgul ise elbette beden azaları da zikrullah ile iştigal ediyor demektir.2
Mecnûn lakabıyla bilinen Amiroğullarından Mülevvah’ın oğlu Kays, çöllerde, sahralarda Leyla’nın aşkı ile divane dolaşırken kendi halini anlatan şiirler söyler, ona yolu uğrayanlar bu şiirlerden okumasını ister, şiirler okundukça dört bir yana yayılır, böylece Leyla adı daha çok bilinirmiş. İşte o şiirlerden bir parça:
Toplumda ve tenhada, gece gündüz, yirmi sene, insanların Rabb’ine dua ettim;
Leyla’nın da benim çilem gibi çile çekmesi, benim sevdiğim gibi sevmesi için...
Yahut benim halimi anlaması veya bana acıması için...
Allah duamı kabul etmedi. Bu yolda benim aşkımı bir geçen de olmadı...
Oysa beni bitiren şu aşk yüreğimde artırıldı da artırıldı...
Aşk her âşıkın kalbinde eskiyor; Leyla’ya olan aşkım ise ben yaşadıkça tazelenmekte...
Rabb’im! Artık beni ona sevdir veya bana onunla şifa ver. Yoksa kalbimin çektiği çileden artık dinlendirileyim, Rabb’im!3
Muhyiddin Arabî Hazretleri Mecnûn’un aşk hallerinden şöyle bahseder: “Kays’ı Mecnûn eden şey, onun cemalinden ziyade hayali idi. Kays Leyla’yı hayal ede ede Allah arzusu (istek, şevk, iştiyak, özlem) arttı. Hatta bu arzu “Leyla! Leyla!” sayıklamalarıyla şiddetlenerek lezzete dönüştü, onu deli divane etti. Daha sonra Leyla yanına gelip de “Aradığın işte yanında, gel kavuşalım!” dediği vakit hiç onunla alakadar olmadı. Çünkü ete kemiğe bürünüp karşısına geçen Leyla’yı, hayalindeki Leyla ile örtüştüremedi. Gerçi onun hayalinde âlem Leyla ile dolup taşmıştı, her zerrenin adı Leyla olmuştu ama dokunabilecek kadar yakınında, tam karşısında duran Leyla onun muhayyel Leyla’sı değildi.”4
Leyla ile Mecnûn’un muhabbet halleri de sözleri de bir kalbin nasıl olması gerektiğini bizlere ne de güzel özetler: Mecnûn bir gün yine kendi halinde iken yanına bir köpek gelir. Hemen elindeki yarım kuru ekmeğini köpeğe verir. Sırtındaki urbasını çıkarır ve köpeğin altına serer. Ona iltifat ettiğini görenler hayrette kalırlar kalmasına ama bir kere bunu yapan deli manasında “Mecnûn” dedikleri âşıktır. “Soralım bakalım neden böyle yapmış?” derler. “Ey Mecnûn, ey deli nedir bu halin? Kendi halini unuttun da köpeğe mi ikram ediyorsun?” diye sorarlar. Bunca kalabalık hayrete Mecnûn, o temiz kalbinden latif bir cevap verir: “Ben onu Leyla’nın köyünde gezerken gördüm. Onda Leyla’nın bastığı toprakların kokusu var.” der. Sevmeye, insan olmaya, insan kalmaya bahanelerimiz olmalıdır. Bu bahaneleri bulamazsak mahşerde mazeret aramak zorunda kalırız. Orada el de konuşur dil de…
Leyla ile Mecnûn’la yolumuza devam edelim: Mecnûn yapayalnız gezerken bir komutan yanına gelir ve ona neden bu halde olduğunu sorar. Mecnûn, Leyla diye bir kıza âşık olduğunu ama babasının vermediğini, kendisinin de o aşktan çöllere düştüğünü söyler. Çöllerde ceylanların gözlerini Leyla’nın gözlerine benziyor diye öpen Mecnûn’a komutan acır ve “Haydi, ben ordularımla emrindeyim. Gidelim ve Leyla’nın köyünün ordusuyla savaşalım ve Leyla’yı alalım.” der. Bu Mecnûn’un hoşuna gider çünkü komutanın sözlerinden sadece “Leyla’yı geri alalım.” kısmını anlamıştır. Savaş mavaş duymamıştır. “Tamam, o zaman gidelim.” der.
