İnsan Aynasında Hakikati Seyredebilmek
Eşref-i mahlûk olan insan, yaratılış gayesini bilerek kulluğunu yapıp acziyetini idrak edince, on sekiz bin âlemin görüntüsünü yansıtan bir ayna olur. On sekiz bin âlemi yansıtan ayna, kâmil insanın gönlüne doğan tecelli ile meydana gelir. Schimmel’in ifadesiyle: “Mutasavvıf her şeyi kendi bünyesinde içerdiğini hisseder; yalnızca kozmik bir bilinçliliği tecrübe etmez, aynı zamanda kendinden önce yaşamış olan herkesle ve hâlâ birlikte yaşadıklarıyla -Musa ve Firavun’la, Yunus ve balıkla, Hallac ve yargıcıyla- birlikte vahdeti de tecrübe eder.”1
On sekiz bin âlem mefhumunu en iyi anlayabilen olgun insandır. Bunca varlık âlemi insan hizmetine ve o varlığın sırrını algılama kudreti de yine insana verilmiştir. Allah kâinata daimi feyze mazhar olma istidadı vermiş olduğu için bu âlemler içinde Allah’ın tecellisini idrâk etme şansı mikro-kozmoz (âlem-i sugrâ) olan insanındır.2 İbrahim Efendi’nin Tasavvuf Manzumesi’ndeki bir beyit şöyledir:
"Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nüh felek emrine ferman olmağa derler"
(Tasavvuf, kâinattan haberdar olmak, on sekiz bin âlem hakkında bilgi edinmek, eşyanın hakikatine vakıf olup dokuz feleğin (güneş sistemi) emrine ferman olmaktır.)
Farsça bir kelime olan âyîne, karşısındaki şekli ve renkleri aksettiren madenî levha veya arkası sırlı düz cam olan süslenme eşyasının adıdır. Arapçası mir’ât, Türkçesi ayna ve gözgüdür. Âyîne ve diğer karşılıkları, mecâzen, bir nesneyi veya bir hali aksettiren ve göz önünde canlandıran şey, kavram ve hal manasına da kullanılmıştır.3 Edebiyatımızda ayna, hem gerçek manasında hem de mecaz manalarda, değişik kavramlara sembol olarak, çok çeşitli ifadeler içerisinde kullanılmıştır.
Divan edebiyatında parlaklık ve aydınlık yönüyle sevgilinin yüzü, gerdanı, sinesi ile ayna arasında benzerlik ilgisi kurulur. Tasavvufî şiirde ayna “tecellîgâh”tır. Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insan-ı kâmil, mü’min, insanın gönlü, kalbi Allah’ın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bunların benzetilenidir; sembolüdür. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah da kendi güzelliğini görmek ve göstermek için, ayna durumunda, âlemi meydana getirmiştir.
Âlem, Allah’ın kendini gösterdiği aynadır. Öyle bir ayna ki içinde âlem var, her şey var, ama bu varlık yokluktan ibaret, sadece bir görüntü; gerçek gibi görünüyor fakat gerçekliği yok. Allah’tan başka mevcut yoktur. Tek ve gerçek varlık Allah’tır. Kâinatta gördüğümüz ve var zannettiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cisminin bulunmaması gibi, gerçek ve kendine mahsus bir varlığı yoktur; Allah’ın birer şekilde görüntüsünden ibarettir.4
Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen bu âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir görüntü olan insan, hangi yöne baksa sevgilinin, Allah’ın tecellilerini görecektir. Sevgilinin güzelliğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür; ondan başka bir şey göremez ve konuşamaz. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur: Onsekiz bin âlemin âyinesi vechin senin Kendi mir’atında seyreyle cüdâlık eyleme5
Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği varlıktır. İnsan Allah’ın eksiksiz bir görüntüsü ve O’nu gösteren mükemmel bir aynadır. “Âlemde bulunan her şeyin insanda da bir örneği vardır. Allah kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının tümü olduğu gibi insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının yekûnudur. Onun için Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Allah âdemi kendi suretinde yarattı.’ demiştir.
