BİR LÂ İLE VAR OLMA YOLCULUĞU…
Aşk-âşık-maşuk üçlüsünün tek melcei, Güzeller Güzeli Yüce, Azim Rabbi’mizden başka güç ve kuvvet sahibi ve bize de bu güç ve kuvvet yardımını yapabilecek Rabbi’mizden başka asla ve kat’a kimsemiz yoktur. Bu anlama erişebilmek için haydi gelin aşkla bir kalp yolculuğuna çıkalım. Rabbi’miz “Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?”1 ifadesiyle bizim yolumuzu açık şekilde ortaya koymuştur. Yol açık, yola çık o zaman yolcu… Yalnız öncelikle, dilimle yukarıdaki anlama inanıyorum ama kalbimle bu anlama inanıp kendimi, nefsimi bir kenarda bırakmaya çalışarak yola koyulmam lazım. Yoksa Yunus’umun dediği gibi: “Bu yol zordur, menzili çoktur, geçidi yoktur. Derin sular var.” Bu sulara kapılmamak için öncelikle, ‘lâ’ ile Rabbi’me yaklaşmalıyım. ‘Lâ’, yok demektir. Yokluk başlangıcının sonsuzluğu… Yolcu olmak için ‘lâ’ bineği ile yola koyulmak lazım herhâlde... Ey derviş bunu nasıl yapacağım? Yolculuğa yokluk ile başlamak gerektir. Yola çıkmanın kabul edilme şartı; yokluğunu, hiçliğini bilmektir. Kendine çizgi çekmeden, varlıkla taçlanma nasıl düşünülebilir ki, ey yolcu? Varlığından soyunduğun zaman vahdet ile birleşip, ene okyanusunu damla hâline getirip o Varlık’tan ötürü var olabildiğin zaman… Bu nedir böyle? Çıkmazlar sokağı gibi. Bu yolun açıklığı nasıl ola? Rabbi’ni Rabbi’n olduğu için bilmekle, sevmek ile ama sadece aşkla, sadakatle bilmek ve Rabbi’nden bu sevgiye karşılık beklemeden sevmek ile ola. Dua ediyorum, kabul olmuyor. Bir müddet sonra dualarım kabul oluyor ve hıh, şimdi “Rabb’im, Seni seviyorum.” diyorum. Başım türlü imtihanlarla dolup taşıyor, “Rabb’im beni unuttun mu?” diyor ve sızlanıp duruyorum. Bu aşk mı sence yolcu? “Rabb’im neyler, neylerse güzel eyler.” bunun neresinde? Hele o zaman, bu yokluktaki durumlara bakalım bir bir. Bu aşk yokluğunu bulmanın yolu kimine göre havf, kimine göre recâ, kimine göre ise aşktır. Ancak Bakara Sûresi’nden yola çıkarak: “İman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler.”2 ayeti ile aşk kapımızdan yolumuza çıkıyoruz. Bize göre aşk bu yolun temel kapısıdır. Rabb’imizin bizi çok sevdiğini düşünerek aşk kapısından giriyoruz her dem. Koşulsuz, tam teslim sevmek be yolcu! Bak; aşk, Eşrefoğlu’mun dediği gibi, ne güzel ruhumuza, kalbimize yeniliği ilka ediyor: Cihânı hiçe satmaktır adı aşk Döküp varlığı gitmektir adı aşk Elinden şekkeri ayrığa sunup Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk Belâ yağmur gibi gökten yağarsa Başını ona tutmaktır adı aşk Bu âlem sanki oddan bir denizdir Ona kendini atmaktır adı aşk Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakîkat Vücûdu fâni etmektir adı aşk… O zaman… Rabb’im! Sen’i benim Rabb’im olduğun için seviyorum! Çünkü her şey yok olur, dünyadır göçer, gider. Tek baki kalan havada, suda özellikle insanda üç kutsal cevher-i harf: Ayn, şın, kaf… Peygamber Efendimizin Mirac yolculuğu Maşuk’una olan aşkı değil miydi? Cebrail gibi dört büyük melekten olan akıl temsilinin elçisi dahi Sidretü’l Müntehâ’da, “Çizgiyi geçersem yanarım.” demesiyle, Âşık’ın Maşuk’unda ‘lâ’ ile var olması gerçekleşmemiş miydi? Hz. Yakub’un Rabbi’me aşkını: “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim.”3 deyişi ile temsilini, Rabia Ana’mın, “Cenneti arzulayan, cehennemden korkarak ibadet yapan, nerede Allah’ın kulları!” diyerek seslenişini, Abdülkâdir Geylânim’in “Kulun kalbi Rabb’ine erince Rabb’i onu kimseye muhtaç etmez.” ifadelerindeki teslimiyetini aşktan başka ne açıklayabilir ki? Bilmek ama Rabb’imi aşk ile bilmek. ‘Küntü kenz’ sırrı, aşkın sırrı. Rabb’imin meleklerden üstün seviyeye çıkardığı insanın ‘lâ’ ile başlayan yokluk yolculuğu ile bilme… Yokluğu, yani ‘lâ’yı bilmenin yolu aşk kapısından geçmek ile oluyormuş, bildin mi? O zaman bu yolculukta Gönül Çalab’ın tahtı değil de neydi ya yolcu? İşte ‘lâ’ yoklukta var olmanın adıysa, o varlığa en güzel vesile aşk imiş cümle âlemlerde… Eşref’ül-insanda aşkın varlığının en güzel barınağı kalp imiş. Boşnak Salih Efendim boşuna dememiş: “Duyduğunu, gördüğünü kalbinle öp.” Mevlânâ’nın da dediği gibi “Kapımıza değil, kalbimize vuran buyursun.” Bu yolculukta ‘lâ’ olabilmeyi bilmenin ve ilerisinin ilk kademesi kalbe yolculukmuş. Hacı Bayram’ım boşuna demiyormuş: Çalabım bir şâr yaratmış, iki cihân âresinde Bakıcak didâr görünür ol şârın kenaresinde İşte olay dönüyor dolaşıyor kalbe geliyor ki, kalbin tekâmüle ermesi, ‘lâ’ olması aşk hâli ile cem’ül-cem ile birleşmesidir. Bir insan yokluğuna ne kadar vâkıf olursa günlük hayatta özellikle yaşadığı olaylar karşısında, yokluğuna göre “Lâ havle velâ kuvvete” o insana tecelli etmektedir. Bu tecelliye de derecesine göre vakıf olmaktadır ve dilinden öte kalbine bu anlamı işlemektedir. Çünkü bir kalpte ikilik olmaz. Tek vardır ve tek gider. Ne varlığa sevinirim Ne yokluğa yerinirim Aşkın ile avunurum Bana seni gerek seni! Sadece ve sadece tek kurtuluş O’ndadır, O’nadır! Haydi, Ona yolculuğumuza dönelim. ‘Lâ’ olan gariptir bu yolda be yolcu. Hem de çok garip ve yalnız. Bu garipliği sevmek gerektir. Garibin tek Sevgilisi bu aşk yolunda Hz. Yusuf’umuzun: “Allah’ım, kendimi sana emanet ediyorum, benim Sen’den başka kimsem yok.” deyişi, kuyularda, zindanlarda… Önceden tekkeye kendini adayan dervişlerin seyr-i sülûkları, garip olmaları bu teslimiyet makamındaki yoklukları ile olmamış mıdır? Ne güzel demiş atalar “Eşiğe baş koymak.” Eşiğe varlık bedenini baş olarak koyup, sonra o bedeni hiçe satarak gerçek Varlık’a erişmemişler midir? Bu erişmede araç olan ‘lâ’, artık Rabb ile yoğrulmadır. Terbiye olmadır. Ruhunu ve kalbini O’na teslim etmedir. Lâm-elif harfi şekil itibariyle de kolu hafif uzun ve kıvrık, insanı hâlden hâle sokan bir hal içindedir. İnsanı bu hâl Yunus’umun dediği gibi; Hak bir gönül verdi bana, Ha demeden hayrân olur. Bir dem gelir şâdân olur, Bir dem gelir giryân olur. Bir dem çıkar arş üzere, Bir dem iner taht-es-serâ. Bir dem sanasın katredir, Bir dem taşar ummân olur. Bu hâller ile ‘lâ’ makamında kendisini yok edip Çalab ile var olan “Havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîme” devam eder. Yoksa al tesbihi eline, çek “Lâ havleyi.” Hatta tesbihe gerek kalmadan, insanlar ile yaşadığımız diyaloglarda sabır