Dermanı Olmayan Dert: Aşk
Aşkı da derdi de veren Cenab-ı Allah’tır. Allah dilediği kullarına bu ihsanları lütfeder. Zaten tasavvuf ehli bu ikisini bir kabul etmiş ve bunlara ikram ve nasip nazarıyla bakmışlardır. Bir insanın aşktan bahsetmesi, kendi içinden hissetmediği sürece boştur. O gerçek âşık olamaz.
Muhibbî mahlasıyla şiirler kaleme alan Kanuni Sultan Süleyman şöyle der bir beytinde:
Dâd-ı Hudâ dimişler kesbi degüldürür ışk
Tahsili katı müşkil olmayıcak liyakat
(Aşk kazanmakla, ondan boş sözlerle bahsetmekle elde edilemez. Kişide aşk istidadı yok ise, ona kavuşmak çok zordur. Ancak ki liyakati var ise ona Allah’ın ihsanıyla olur.)
Aşkı, bir başka deyişle muhabbeti Kuşeyrî:
“Sevgiliye dertli ve ıstıraplı bir kalple sürekli meyletmek”, “Sevenin sevdiğini elinde ve çevresinde bulunan her şeye tercih etmesi”, “Kalbin, Rabbinin muradına boyun eğmesi”1 şeklinde tarif etmektedir.
Tasavvuf ehli, hayatları boyunca başlarına gelen her türlü sıkıntı, çile ve belâya hiç şikâyet etmeden aşk sayesinde seve seve katlanmıştır. Çünkü gerek nimet, gerekse mihnet olsun her şey Allah’ın takdiridir. O’na rıza göstermek, Hak âşığı olmayı murat eden kimsenin asli görevidir. Bunun yanı sıra, kişinin dünyada çektiği sıkıntılar, çevresindeki insanlardan gördüğü ihanetler, yaşadığı dert ve kederler, benliğinden kaynaklanan fani vasıflardan onu kurtarıcı bir rol üstlenebilir. Bir başka deyişle, her bir sıkıntı ve dert, bunlardan gerekli dersi çıkarmayı başarabilirse kişiyi, tabii mizacına uygun olmayan geçici unsurlardan arındırabilir.2
Aşk, âşıkla maşuk arasındaki hissî irtibattır. Klâsik şiirimizde maşuk kavramı ilahî ve beşerî olarak iki şekilde ele alınır. Şairlerimiz ilahî aşkı anlatırken beşerî unsurlardan faydalandıkları gibi, ilahî aşka ulaşmak için beşerî aşkı bir vesile de kabul edebilmektedirler. Muhibbî’nin:
Dimezem sana dilâ meh-veşde göz ü kaşa bak
Dest-i kudretle anı nakş eyleyen nakkâşa bak
beyti buna güzel bir örnektir. Bu beyitte şair, gönlüne hitaben sevgilinin kaşına gözüne bakarken, kudret elinin onu nasıl nakşettiğini seyretmesini söylemektedir. Yani amaç, sevgilinin kaşının ve gözünün güzelliğini seyretmek değil; o güzellik perdesinin altındaki ilahî kudreti temaşa edebilmektir.
Mecazi aşk peşinde koşarak hayatı boş bir hayal uğruna harcamak doğru değildir. Zira mezara çağrılma (ölüm) vaktini hatırda tutmak ve aşk tercihini ona göre yapmak gerekir. Hakiki ve mecazi aşk arasındaki farkı anlamak için şem’-pervane ve gül-bülbül seyredilmelidir. Pervane, aşkın ateşinde yanarak canını sevgili uğrunda feda etmiştir. Zira hakiki sevgiliye kavuşabilmek için madde namına ne varsa yok edilmelidir. Âşığın elindeki sermayesi canıdır. Pervane de bu sebeple şem’in ateşinde kendini yakmıştır.