Leyla’nın köyüne giderler. İki ordu savaşa tutuşur. Mecnûn bakar ki Leyla’nın ordusu yenilmektedir, savaşı kaybedecektir. Hemen orada ellerini açar ve şu duasıyla gerçek bir âşık olduğunu dünyaya ilan eder: “Allah’ım Leyla’nın köyünün askerleri zarar görmesin.” der. Ve bu dua kabul olur. Leyla’nın varlığı sebebiyle ona ait her şeyi koruyan bir kalptir Mecnûn’unki. O kalbe sevgi bir kere uğramış ve gayrısına da o kalbin kapılarını kapatmıştır.
Leyla da aynı derdin dermanında serinlemektedir. Leyla’ya bir hasret rüzgârı selam verir: “Ey Leyla, sen niçin dua etmiyorsun ona kavuşmak için?” Leyla; hasret rüzgârına bakar, bir of çektikten sonra: “Ne zaman adını ansam, duada diyeceklerimi unutuyorum. Ben sadece onun dualarına âmin taşıyabilirim.” der. Bu sefer aynı adamlar Mecnûn’a varırlar: Mecnûn’a, “Neden Leyla’yı alıp kaçmadın?” derler. “Annesi üzülürdü, ben içinde Leyla olan kalbi kıramam.” diye cevap verir.
Yalnızlık nedir diye Mecnûn’a sormuşlar: “Kalpsizlerin köyünde Leyla’ya âşık olmaktır.” demiş.5 Beytin birinci mısraında âşıkların sırrından bahsedilir. Sûfîler, manevî yollarda ilerlerken gönüllerinde doğan sırları kendi aralarında belli bir terminoloji ile paylaşırlar. Semboller ve mecazlarla dolu bir dildir bu. O dili anlamayan yahut oradaki mecazın farkına varamayan birisi için sûfîlerin söyledikleri anlamsız şeyler veya saçmalık olarak algılanabilir.
Sırrı layık olandan başkasına söylememek kuralı işte burada devreye girer. Hakk’ın sırlarını kabul edecek derinlikte olmayan birine o ağır yükü vermek, elbette fikri de kişiyi de helâke götürür, topluma fitne yayar. Çünkü sırlar ve hakikatler her kaba sığmaz. Ham olan, pişmişin halinden anlamaz. İlahî hakikatlerin üzerinden örtü kaldırılırsa kargaşa çıkar. Mesela, Hallâc’ın başına gelenleri, mecazı anlamayanların nasıl bir kargaşa ile cihanı fitneye verdiklerini düşünmek gerekir. Tasavvuftaki mecaz dilinin dışarıya yönelik bu “sır” maksadının dışında ikinci bir amacı daha vardır ki dervişler bu dili konuşarak kendi aralarında anlaşır, söyleşir, hakikatleri öğrenir ve halden hale yükselirler.6
Aşk davasının büyük kahramanlarından Yusuf yüzlü, güneşi kıskandıran parlak delikanlının Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne aşk derecesindeki muhabbetini birlikte okuyalım:
Asıl ismi Osman’dır. Güneşi kendini pervane yapan parlaklığından dolayı ona “Şemmas” denmiştir. Onun kalbi, aklı ve gönlü, yüzü gibi saf, tertemiz ve apaydındır. Kalbinin güzelliği yüzüne yansımıştır. Bunun içindir ki Allah Rasûlü (s.a.v.), İslâm’ı tebliğ etmeye başlayınca, toplumun bütün baskılarına rağmen her şeyi göze alıp İslâm’a koşarak hakikatin ilk temsilcilerinden olma şerefine ermiştir. Müşriklerin baskısı dayanılmaz boyutlara ulaşınca, fitneye düşmemek için eşi Ümmü Habîbe binti Said’i de yanına alarak Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret etmiştir.