İnsanda bütün ilahî isimleri zuhur ettiğinden insan, gökte değil dünyada halife olmuştur.”6 Allah’ın isim ve sıfatları diğer varlıklarda, âlemde ayrıntılı, fakat dağınık bir şekilde bulunduğu halde, insanda öz, fakat tam olarak toplanmıştır. Âlemde olan her şey insanda da vardır. İnsan görünüşü bakımından âlem-i asgar, iç dünyası, gönlü bakımından âlem-i ekberdir.7 Yine Hulûsi Efendi (k.s.)’ye kulak verelim:
"Gerçi görünüşte cirmi sagirsin
Âlem-i ekbersin ekvan içinde"8
Bu beyit, Hz. Ali’nin “Sen kendini küçük bir varlık zannedersin, hâlbuki en büyük âlem sende gizlidir.” sözünün manzum söylenişi gibidir. Şeyh Galip de aynı hususla ilgili şunları söyler:
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen"
(Kendine dikkatlice bir bak, sen âlemin özüsün, kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)
Gönül, insanın ruhî faaliyetlerinin merkezidir. Tasavvuf; bedenî, fizikî varlığı yok farz edip, ruhu ve gönlü esas alan bir düşünüş ve yaşayış şeklidir. Âlemin özü ve âlemlerin gözünün bebeği olan “âdem” aynı zamanda gönüldür, ruhtur, candır. İnsan-ı kâmil, ilahî tecellî sebebiyle bütün hakikatlerin sahibidir. O Allah’ın gözü ile bakar. Kâmil insan, cihana yukarıdan bakar ve bütün nizamı bir arada görür.
İnsan, birbirinden ayrılmış gibi görünen parçaları, âlemi, kesreti bütün olarak göremediği için, bilgileri, kanaatleri de farklı farklı olur. Körlerin fili tarif etmeleri gibi; her biri filin neresine dokunduysa ona göre tarif etmişlerdir.9 İnsan-ı kâmilin gönlü “âyîne-i şeş-cihet, âyîne-i şeş-sû” dur. İnsan-ı kâmil, olağanüstü yahut akıl ötesi idrak düzeyine ulaşan kimsedir.
Kâmil insanın görüşü de kâmildir. Yukarıdan bakan tam görür; câm-ı Cem gibi, âyîne-i İskender gibi; tüm savaş alanını haritada görmek gibi; uydudan bakmak gibi. Ama insan-ı kâmilin görüşü bunlardan daha geniş ve daha tamdır. O, gayb âlemleri de dâhil, on sekiz bin âlemi, İlahi nizamın tümünü bütün halinde görür. Bu görüşte bir eksiklik, bir kusur olmadığı gibi, gördüğü nizamın da noksanı, hatası yoktur.10
"Gönül âyînesinden sil bu mâ-sivâ gubârını
Cemâline olup mir’at bula tâ izz ü gâyâtı"11
(Ey âşık gönül aynasındaki bütün kirleri temizleyip mutlak güzel olan Allah’a kalbini yönelterek hakiki sevgiliyi bulmak suretiyle, ebedî bir mertebeye ulaş.)
İnsan Hakk’ın aynasına baktığında kendi görüntüsünü görür. Allah da kendi kendisini insanda seyreder. Mantıku’t-tayr’daki temel düşünce de budur. Allah’ı arayan kuşlardan ancak otuzu Sîmurg’a ulaşırlar; bu otuz kuş, sıfat ve sûret olarak Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de onu görürler. Yüz kuş ulaşsaydı hepsi de aynı hali göreceklerdi. Allah, kendini kalp aynasında temaşa eder; mü’min de Hakk’ı kendi kalp aynasında seyreder. Mü’min adıyla sevgili (Allah) ve mü’min olan âşık, birbirine görüntüsü akseden karşılıklı iki aynadır. Öyle yakın iki ayna ki birbirinin nefesinden aynalar buğulanıp görüntü kaybolabilir.
Tasavvufî eserlerde ayna, ilahî nuru yansıtabilen bir nesne olarak sıkça başvurulan bir semboldür. Tasavvufa göre, saf kalp Allah’ın bir aynası ise, kalpleri kötü davranış ve düşüncelerinden tam anlamıyla arınmış ve kemale ermiş olanlar, Allah’ın cemalinin aracısı olabilirler. Mevlânâ‘nın, gönül kavramına ilişkin metaforlar arasında, ayrıca, ayna kavramına özel bir yer verdiğini görmekteyiz. Ayna sembolü, tasavvuf ile diğer dinî ve mistik öğretilerin literatüründe oldukça yaygındır. Tasavvufta ayna, sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insan-ı kâmil, mü’min, insanın gönlü, kalbi Allahu Teâlâ‘nın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bunların benzetilenidir; sembolüdür.12
Mevlânâ, tasavvuf geleneğindeki ayna metaforunun yorumu çerçevesinde kalarak, söz konunu sembolü istenen ve ulaşılması gereken bir bilinç halini tanımlamak için kullanmaktadır. Çağrışımlar ile yan anlamlar açısından zengin olan söz konusu sembol, gerçeği yansıtabilmek için cilalanması gereken metal olarak düşünüldüğünde, büyük çaba ve irade ile temizlenen gönlü simgelemektedir.
