Ubeydullâh Ahrâr (k.s)
İsmi Nâsıruddîn Ubeydullah b. Mahmûd b. Şihâbeddîn Şâşî es-Semerkandî olup Ubeydullah-i Ahrâr ya da Hâce-i Ahrâr/hürlerin şeyhi diye meşhurdur. Gönlünün, dünya malından ve iki cihan kaygısından azade olduğu düşüncesiyle kendisine bu lakap verilmiştir. Ramazan 806/Mart 1404 senesinde Taşkent’in Bağistân köyünde doğdu. Babasının adı Mahmud, dedesininki ise Şeyh Muhammed Nâmî idi.
Ebû Bekir Muhammed b. Ali İsmail el-Kaffâl eş-Şâşî’nin müridi ve dönemin seçkin simalarından biri olan dedesi, son demlerinde çocuklarını ve torunlarını yanına çağırarak nasihat eder ve onlara dua eder. Ubeydullah Ahrâr (k.s.)’a ise özel teveccüh gösterir, yatağından doğrulup oturur, onu kucağına alarak; “Allah (c.c.)’ın bana müjdelediği çocuk budur. Yakında bu oğlum şeriat ehli, tarikat pîri, marifet madeni, hakikat eri olarak zamanına ve ötelerine ışık tutacaktır. Bir Allah (c.c.) eri olacaktır.” diye temennilerini dile getirir.
Küçüklüğünde hem Taşkent’te mektebe devam eder hem de ziraatla meşgul olan babasına yardım eder. Mâneviyata meyilli bir mizacı olan Ubeydullah, gençliğinde rüyasında Hz. İsa’yı görür. Hz. İsa ona; “Evladım! Hiç mahzun olma, seni ben yetiştireceğim.” der. O bu rüyayı tanıdığı sâlih zâtlara anlatır. Onlar da; “Sen ileride tıp ilmine sahip biri olacaksın.” derler. Fakat Ahrâr (k.s.), onların bu yorumuna itibar etmez. İsa (a.s.)’ın bir nebi olarak ölü canları diriltme mucizesi gösterdiğini, Allah (c.c.)’ın da velî kullarına kalpleri imanla canlandırma kuvveti vereceğini düşün. Allah (c.c.)’tan böylesi bir güce sahip olmayı diler.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), çocukluk yıllarına ait bir başka rüyasını ise şu şekilde anlatmaktadır: “Bir gece Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’i rüyamda gördüm. Bana birtakım mânevî ameliyatlar yaptı. Ardından yürüyüp gitti. Peşine takıldım. Kendisine yetiştiğimde bana; ‘Allah (c.c.) mübarek eylesin.’ dedi.” 22 yaşındayken 828/1425 yılında dayısı Hâce İbrahim ilim tahsili için onu Semerkand’a götürdü. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) bu şehirde Mevlâna Kutbeddîn Sadr Medresesi’nde bir süre tahsil gördüyse de, tasavvufa olan meyli sebebiyle medrese eğitimine devam edemedi. Semerkand’da iki sene ikâmet eden Ubeydullah Ahrâr (k.s.) burada Sa’deddin Kâşgarî ile tanıştı ve onunla birlikte Nizâmeddîn Hâmûş’un sohbetlerine iştirak etti.
Semerkand’daki iki yıllık ikametinin ilk senesinde Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerini de dolaşan Ahrâr (k.s.), bu şehirlerde Nakşbendîyye’nin önde gelen simalarından istifade etti. Ahrâr (k.s.)’ın bu gezilerinin en önemlisi Buhara seyahatidir. Buhara’ya giderken Bahâeddîn Nakşbend’in müridlerinden Sirâceddîn Külâl Pîrmesî’nin köyüne uğrayıp bir hafta onunla sohbet etti. Sonra Buhara’ya ulaşıp orada Emir Külâliyye kolu şeyhlerinden Mevlâna Hüsameddin b. Hamîdüddîn Şâşî ile görüştü, Nakşbend’in kabrini ziyaret etti, Nakşbend’in halifelerinden Hâce Alâeddîn Gucdevânî ile 40 gün sohbet etti ve ondan irşad icazeti aldı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.), Semerkand’daki ikinci yılında, 830/1426-27 senesinde Herat’tan Semerkand’a gelip bir süre sonra tekrar Horasan’a dönen ve Kâsım-ı Envâr diye meşhur olan yaşlı Safevîyye ve Sühreverdiyye tarikatı şeyhi Seyyid Kâsım Tebrîzî ile tanışıp istifade etti.