Diğer yandan yine âşıklık iddiasında bulunan bülbül ise, sadece güzel sesiyle aşkını anlatmıştır.3 Bir sohbetlerinde aşktan konu açan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) şu menkıbeyi anlatmışlardır:
“Bir kimse merkebini kaybeder, arar bulamaz. Sonra camiye gelir, bakar ki hoca cemaate vaaz ediyor. Hocanın yanına varıp kulağına: ‘Hocam ben merkebimi kaybettim, cemaate söyleyin de, bulan gören olmuş mu bana yardımcı olun.’ der. Hoca da: ‘Şöyle otur da icabına bakarız.’ der. Hoca bir müddet sohbet ettikten sonra, cemaate sorar: ‘Ey cemaat içinizde bu dünyada, hiçbir şeyden hoşlanmayan, hiçbir şeyden zevk almayan var mı?’ der. Cemaatin içinden birisi ayağa kalkar: ‘Hocam ben bu dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum.’ der. O zaman Hocaefendi merkebini kaybeden adama dönerek: ‘Kardeş işte merkebini bulduk, al götür.’ der. İnsan âşık olmalı, âşık olun da ister bu dünyevî bir aşk olsun. O sonra hakikî aşka çevrilir.” buyurur. Konuyla ilgili bir tarihî menkıbeyi burada nakledelim:
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. Bu sırada kaldığı otağda görevli Mısırlı bir cariye vardır ki, Selim Han sabah çıkınca, geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor...
Bu cariye Yavuz Sultan Selim Han’ı görür görmez âşık olur. Lâkin ümitsiz bir aşk!.. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Cariyenin aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Padişaha açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurumu düşününce koca sultanın karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamaz. Düşünür, taşınır ve bir yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Bir not yazarak Selim Han’ın yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: “Derdi olan neylesin?”
Akşam gelince notu gören Selim Han, bunun, çadırını süpüren cariyeye ait olduğunu anlar ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: “Derdi neyse söylesin.” Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Cariye temizlik için çadıra geldiğinde kaparcasına kâğıdı alıp heyecanla okur. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip önceki notunun altına şu cümleyi ekler: “Korkuyorsa neylesin?” Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin!”
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir! Aşkını o akşam halifeye söyleyecektir. O gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariye hemen ayağa kalkar. Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum.” deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle “Efendim...” der. “Cariyeniz...” ve cümlesini tamamlayamadan “Allah!” diye feryad ederek yığılıp kalır. Selim Han da çok hislenmiştir. Gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der: “Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, maşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”
Aşk derdi devası olmayan bir dert şeklinde düşünülmüştür. Hatta bu derde müptela olmadan âşık nefes alamaz. Fuzûlî’nin:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
matla’lı gazeli bu duygunun en güzel ve tanınmış ifadesidir. Buna benzer bir niyaz içeren duayı Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle dile getirir:
Yâ Rabb bir derd ver ki bana aslâ dermân olmasın
Yak nârın aşkıyla bu cânımı gayrıya biryân olmasın4
(Ey Yüce Rabb’im! Bana öyle bir dert ver ki, ona asla derman bulunmasın. Aşkın ateşiyle yanıp kül olayım ki, başka hiçbir şeyle yanacak bir varlığım kalmasın.)
Bu beyitten, Allah âşıklarının dermansız derdinin aşk olduğu anlaşılır. Hatta aşkın ateşiyle yananları Allah ahiret narından uzak tutar. Çünkü yanacak bir varlıkları kalmamıştır. Mevlâna’nın aşka “Ey bizim her derdimizin devası, şâd ol.” demesi aşkın hem dert hem de onun ilacı olması yönü bu beyitte açık bir şekilde dile getirilmiştir.
Yüce Yaratıcı’ya duyulan bir sevgi olduğu için aşkın kendisi sonsuz ve nihayetsizdir. Hakk’a vuslatın en önemli vasıtası olan ilahî aşk, Allah’ın bir ihsanıdır. Bir sırdır. Gözyaşı ve hüzünle kardeştir. Mukaddes bir çiledir. Devası, kurtuluşu ve nihayeti olmayan ilahî bir derttir. 5 Derdi olmayanın safası da bulunmaz. Hakk’a yakarışta bulunan aşk ehli, gönül derdine bir çare ve bir ilaç var mı diye sormazlar. Aşk ile maddî varlıktan sıyrılıp ilahi vuslatı talep eden bâkîdir ancak bu yolda fanî olmayanın bekâsından bahsedilemez. Aşk hastaya şifa, ahde vefa, meclise sefa ve dikenlere gül bahşeden bir iksirdir.