Cihat başlayınca hep ön saflardadır. Uhud’da müşrikler bir ara, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün bulunduğu yere doğru yoğun bir saldırıya geçerler. Etrafını sararak ona ulaşmak için sürekli hamle yapmaktadırlar. İşte o an Şemmas’ın aklı başından gider, dünyası kararır. Ya Sevgililer Sultanı’na bir şey olursa, ya müşrikler ona yaklaşırsa... En Sevgili’ye asla ulaşmamalıdırlar. Bunun için binlerce canı olsa hepsini vermeye hazırdır. Müşrikler Peygamber Efendimiz’e sağdan saldırınca hemen sağa geçer. Soldan saldırınca sola geçer. Gelenlerin üzerine atılarak onları Peygamber Efendimiz’den uzaklaştırır.
Oklar ve mızraklar havada uçuşmaya başlayınca kılıcı ile Allah Rasûlü (s.a.v.)’nü koruyamayacağını anlar. O sırada Allah Rasûlü (s.a.v.) aldığı darbelerden baygınlık geçirmiştir. Üzüntüden Şemmas’ın canı çıkacak gibidir. Ok ve mızrakların geldiği yöne doğru koşar. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün önüne geçerek kendini Peygamber Efendimiz’e siper eder. Gözünü kırpmadan Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne atılan ok ve mızraklara karşı duran o büyük mücahit, birbiri ardınca atılan ok ve mızraklara hedef olunca mübarek vücudu paramparça olur.
Kalbi “Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne bir şey olur mu?” endişesi ile öyle doludur ki vücuduna saplanan ok ve mızraklardan hiçbirinin acısını duymaz bile. Yere düşüp kendinden geçmiştir. O sırada ayılan Allah Rasûlü (s.a.v.) onun bu halini, fedakârlığını, kendini peygambere feda edişini görünce çok duygulanır. Onun yaptığı bu fedakârlığa bir karşılık bulamaz ve şöyle buyurur: - Şemmas’ın yaptığına karşılık cennetten başka bir şey bulamadım. Kendini Rasûl’e feda edişini tarif ederken de şöyle buyurur: - O gün Şemmas kendini bana siper etti. Vücudunu benim için kalkan gibi kullandı. Sağa döndüğümde sağımda o vardı; sola döndüğümde Şemmas oradaydı.
Savaş bitip düşman çekildiğinde Şemmas’ın henüz yaşadığı, ağır yaralı olduğu anlaşılır. Uhud’dan alınarak Medine’ye götürülür. Sahabeler onu Hz. Âişe’nin odasına koymak isteyince Ümmü Seleme Annemiz onlara müdahale eder ve: - Amcamın oğlu, benden başkasının yanında mı olacak, der. Allah Rasûlü (s.a.v.): - Onu Ümmü Seleme’nin odasına götürün, buyurur. Bir gün annemizin yanında kalan Şemmas b. Osman, hiç bir şey yiyip içmeden Rabb’ine ulaşır. Allah Rasûlü onu diğer şehitler gibi elbiseleriyle birlikte yıkamadan Uhud’a defnettirir.7
Sevginin kudretini beyan eden, sevgi ile yaklaşınca gönülleri kazanmanın önemine işaret eden bir menkıbe ile yazımızı tamamlayalım: Mar‘uf-i Kerhî Hazretleri herkesin gönlüne girmeyi başarmış bir velidir. Onu Müslümanların yanı sıra Hıristiyanlar ve Yahudiler de çok severdi. Herkes onun duasını almaya koşmaktadır.