Divan-ı Kebir’de; “Sen, puta tapanlar gibi, maddî güzellere gönül vermişsin; sen, Yusuf gibi çok güzel bir varlıksın! Fakat kendine bakmıyorsun; dışarıdaki fani güzellere bakıyorsun! Kendi manevî yüzünü aynada görebilsen, Allah hakkı için söylüyorum, kendi sevgilin kendin olursun da, başka sevgili aramazsın!” diyen Mevlânâ‘ya göre en doğru görüş, varlıkta sûret ile mânânın farkını kavramayı sağlayan görüştür ki buna ancak içi temiz insanlar ulaşılabilmektedirler:
“Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç sûretler görürsün. Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.”13
Yukarıda incelediğimiz gönül-ev metaforunda olduğu gibi, gönül-ayna metaforu da metafizik hakikate göndermede bulunmak için kullanılmaktadır. Şöyle ki, söz konusu gönül aynası, ancak sevgilinin yüzünü yansıtmak sûretiyle varlığına anlam katar: “Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir. Can aynası ancak sevgilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan. Dedim ki: ‘Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!”14
Toprak, aynaya dedi ki: “Ey ayna! İmreniyorum sana! Çünkü kim baksa sana, kendini görür; bana bakanlar ise, sadece beni görür!” Ayna toprağa şöyle cevap verdi:
“Ey kara toprak, ne beyhude bir dert ile dertlenmişsin. Bilmez misin ki, ben bana bakanların bugününü gösteririm. Oysaki sen, sana bakanların yarınından haber verirsin…” dedi.
Bu cevaptan toprak hoşlanmış olsa da, tekrar aynaya sordu: “Ey ayna! Belli ki beni rahatlatmak içindir bu sözlerin. Söyler misin bana, sana bakanlar, hiç dönüp bakar mı bana?” Ayna toprağın bu sözleri karşısında acı bir gülümseyişle şunları söyledi ona: “Merak etme toprak ana! Bana bakacak yüzü kalmayanların gözü, gün olup dönecektir hep sana…”
Gün gelecek ömrü olan her insanın yüzü aynalardan toprak anaya yönelecektir. Ancak birçoğuna bu fırsat da verilmeyecektir. Ecel vakti umulmadık bir anda her şeyi altüst edip imtihan sona erecektir. İşte o zaman dünya hayatının ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Zira Peygamber Efendimiz bir hadislerinde; “Dünya ahiretin tarlasıdır. Herkes burada ne ekerse ahirette onu biçer.”15 buyurdular.
Sofilere padişahlar karşılarında yer verirler. Çünkü onlar can aynasıdır, ayna da insanın karşısında olmalıdır. Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamıyla kemale ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi eşsiz güzelliğine hayran oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’te yaşattı. Mevlânâ’nın Şems’e olan sevgisi, Allah’a olan aşkının ölçüsüdür. Çünkü Mevlânâ, Şems’te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu. Mevlânâ açılmak üzere olan bir güldü.
Çok zengin ama cimri bir adam, bir velinin yanına gidip nasihat almak istedi. Mübarek zat onu pencerenin yanına götürüp sordu: “Pencereye baktığında ne görüyorsun?” “Yoldan gelip geçen insanlar görüyorum. Bir de yolun kenarında oturmuş dilenen fakir bir adam var.”
Veli zat, yandaki aynayı gösterdi: “Peki bu aynaya baktığında ne görüyorsun?” “Kendimi.” “Yani artık başkalarını görmüyorsun! Pencere camı da aynı maddeden, yani camdan yapılmıştır. Ama aynanın camının üstüne incecik bir gümüş tabakası kaplandığı için, ona baktığında kendinden başkasını göremiyorsun.
İşte, insan kalbi de cam gibi şeffaftır, kendimizi değil, başkalarını gösterir. Onlara merhamet ederiz. Ama ne zaman ki, camı gümüşle kaplayınca ayna oluyor, sadece kendimizi görüyorsak, altın gümüş gibi dünya süsleriyle kalbimizi kaplarsak, o zaman sadece kendimizi görürüz. Kalbimizden de merhamet çekilip atılır.”