İnsanın gönül derdine akıl ilacı cevap vermez. Gönül derdi aklın tedavi edeceği bir durum değildir. Gönül derdinin devası aşk iledir. Akıl maddî âlemin dâhilinde hareket eder. Aklın tedavisi bedensel hastalıklar içindir. Aşk derdi derûnî ve manevî bir haldir. Kalb tedavisi manevî ve psikolojik bir hâl olan aşk ile tedavi edilebilir.6 Aşka tabipler çare bulamaz, âşık da böyle bir talepte değildir:
Derd-i ‘ışkum def’ine zahmet çeker dâ’im tabîb
Şükr kim olmuş ana zahmet mana râhat nasîb
(Aşkımın derdini tedavi için hekim daima zahmet çekmekte. Allah’a şükür olsun ki tabîbe zahmet, bana da rahat nasip oldu. Aşk derdi zaten âşığı rahat ettiren şeydir. O halde tabip boşa uğraşmaktadır.) Fuzûlî, meşhûr beytinde aşk derdinden hoşnutluğunu dile getirir: ‘Işk derdiyle hoşem el çek ilâcumdan tabîb Kılma dermân kim helâküm zehri dermânumdadur (Aşk hastalığı manevîdir ve tedavi olunmaz. Tedavi edilirse de âşık manen ölür.)7
Fuzûlî’nin beyti şöyle açıklanabilir: “Ey tabip, ben, aşk derdiyle mutluyum. Bana ilaç verme, çünkü senin ilacın benim derdimin devası değildir. Çünkü benim derdim, aynı zamanda dermanımdır. Derdim, bana güç veren, beni ayakta tutan, yaşadığımı hissettiren şeydir. Bana derman sunacak olursan sanki zehir vermiş gibi olursunu. İçimdeki, gönlümdeki aşk ateşi sönerse, artık bu gönül gerçek anlamını kaybeder. Artık hiçbir işe yaramaz.
Ey tabip, benim derdimin ilacı, derdimin kendisidir. Ben derdimden hoşnudum. Sevgiliden gelen her dert başımın üzerinedir. Sevgilinin, lütfu da kahrı da hoştur. O halde hoşnut olduğum ve artık gönlümün ayrılmaz bir parçası olan derdime dokunma! Çünkü benim devam, derdimde gizlidir.“ Hekimlerin ilacını bulamadığı, derman olamadığı tek dert aşktır. Hatta onlar çare bulsalar bile âşık bu ilacı istemez. Bu açıdan bakıldığında Mecnun, modern tıbbın bütün tedbirleriyle bile asla tedavi edilemeyecek bir aşk hastasıdır. Hulûsi Efendi Hazretleri de Fuzûlî gibi gönül derdinin zahirî tabiplerden bulunamayacağına şu rubai ile işaret eder:
Her dil-bere dil verme safâya doyamazsın
Bir yâr ile yâr ol ki likâya doyamazsın
Âlemde gönül derdine bir çâre ararsın
Binlerce tabîbe anı sorsan duyamazsın8
Aşk manevî bir yolculuktur. Aşkın merkezi ise gönüldür. Bu yolculuğun sonu da yoktur. Bu sebeple aşkta da, (o aşkın verdiği) dertte de sınır aramak gereksizdir; dolayısıyla aşktan şikâyet edilmez. Aşk, çaresi olmayan bir derttir. Tabipler, bu hastalığın çaresini aramakta beyhude uğraş verirler. Aşk derdini âşıklar bilir; bu sebeple onu âşıklara sormak gerekir.9 Hz. Mevlâna’nın şu öğütleri de aynı şeyleri anlatmaktadır:
“Dert etme, dua et.” “Sanma ki dert sadece sende var. Sendeki derdi nimet sayanlar da var.” “Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama unutma ki, rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar.”