Bir gün Hıristiyanlardan biri ona gelip, “Benim evladım olmuyor, bana dua eder misin?” der. Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri onu İslâm’a davet eder. Hıristiyan sadece dua almak için geldiğini söyleyince, “Allah sana bir evlat versin ve onun eliyle Müslüman ol inşallah.” diye dua eder. Hıristiyan adam tebessüm eder ve duasından dolayı teşekkür eder.
Çok geçmeden adamın bir çocuğu dünyaya gelir. Okul çağı gelince babası çocuğu kilise okuluna yollamaya başlar. Kilisedeki rahip ona teslisi anlatır. Çocuk bunu duyunca, “Benim kalbim daralıyor, dilim dediklerini söylemek istemiyor.” der. Rahip, “O zaman bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi, bana harfleri oku.” der. Çocuk bir şiir okur. İlk beyit elif-be ile başlar, son beyit lam elif-ye ile bitmektedir. Her okuyuşunda Allah’ın sıfatlarını sayar gibi okur.
Çocuk, alfabeyi bitirince de şöyle devam eder: “Bizleri ağlatan, güldüren, öldüren dirilten Allah’a yemin ederim ki O’nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar eder. Ondan başkasından ne zarar gelebilir ne de bir fayda. Kul isyan eder, Allah örter.” Çocuğun dilinden bunları duyunca rahip Müslüman olur. Çocuğun babası da İslâm ile şereflenir. Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri’nin kendisine ettiği duayı hatırlar ve “Vay mübarek vay!” der.
Duası böylesine kabul olan Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri ölürken öğrencilerinden birine, “Ben ölünce bu gömleğimi de fakirlere ver.” der. Derdi Allah’ın huzuruna giderken dünyalık bir şey bırakmamaktır, annesinden doğduğu gibi hiçbir dünyalığı olmadan gitmektir.
Vefat edince Hıristiyanlar ve Yahudiler de cenazesine gelirler. Onu kendi mezarlıklarına gömmek isterler. Ne var ki tabutuna el attıklarında tabutu yerinden oynatamazlar. Müslüman olanlar el atınca görürler ki tabut kalkmaktadır. Bu duruma şahit olan herkes oracıkta Müslüman olur.8
1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s. 225.
2. İskender Pala, Aşka Dair, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75.
3. Pala, a.g.e., s. 60.
4. Pala, a.g.e., s. 76.
5. Şerif Yusuf, Karınca Basmaz Efendiler, Sûfî Kitap, İstanbul, 2015, s. 71-74.
6. Pala, a.g.e., s. 139-140.
7. Hilal Kara-Abdullah Kara, Sahabelerin Şehadet Anları, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 75-76.
8. Yusuf, a.g.e., s. 95-96.
Musa TEKTAŞ
YazarProf. Dr. Enbiya Yıldırım’ın “Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk” adlı kitabı Nasihat Yayınları tarafından neşredilerek kıymetli okuyucuların istifadesine sunuldu. Somuncu Baba d...
Yazar: Yusuf HALICI
Şehitlik, bir Müslüman’ın Allah için dinini, vatanını ve namusunu korumak isterken canını feda etmesidir. Şahadet, ebediliği arzulayan insana Allah’ın sunduğu bir ölümsüzlük fırsatıdır. Bedenen vefat ...
Yazar: Mukadder Ârif YÜKSEL
İnsanlık, geçmişten bu yana sürekli değişim ve gelişim içerisinde varlığını korumaya ve devam ettirmeye çalışıyor. Yaşadığı süre boyunca kendini keşfetme ve neden dünyada olduğunu anlama çabası içinde...
Yazar: Erol AFŞİN
Divan şiirinde şair, şiirlerinde söylemek istediklerini, kimi zaman kendi ağzından kimi zaman âşık tipinin ağzından kimi zaman da teşhis/kişileştirme sanatını kullanarak farklı bir varlığın ağzından s...
Yazar: Ömer Faruk YİĞİTEROL