Tebrîzî dinî kurallara özen gösteren takva ve irfan sahibi bir zât idi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.), müşahede ettiği Seyyid Kasım Tebrizî’nin mânevî hallerini bizlere şu şekilde anlatmaktadır: “Pek çok mürşid-i kâmil ile sohbet ettim. Seyyid Kasım-ı Tebrizî’nin özellikleri bambaşkaydı. Bu zâttan elde ettiğim mânevî lezzet farklıydı. Onu gördüğüm anda müşahedeye dalıyordum. Bütün kâinatın onun etrafında döndüğünü, daha sora içine girip yok olduğunu görüyordum. Her gün onun dergâhına gittim. Ama her defasında da huzuruna varmaya çekindim. Günde üç defa yanına gittiğim halde, ancak bir defa içeriye girmeye cesaret edebiliyordum. Dervişler de benim bu halime hayret ediyor ve ‘Neden bu şekilde davranıyorsun? Yanına girmek için sana izin veriliyor ama sen yaklaşmıyorsun. Bize bu şekilde izin verilse hiç onun yanından ayrılmayız.’ diyorlardı.”
Herat’ta 830-835/1427-1432 yılları arasında beş sene kalan Ubeydullah Ahrâr (k.s.), bu şehirdeki dördüncü yılında (834/1431) Herat’tan Çağâniyân tarafındaki Hulgatu köyüne giderek Yakub-ı Çerhî (k.s.)’ye intisap etmeye karar verdi. Yolculuğu esnasında Belh’te Alâeddîn Attâr’ın halifelerinden Hüsameddin Pârsâ Belhî ile sohbet etti. Sonra Çağâniyân vadisine gelip Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın kabrini ziyaret etti. Çağâniyân’da bir süre hastalanan Ahrâr (k.s.), bazı kimselerin Yakub-ı Çerhî hakkında dedikodu yaptığını duydu ve bu sözlerden etkilenip Herat’a dönmeyi düşündü. Ancak bu kadar yol gelmişken Çerhî ile görüşmeden gitmek istemedi ve Hulgatu köyüne gidip onunla görüştü. Birkaç gün sohbetinde bulunduktan sonra Çerhî’ye intisap etti.
Ahrâr (k.s.), üç ay kadar Çerhî’nin sohbetinde bulundu ve hilafet alarak Herat’a döndü. Ahrâr (k.s.)’ın Çerhî ile bir daha görüşmediği anlaşılmaktadır. Arşiv belgeleri üzerine yapılan çalışmalar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.)’ın Semerkand’da ziraat ve ticaretle meşgul olarak daha da zenginleştiğini, Semerkand, Buhara, Taşkent, Karşı gibi Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerinde çok sayıda dükkân, bahçe, köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldığını, ayrıca bunların bir kısmını cami, medrese ve tekkeler için vakfederek mühim hayır hizmetleri yaptığını göstermektedir.