Hz. İsa (a.s.) birgün bahçe sulayan bir delikanlı ile karşılaşır. Delikanlı Hz. İsa’ya “Rabb’inin sevgisinin zerre ağırlığındaki bir kısmını bana bağışlamasını dile.” der. Hz. İsa (a.s.) “Sen zerre kadarına dayanamazsın.” diye karşılık verir. Delikanlı “O halde zerre kadarının yarısını versin.” der. Bunun üzerine İsa (a.s.): “Ya Rabbi, bu gence sevginin zerre kadarının yarısını bağışla.” diye dua eder ve yoluna devam eder.
Bir müddet sonra Hz. İsa’nın yolu yine oraya düşer, delikanlıyı sorar. “Delirdi dağlara çıktı.” derler. Hz. İsa delikanlıyı kendisine göstermesi için Allah’a dua eder. O sırada delikanlıyı dağlar arasında görür, onu gözlerini gökyüzüne dikmiş ve bir kaya üzerinde dimdik ayakta dururken bulur. Hz. İsa delikanlıya selam verir, selamını almaz. “Ben İsa’yım.” diye kendisini tanıtarak delikanlının ilgisini çekmeye çalışırken Yüce Allah (c.c.)’tan kendisine şu vahiy gelir:
“Kalbinde Benim sevgimin yarım zerresini taşıyan kimse insanoğlunun sözünü duyar mı? İzzet ve Celâlim Hakkı için sen onu testere ile ikiye biçsen, onun acısını bile duymaz.” İlahî aşkı gönlünde hissedenlerin nasıl derde sabrettiklerini, sırlarını kimseyle paylaşmadıklarını, hatta çare için dua bile etmediklerini anlatan Hulûsi Efendi Hazretleri’nin bir beytiyle yazımızı tamamlayalım:
Derde düşdü dil-bere ifşâ-yı râz etmez gönül
Çâre ummaz derdine dermân niyâz etmez gönül10
1. Ebu’l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî, , Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye. Tah. Abdülhalim Mahmûd. Kum: İntişârât-ı Bîdâr, 1995, s.448.
2. Betül Gürer, “AhmedYesevî’ninDîvân-ı Hikmet’i Ekseninde Tasavvufi Düşüncede İlahi Aşk”, Bilig, Kış, 2017, Sayı 80, ss. 17-41, s. 33.
3. Muhammet Kuzubaş, “Muhibbî Divanı’nda Aşk Üzerine Teşbihler”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.3/10, 2010, ss.409-419, s. 410-411.
4. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, s. 238.
5. Gürer, a.g.m, s.37.
6. Kadir Özköse, “Kadı Burhaneddin’in Düşünce Dünyasında Tasavvuf”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi 20, Sy. 1, Haziran 2016, 409-428, s. 419.
7. Metin Hakverdioğlu, “Fuzûlî’de Aşk ve Âşık Kavramı”, The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of SocialScience, Volume 5 Issue 1, p. 131-155, Summer, s. 143.
8. Ateş, Divan, s. 351.
9. Kuzubaş, a.g.m., s.411.
10. Ateş, Divan, s. 354.
Musa TEKTAŞ
YazarBir bey var, Ertuğrul Gazi’nin oğlu, Bir ulu cengâver, bey Osman Gazi. Rabb’imize, Rasûlü’ne hep bağlı, Ne güzel bir sultan, hey Osman Gazi... Edebali ocağının nimeti, Dervişlerin duasının hikm...
Şair: Halil GÖKKAYA
Tasavvuf; İslâmî ilimlerin zirve noktası, zübdesi ve özü olarak ifade edilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) insanda fıtrî olarak var olan dünya sevgisini gönülden atıp, ibâdeti önceleyerek kulluk ş...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Allah’ın sevgili kulları hep dert sahibi olmuştur. İyilik için dertlenmek, ideal olana kavuşmak için dert çekmek vuslatın vesilesi kabul edilmiştir.Derdi olan dermânın peşindedir, ama bulsa mı bulmasa...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan...
Yazar: Musa TEKTAŞ