Hâşâ huzurdan, “Yâ Muhammed ne çirkinsin. Senin gibi çirkin adam görmedim.” diyen lanetli Ebu Cehil’e, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Haklısın.” buyuruyor. O lâin beşerden sonra, “Yâ Muhammed! Bu dünyada senden güzelini göremedim. Sana baktıkça içime huzur doluyor.” diyen Hz. Ebu Bekir’e de “Haklısın.” diye hitap buyuruyor.
Sahabeden birisi soruyor: “Yâ Rasûlullah, Ebu Cehil geldi; ‘Ne kadar çirkinsin.’ dedi, ‘Haklısın.’ dediniz; Ebu Bekir geldi; ‘Ne kadar güzelsiniz.’ dedi, ona da ‘Haklısın.’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in cevabı bütün insanlığın gönül evine mesaj hususiyeti taşımaktadır:
“Kişi kendisi nasılsa, karşısındakini de öyle görür. Ben Allah’ın cilaladığı bir ayna gibiyim. Ebu Cehil baktı kendisini gördü ve çok çirkinsin dedi, haklıydı. Ebu Bekir baktı o da kendisini gördü, çok güzelsin dedi, o da haklıydı.” buyurur.
Aynası kırık, yani gönül gözü kör olan Ebu Cehil o kutlu zamanda Allah’ın güzelliğinin Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.)’in aynasında görüleceğini bilememiş bir nasipsiz. Bu sulbden gelen modern zamanın Ebu Cehilleri de, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin
“Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.” sözünü idrak edemiyorlar. Bu ulvî hâdiseden öğreniyoruz ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’ın aynasında Ebu Cehil’le Hz. Ebu Bekir’in gördükleri aynı değil. Demek ki aynaya bakmak marifetmiş. Başkasına ayna olmak da, aynaya bakmak da kalp temizliğiyle alâkalı. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin dediği gibi: Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür Her ne görür kendin görür ger yahşi ger yaman görür.
1. Schimmel, Annemarie, Mevlânâ ve Mistisizm, Kırkambar Kitapçılığı, İstanbul, 2001, s. 279.
2. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniv. Yay., 1997, s.232.
3. MEB, Örneklerle Türkçe Sözlük, İstanbul, 2002, Ayna maddesi.
4. Svitlana Nesterova, Mevlânâ’nın “Mesnevî” İsimli Eserinde Metaforik Anlatımın Metafizik Boyutu, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011, s.3.
5. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, s. 416.
6. Ateş, Süleyman, 1992, İslam Tasavvufu, Elif Matbaacılık, Ankara, 1972, s. 88.
7. Levend, Agâh Sırrı,1980, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar), Enderun Kitapevi, İstanbul, 1980, s.20-21.
8, Divan, s. 281
9, Zülfi Güler, “Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, Elazığ, 2004, s. 11.
10, Güler, agm, s. 12.
11, Divan, s. 290.
12, Svitlana Nesterova, Mevlânâ’nın “Mesnevî” İsimli Eserinde Metaforik Anlatımın Metafizik Boyutu, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011, .. 126, 127.
13, Mevlânâ, Mesnevî II, b-t 73-74, s. 6.
14, Mevlânâ, Mesnevî II, b-t 95-97, s. 8.
15, Keşfül Hafa, C. 1, s. 412.
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvufî sohbetler, bir edeb mektebi olarak gönülleri eğitir. Mürşid-i kâmil bu mektebin muallimidir, gönül yolunun sâlikleri olan ihvanlar ise bu mektebin talebeleridir. Sohbet ortamında, müritler m...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Osmanlı toplumunun her kademesinde tasavvufun tesir halkasına her dönemde rastlandığı görülmektedir. Bürokratlar, aydınlar, askerler, esnaf, çiftçi, köylü ve şehirli her kesim arasında tasavvufun yayg...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1470 yılında, Bizans’ın Ayasofya’dan sonraki ikinci kutsal tapınağı Havariyun Kilisesi kalıntıları üzerine büyük bir külliye il...
Yazar: Resul KESENCELİ
Allah’a yakın olabilmek için iyilik yolunda yürümek, iyiliğe gönül vermek, gerekirse can vermek gerekir. Sahâbe-i kirâm bütün hayatını, malını, canını Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın emri üzere fedâ ...
Yazar: Musa TEKTAŞ