Bu dönemde sahip olmaya başladığı siyasî güç yanında Mâverâünnehir bölgesinin en büyük toprak sahiplerinden de biri hâline gelen Ahrâr (k.s.), toplumun nabzını iyi tutabilmesi ve güçlü ruhanî karakteriyle büyük kitleleri kendisine cezbetmiş, böylece tarikatın düşünce yapısını geniş bir yelpazeye yaymıştır. Ahrâr (k.s.)’ın siyasetle ilgilenmesinin, maddî çıkardan ziyade dinin hükümlerinin uygulanması ve halkın maslahatı noktasında olduğu görülmektedir. Ahrâr (k.s.)’ın Ebu Said’e dünya ve ahiretteki makamın mânevî huzur ve saadetin, ancak Peygamber (s.a.v.)’e tam itaatle mümkün olacağı, Allah (c.c.) katında makbul bir insan hâline gelmenin, dinin hükümlerine uymakla gerçekleşebileceği yönünde tavsiyelerde bulunduğu nakledilmektedir.
Kendisi, siyasetle ilgilenmesiyle ilgili şu ifadelere yer verir: “Bizim önemli bir görevimiz daha vardır. O da Müslümanları zalimlerin kötülüklerinden korumaktır. Bu zorunluluk dolayısıyla yöneticilerin kontrol altına alınması ve Müslümanlar için faydalı icraatlarda bulunmaları sağlanmalıdır.” Ahrâr (k.s.), bu düşünceden hareketle, mânevî vazifesini yerine getirirken, halkla ve yönetici kesimle bağlantılarını güçlü tutmuştur. Böylece halvet der encümen anlayışını siyasî alanda da uygulayarak diğer mutasavvıflara da örnek olmuştur. Ahrâr (k.s.)’ın, irşad faaliyetleri için bir merkez edinmeyi prensip hâline getirdiği görülmektedir.
Çerhî’ye intisabı sonrasında geldiği Taşkent’te belli bir maddî yeterliliğe sahip olduktan sonra hankâh kurmuştur. Aynı durum, Semerkant’a taşınınca yerleştiği Kafşir mahallesi için de geçerlidir. Bu durum, Ahrâr (k.s.)’ın yönetici kesimle ilişkilerin mahiyeti noktasında da ipuçları sunmaktadır. İçinde bulunduğu konumla Ahrâr (k.s.), dinî hükümlerin uygulanıp, halkın maslahatı doğrultusunda, sultanın velâyeti altına girmeyip arada belli bir mesafe bırakmak suretiyle onu yönlendirme siyaseti izlediği görülmektedir. Hâce Ahrâr (k.s.), 895 senesi Muharrem ayı başlarında hastalandı ve 89 gün süren rahatsızlıktan sonra aynı senenin 29 Rabiu’l-evvel’inde Cumartesi gecesi (20 Şubat 1490) Semerkand’ın Kemangeran köyünde (bugünkü Urgut nahiyesinde) vefat etti. Hicrî yıl (ay yılı) hesabıyla 89, miladi yıl (güneş yılı) hesabıyla 86 sene yaşamıştı.
Naaşı, Semerkand’ın Hâce Kefşîr (veya Hâce Kefşi) mahallesine getirilerek defnedildi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.)’ın boyu uzun, rengi esmer, yüzü gökçek, sakalı büyük ve beyazdı. Bazı yerlerinde siyah teller vardı. Öğrencilerini ve dervişlerini saadete gark ederdi. Sohbetine doyulmazdı. Zâhir ve bâtın ilimleri ile mücehhez idi. Nurlu yüzünü görenler dua ve sena ederlerdi. Sözleri ve şiirleri tarikatta hucetti. Hz. Ömer (r.a.) neslindendi. Ahrâr (k.s.), olağanüstü zenginliğine rağmen mütevazı bir hayat sürmüştür.