için sınandığımız dakikalarda “Lâ havle” çekeriz. Bu zikrin anlamına tam vâkıf olarak ve kalbimizle öperek çeksek bir de… Rabb’im o zaman maddî-manevî güzellikleri önümüze serecektir. O zaman yolculuğumuzun ikinci kademesine devam etmek istiyorsak: Lâ yokluğunda, “Hasbünâllahi ve ni’mel vekîl, tevekkeltü alâllâh”ı duymaya ve yaşamaya bırak kendini ey yolcu! Ve sonra “Üfevvizü emrî ilâllâh” de kalbim. İlâhî fısıltı seni rahatlatsın:“Rabb’in seni ne bıraktı, ne de terk etti.” O hâlde buldun mu? Kendine çizgi çekmeden, varlıkla taçlanma nasıl düşünülebilir ki ey yolcu? Bir de yok olduğunu da terk eden cihanmertler varmış ki terk-i terk makamında kaybolan kahramanlar bunlar. Bunlara (hâl içinde hâl olanlara) daha aklım ermiyor derviş… Ne kadar çok yok olursan o kadar çok çevrene faydan oluyormuş diyorsun. Eh! Bu enayilik değil de nedir ki? Diyorsun ki, öyle değil işte, Allah’ın en iyisi olma yolu. Yaşamayı ve görmeyi dene hele… Ey yolcu! Artık yoklukta varlığı buldun mu? Yoklukta var olabilmeyi, yok olarak yaşatmayı yaşadın mı derviş? ‘Lâ’, yok olmakla birlikte yok olduğunu da bilmemektir. İnce çizgidir. Kıldan ince kılıçtan keskindir. Yunus’umun dediği gibi: “Ben bende değilem bir ben vardır benden içeri” olandır, ‘lâ’! Taptuk’umun dediği gibi: “Kendi yolunda Hızır ile çağırmadır,” ‘lâ!’ Yeter ki ben tenimden sıyrılayım/ Sen ben de ol Güzeller Güzel’im! Yolculuğumuzda yine dönüyoruz, dolaşıyoruz Rabb’imden yardım istemeye varıyoruz. Bize bu güzel tasavvufî hakikatleri, eşya ve hadiselerin arka planını göstersin istiyoruz. Göstersin ki Lâm-elif olabilelim. Rabb’im! Sen beni bana bırakmazsın. Çünkü beni Yaratan’ımsın. Bana kıyamazsın, üzülmeme dayanamazsın. Bu kırık, döküklerim bîçârenin nâz, niyâz ifadeleridir. Ey Mah-ı Nev! Bu seyirde kılavuzun, en güzel mürşidin aşk ola. Rabb’im! aşkından bir an cüdâ bırakma… Oldu mu? Şimdi oldun mu? Haa yolcu! Unutmadan hatırlatayım. Bu yoldan geri dönmek yoktur, bilesin. Ahdini yenile de geri dönmeyesin… Aşk ile kalın her dem. Vesselâm… Mâh-ı Nev Dipnot (Kaynakça: Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, say. 24, 596, Huzur Yay., İstanbul, 1994.) 1. 93/Duhâ, 7. 2. 2/Bakara, 165. 3. 12/Yusuf, 86.
Hilal OTYAKMAZ
YazarÜmmü Sinan Hazretleri ne güzel der: Seyrimde bir şehre vardım Gördüm sarayı güldür gül Sultanının tâcı tahtı Bağı duvarı güldür gül Gül alırlar gül satarlar Gülden terazi tu...
Yazar: Hilal OTYAKMAZ
Bir kalbimiz var, bunu unutmamalıyız. Dünya adına her şeyimizin dört dörtlük olması için nice mücadeleler verirken kalbimizi ne kadar çok yoruyoruz. Peki, sükûneti için neler yapıyoruz? Kalb, Hacı Bay...
Yazar: Hilal OTYAKMAZ
Ey eşref-i mahlûk yaratılan halife insan! “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabb’ine dön!”1 Mademki dönüş O’na, tek aidiyet yine O’na, o zaman dünya hayatındaki her anın bu vuslat için bakî...
Yazar: Hilal OTYAKMAZ
Size güzel bir anıyı ve her anıyla birlikte gelen hikmetleri âcizane aktarmak istiyorum. Aylardan ekim, günlerden pazar... Hava, dökülen sonbahar yapraklarının rüzgârla ahengi ile hazan... Ve yolcular...
Yazar: Hilal OTYAKMAZ