Arazilerini vakıf hâline getirmiş ve kazandıklarını insanlar için harcamıştır. Gurur ve kibrin, insanın ahlâkî derecesini düşürdüğünü belirtmektedir. Ona göre insanlara hizmet etmek, en yüksek mânevî derecedir. İncelik ve nezaketiyle tanınmış olup misafirperverdir. Azimetle ameli, ruhsata tercih etmiştir. Ona göre mâneviyatı gelişmemiş olanlar en azından ruhsata sarılır. Azimet ise mâneviyatı güçlü olanların yoludur. Kendini din ve tarikat sevdasına adayan Ubeydullah Ahrâr (k.s.), bir an irşaddan geri kalmazdı. İlmi, fazlı, beyan tarzı dinleyenleri mest ve hayran bırakırdı. Sözleri ve şiirleri ehli tarafından huccet ve delil kabul edilirdi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.), İslâmiyet’in emir ve yasaklarına son derece bağlı bir sûfî idi. Tasavvuf yolunda ilerlemenin ancak Kur’ân’a ve Hz. Peygamber(sav)in sünnetine tâbi olarak elde edilebileceğine inanırdı.
Peygambere tâbî olmanın da ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinde olması gerektiğini söylerdi. Hâcegân yolunun ruhsat değil, azimet ve takva yolu olduğunu ifade ederdi. Bazı sofilerin “İlâhi sevgi safâya ulaşınca teklifler (emir ve yasaklar) sakıt olur.” şeklindeki sözünü “Tekliflerin külfeti kalkar ve zevkle yapılır.” diye yorumlayan Ahrâr (k.s.), bunu başka türlü yorumlamak isteyenleri mülhidler (sapıklar) diye adlandırmaktaydı. Şeyh Kâsım-ı Envâr’a çok hürmet etmekle birlikte, bazı müridlerinin dînî konularda lâkayd olduklarını görünce bu şeyhe intisaptan vazgeçmişti.
Tamga vergisinin kaldırılmasını da dînen meşru olmadığı gerekçesiyle istemişti. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) insanlara yardımı seven, cömert, diğergam, fütüvvet ehli bir insandı. Gençliğinde Semerkand’da bazı hastalara bakıcılık yapmış, onlardaki bulaşıcı hastalık kendisine geçmesine rağmen hizmetten geri durmamıştı. Herat’a geldiği zaman halka hizmet etme düşüncesiyle bazı günler hamamda ücretsiz olarak insanları keseleyen Ahrâr (k.s.), insanların sevgisini kazanıp gönüllerini hoş etmenin, nafile ibadetlerden, zikir ve murakabeden daha üstün olduğunu düşünmekteydi.
Hiç parasının olmadığı günlerde kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını lokantacıya uzatıp: “Al bunu, bulaşık bezi yaparsın, şu fakire yiyecek ver.” diyebilmişti. Müridin bazen mânevî hâlini yitirebileceğini söyleyen Ubeydullah Ahrâr (k.s.): “Sâlik bazen mânevî hâlini yitirebilir. Bunun sebebi, İslâmî kurallara aykırı söz ya da fiil olabileceği gibi, bir insanın gıybetini yapmak veya sebepsiz yere bir köpeği rahatsız etmek de olabilir.” demiştir. O, tasavvuf yolunda ilerlemenin öldükten sonra da devam ettiğine inanırdı.
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 277-306. sayfalarından özetlenmiştir.
Halil İbrahim ŞİMŞEK
YazarProf. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Mustafa Hâki Efendi (k.s.) 1272/1855 Tokat doğumludur. Babası Tokat eşrafı ve âlimlerinden Abdullah Efendi’dir. Seyyid soyundan olup atalarının ...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Muhammed Zâhid (k.s.), bugün Tacikistan sınırları içinde bulunan Hisar (Duşenbe) kenti yakınındaki Vahşuvar (Vahş) köyünde doğdu. Onun Yakub-ı Ç...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Mustafa Takî Efendi (k.s.) 1289/1873’te Sivas’ta doğdu. Babası Mehmet Selim Efendi, annesi ise Saniye Hanım’dır. Babasının ismine nispetle Selim...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Aslen Dağıstanlı olan Yahya Efendi (k.s.)’nin hayatı hakkında çok ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak ailesinin diğer fertleri gibi onun da m...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK