Yenilikçi ve Musikişinas Padişah III. SELİM
24 Aralık 1761’de İstanbul’da, Sultan III. Mustafa ve Mihrişah Sultan’ın ilk şehzadesi olarak dünyaya geldi. Sarayda ve İstanbul genelinde büyük şenlikler yapılarak doğumu kutlandı. Annesi ve saray bakıcıları küçük şehzadeyi el bebek gül bebek yetiştirdiler. 5-6 yaşına gelince İncili Köşk önünde yapılan törenle eğitimine başlandı. Lala Mahmud Bey gibi zamanın ünlü hocaları onu yetiştirmek ve iyi bir padişah yapmak için kolları sıvadılar. Edebiyat, fen, tarih, coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri aldı. Zekâsı ve çalışkanlığı ile hocalarını daima şaşırtıyor, onların takdirini kazanıyordu. Edebiyata, şiire ve müziğe olan ilgisi ve kabiliyeti çok fazlaydı. Ataları gibi küçük yaştan itibaren güzel şiirler yazmaya başladı. Kalem, kâğıt ve kitaplar en büyük dostuydu. Hükümdarlık ve Bestekârlığa Hazırlık Yakın dostlarından biri de müzik aletleriydi. İmam Kırımî Kâmil Efendi ile İshak Efendi’den müzik dersleri aldı. Ney, kudüm ve tambur gibi müzik aletlerini çalmaya başladı. Müzik makamlarını, usulleri ve ilahileri öğrendi. Yazdığı şiirleri yavaş yavaş bestelemeyi denedi. Hatta ileride bazı yeni müzik makamları bulacak ve büyük besteler yapacak kadar musikide ve bestekârlıkta iyice ustalaştı. Kısacası, sanatkâr bir ruha ve yapıya sahip bir şehzadeydi. Babası Sultan III. Mustafa, kendisine devlet yönetimi konusundaki bilgi ve deneyimlerini aktardı. Dünyada olup bitenleri, devletin geleceği ve düzeltilmesi için neler yapılması gerektiğini anlattı. Devlet meselelerini öğrenmesi ve kavraması için her gittiği yere onu da götürdü. Şehzadesinin kendisi gibi yenilikçi olmasını istiyordu. Amcası Sultan I. Abdülhamid de yeğenini çok seviyor ve alaka gösteriyordu. Amcasının hoşgörülü tavrı sayesinde rahat bir şehzadelik hayatı yaşadı. Hiç baskı ve kısıtlama görmedi. O yüzden de iyi bir eğitim aldı, kendisini yetiştirdi ve padişahlığa layıkıyla hazırlandı. Doğu kültürüyle ilgilenirken Batı kültürüne de duyarsız kalmadı. Fransız Devrimi öncesinde Fransa kralı XVI. Louis’le mektuplaştı; devlet yönetimiyle ilgili görüşlerine başvurdu. Daha o zamandan kafasında, devleti yeniden toparlamak için neler yapılması gerektiği hakkında büyük fikirleri mevcuttu. Devlet Gemisinin Yeni Kaptanı Sultan I. Abdülhamid, 7 Nisan 1789 tarihinde gece yarısı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Amcasının vefat haberi kendisine ulaştırıldığında sabah namazını henüz kılmıştı. Çok üzüldü, gözyaşlarını tutamadı. Padişah olduğuna sevinemedi. Amcasının cenazesini görünce çok ürperdi ve ilk tepkisi şu oldu: “Sonunda ölüm olduktan sonra padişahlık neye yarar!” Saray Ağası İdris Ağa, padişahı teselli etti. Yeni padişaha şu ibret verici öğütlerde bulundu: “Ey cihan padişahı! Şurada yatan amcanız sizden önce padişahtı. Ama vefat etti. İbret ve kalp gözüyle bakın. Bu dünya geçicidir. Ebedî olan yalnızca Allah’tır. Allah’a sığın. Gece ve gündüz Allah’tan kork. Allah’ın kullarına merhamet et. Sayende bütün âlem hoş olsun. Allah’tan yardım iste ki, selamet bulasın...” Sonra saray görevlileri padişahı, Hırka-i Saadet Dairesi’ne götürdüler. Oradaki mukaddes eşyaları tek tek öptü ve dua etti. Ağır padişahlık yükünü kaldırması için yüce Allah’tan ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den yardım diledi. Ardından besmele çekerek tahta oturdu. Tüm devlet adamları, din bilginleri, saray görevlileri ve yeniçeri ağaları bağlılıklarını sundular, tebrik ettiler. Padişah olduğunda yaşı 28 idi. Fransız İhtilâli’nin olduğu yıl tahta çıkmıştı. Tahta çıkar çıkmaz, devlet büyüklerine ilk emir ve tavsiyesi şöyle oldu: “Vezirlerim, paşalarım, beylerim! Sakın ki benden hiçbir hakikati gizlemeyiniz. Gerçekler ne kadar acı da olsa, hayal içinde olmaktan iyidir. Rüşveti, vazifeyi ihmali ve kötüye kullanmayı, Kuran esaslarına aykırılığı asla affetmem! Bunu böyle bilesiniz ve amel edesiniz.” Süre Giden Savaşlar ve Güzel Son Padişah olduğunda Ruslarla çetin savaşlar devam ediyordu. Gidişat pek de iç açıcı değildi. Tahta oturuşunun dördüncü ayında ilk kötü haber geldi: Kemankeş Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Ruslara karşı “Foşkan Bozgunu”na uğramıştı. Peşinden de Akkerman ve Bender Kalesi düşmüştü. Allah’tan, Cezayirli Hasan Paşa, İsmail Kalesi’ni teslim etmemiş ve düşmanı bozguna uğratmıştı. Bu gelişme padişahı biraz olsun rahatlattı. Fakat Ekim 1789’da Avusturyalıların Belgrad’ı işgal etmesi, bütün moralleri alt üst etti. Hemen ardından Yerköy Kalesi önünde Avusturya kuvvetlerinin perişan edilmesi, İstanbul’u yeniden sevince boğdu. Bu sevinç de kısa sürdü: Çünkü Ekim 1790’da Kilya, iki ay sonra da İsmail Kalesi’nin düşman eline geçtiği haberi geldi. Osmanlı Devleti’nin yüzü bir gülüyor, bir üzülüyordu. Bu sırada, Fransız İhtilali Avrupa’yı sarmaya, içerisinde birden fazla milleti barındıran imparatorlukları tehdit etmeye başlamıştı. Bundan dolayı hem Avusturya hem Rusya, Osmanlı Devleti’ne barış teklif etmek zorunda kaldı. III. Selim de bunu memnuniyetle kabul etti. Zira Osmanlı’nın kendini, özellikle orduyu yenilemesi ve geliştirmesi için reformlara, bunun için de zamana ve barışa ihtiyacı vardı. Avusturya ile Ziştovi, Ruslarla Yaş Antlaşması imzalandı. Her ikisi de lehteydi. En azından bu iki düşman devletin, Osmanlı’yı parçalama ve yıkma plânları geciktirildi. Yeni Düzen: Nizam-ı Cedit Devlet giderek zayıflıyor ve küçülüyordu. Eski haline gelmesi için acil tedbirler alınması, çareler üretilmesi gerekiyordu. Babası III. Mustafa ile amcası I. Abdülhamid’in yaptıklarını tamamlamalıydı. Devlete yeni bir düzen getirmeli, orduyu yeni baştan şekillendirmeliydi. Ordunun ne kadar gerilediğini, düzen ve disiplinden uzaklaştığını, savaşma istek ve gayretinin kalmadığını, özellikle Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşlarda yakından görmüştü. Avrupa’nın devamlı modernleşen, güçlenen ve yeni silahlarla donanan birlikleri karşısında Osmanlı Ordusu durmadan geriliyor ve düşmanla baş edemiyordu. Padişaha göre bütün sıkıntıların tek çaresi, yeni bir ordu kurmaktı. Bu düşünceden hareketle, “Nizam-ı Cedit” adını koyduğu orduyu kurma çalışmalarına başladı. Fakat bazı devlet adamları ve özellikle zamanın şeyhülislamı fazla acele etmemesini tavsiye ediyorlardı. III. Selim’e göre de kaybedilecek zaman yoktu; yeniçerilerin yerini alacak orduyu biran önce kurmalı ve devletin askeri gücünü biran önce takviye etmeliydi. Yeni ordunun kurulmasına, Şubat 1793 yılında 1602 asker ve subayla başlandı. Sayısı zamanla 21 bine çıktı. Nizam-ı Cedit, Fransa ve İsveç’ten getirilen subaylar eliyle modern yöntemlere göre yetiştirildi. Avrupa tarzında bir ordu hazırlanıyordu. Yeni bir subay okulu, topçu ocağı kuruldu. Daha gelişmiş toplar döküldü, Avrupa’dan yeni silahlar getirildi. Yeniçeriler, yabancı subay getirilmesini hoş karşılamadılar. Eğitim sırasında namaza dahi izin verilmemesini gerekçe göstererek askerî eğitimlere katılmamaya başladılar. Nizam-ı Cedit’e, padişah ve devlet adamlarının alaka göstermesi zamanla yeniçerileri kıskandırdı ve kızdırdı. Kendilerini sahipsiz ve ikinci sınıf asker olarak görmeye başladılar. Dertlerini ve şikâyetlerini padişaha duyurup dinletemiyorlardı. Bu durum, Yeniçeri Ocağı içerisindeki memnuniyetsizliği ve karışıklıkları yavaş yavaş artırdı. Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, yeni ordu kurma çabalarına son noktayı koydu. Akka’da Hezimete Uğrayan Napolyon Fransız İhtilâli sonrasında yaptığı köklü değişiklikler ve kazandığı askeri başarılarla şımaran Napolyon Bonapart, Fransa’nın, Avrupa ve dünya üzerindeki gücünü artırmaya koyuldu. Gözünü, Osmanlı toprağı Mısır ve Filistin’e dikmekte gecikmedi. Güçlü ve modern bir orduya, gelişmiş silahlara sahipti: 500 savaş ve malzeme gemisi, 50 bin civarında askeri vardı. Üstelik Osmanlı, Nizam-ı Cedit çalışmaları dolayısıyla sıkıntılı bir dönemdeydi. Dolayısıyla Malta ve İskenderun’un ardından, 22 Temmuz 1798’de Kahire’yi işgal etmekte zorlanmadı. Elde ettiği başarılarla iyice şirazeden çıkan Napolyon, donanmasının yenilmez olduğuna inanmaya başladı. Bu inancın bedelini pahalı ödedi: Napolyon’un Akdeniz’deki ilerleyişinden bir süredir rahatsız olan İngilizler, Mısır’ın işgalinden sonra harekete geçtiler. Çünkü burasının, Akdeniz’deki hâkimiyetin korunması ve Uzakdoğu’daki sömürgelerine giden yolun güvenliğinin sağlanması açısından stratejik önemi yüksekti. 1 Ağustos’ta İngiliz donanması, Abukir Koyu’nda Fransız donanmasını imha etti. Napolyon zor duruma düştü. Mısır’da kıstırılan Napolyon, etrafındaki çemberi kırmak ve Osmanlı’yı barışa zorlamak için Filistin’e girdi, Akka Kalesi’ni kuşattı. Kale komutanı Cezzar Ahmed Paşa az bir kuvvetle, türlü imkânsızlıklarla Napolyon’a, tam 64 gün direndi. Napolyon, kaleyi bir-iki gün içinde ele geçirmeyi hayal ederken, hiç beklemediği bir savunma ile karşılaştı ve çılgına döndü. İstanbul’dan getirilen 3 bin kişilik seçkin Nizam-ı Cedit Ordusunun muazzam direnişi karşısında Napolyon hiçbir varlık gösteremedi. Napolyon, ağır kayıplar vererek Mayıs 1799’da geri çekildi. Akka yenilgisi, Napolyon’un aldığı ilk ve en ağır yenilgiydi. Mısır’da tutunamayacağını anlayan Napolyon, 25 Temmuz 1799’da, ordusunu bile geride bırakarak Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı. Hayatının en büyük dersini Osmanlı’dan ve Cezzar Ahmed Paşa’dan aldı. Daha sonra Osmanlı, Mısır’ı tekrar fethetti. (27 Haziran 1801) Bitmeyen Karışıklıklar III. Selim, Akka’da kazanılan zaferi, Nizam-ı Cedit birliklerinin gayret ve fedakârlığına bağladı. Bundan aldığı cesaretle Nizam-ı Cedit çalışmalarına tekrar hız verdi. Hâlbuki yeniçeriler de eski günlerdeki gibi canla başla savaşmış, zaferde büyük pay sahibi olmuştu. Padişahın bunu görmezden gelmesi onları üzdü ve rahatsız etti. Araya kötü niyetli kimselerin kışkırtıcılığı da girince, yeniçerilerin dolduruşa gelmesi kolaylaştı. Yeniçeri isyanı Rumeli’de başladı ve hızla yayıldı. Padişah çok şefkatli ve yumuşak başlıydı. İsyanı bastırmakla uğraşan paşalara devamlı “Kardeş kanı akıtmaktan kaçının!” yönünde emirler gönderiyordu. Padişahın tutumu böyle olunca, yeniçeriler iyice şımarmış, isyan daha da büyümüştü. Yeniçeri isyanı, ancak Kasım 1806’da güç bela bastırılabildi. Fakat karışıklıkların ardı arkası kesilmedi. Kabakçı Mustafa İsyanı Neden Çıktı? Kabakçı Mustafa İsyanı’nın ana nedeni, Nizam-ı Cedit Ordusu, buna yeniçerilerin tepkisi ve bu sırada devletin içerde ve dışarıda karşılaştığı karışıklıklardı. III. Selim’in, Nizam-ı Cedit’e önem vermesi ve yeniçerileri ihmal etmesi huzursuzluğa yol açmıştı. Ayrıca, Nizam-ı Cedit subayları, Yeniçeri Ocağı’nın yaşlı ve tecrübeli subayları ile alay ediyorlardı. Yeni ordunun kıyafetinin Avrupalı askerlere benzemesi, Hıristiyanların taklit edildiği eleştirilerine de beraberinde getirdi. Nizam-ı Cedit askerlerine, bir Avrupalı kıyafeti olan “şapkanın” giydirileceği iddiaları, huzursuzluğun şiddetini iyice artırdı. Üstelik bütün bunlardan padişahın büyük ölçüde haberi yoktu. Çünkü annesinin, böyle şeylerden oğlunun haberdar edilmemesi yönünde kesin emri bulunuyordu. Oysa padişah tahta çıkarken etrafındakilere şunu tembihlemişti: “Bana bütün gerçekleri olduğu gibi söyleyiniz!” İstanbul’un hemen her yerinde, kahve köşelerinde ve sohbet meclislerinde söylentiler almış başını gidiyordu. Hükümdarın şiir, musiki ve eğlence fasıllarından fırsat bulup devlet işleriyle hakkıyla ilgilenmediği; bu yüzden devletin gerileyip güç kaybettiği ve Avrupalılar karşısında bozguna uğradığı kulaktan kulağa yayılıyordu. Artan karışıklıklardan padişah sorumlu tutuluyor; önlemek için yeterince tedbir almadığı, Nizam-ı Cedit’in üzerine düştüğü kadar düşmediği eleştirileri gittikçe yükseliyordu. Padişah Tahtından Oluyor İsyancı yeniçeriler, 25 Mayıs 1807’de Büyükdere Çayırı’nda toplandılar ve büyük bir kalabalık oluşturdular. Başlarına da Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı getirdiler. Hedeflerinde saray ve bizzat padişah vardı. Saraya doğru yürüyüşe geçtiler. İsyancıların saraya doğru adeta sel gibi aktıkları padişaha iletildi. III. Selim paniğe kapıldı. Yumuşak tutum sergileyerek isyanı önleyebileceğini düşündü. Aşırı şiddete başvurulmamasını öğütledi. Padişah, olanlara inanamıyordu. Çok üzgündü. “Bütün bunlara sebep, benim yumuşaklığımdır. Benim için kan dökülmesin. Benim yüzümden Muhammed ümmetine zarar gelmesin! İstenirse tahttan çekilirim!” diyordu. Bir taraftan da sarayın bahçesinde yeniçerilerin şöyle bağrıştıklarını işitiyordu: “Sultan Selim’i istemeyiz! Bize Sultan Mustafa lazım!” İsyancılar padişaha, tahttan indirildiğini bildiren bir mektup gönderdiler. Padişah, mektubu büyük bir sessizlik ve teslimiyet içerisinde okudu. Hemen tahtından kalktı ve Şehzade Mustafa’nın dairesine gitti. Kucaklayıp onu öptü ve tebrik etme büyüklüğünü gösterdi. Ardından da şu takdir dolu sözleri söyledi: “Mübarek olsun, Allah başarılar versin! Nöbet senindir, bizim nasibimiz bu kadarmış! Allah şahit ki, daima milletimin saadetini arzu ettim. Niyetim saf ve samimiydi. Mademki artık beni istemiyorlar, mademki ben onların huzur ve mutluluğunu sağlayamıyorum, ben de hiçbir üzüntü duymadan tahtımı terk ediyorum... Padişahlığını yürekten tebrik ederim! Eminim ki, sen de bu devletin şan ve şerefine hizmet etmekten geri durmazsın...” Kabakçı Mustafa İsyanı, Osmanlı’da yeni bir taht değişimini daha zorunlu hale getirdi. 29 Mayıs 1807’de III. Selim tahttan indirildi, yerine IV. Mustafa tahta çıkarıldı. Saltanatı 18 yıl 1 ay 22 gün süren III. Selim, tahttan ayrıldığında 46 yaşındaydı. Son Duası ve Şehit Edilmesi III. Selim’in saltanatının son zamanlarında ordularımız, çoğu defa zaferler kazanmakla birlikte sık sık da Rus ve Avusturya kuvvetlerine karşı yeniliyordu. Cephelerden gelen kötü haberlerin artması üzerine gözyaşlarını tutamayan III. Selim, içten bir yakarışla Cenabı Allah’a şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi! Beni böyle cihana rezil edip kâfirlere mağlup ve perişan ettirmeden, Muhammed ümmetinin böyle perişanlığını göstermeden canımı al!” Sultan Selim’in bu son duası kabul oldu ve Osmanlı’nın gerilemesine yol açan hadiseleri görme fırsatı bulamadan vefat etti. 28 Temmuz 1808’de Alemdar Mustafa Paşa’nın kendisini yeniden padişah yapmak için başlattığı harekât sırasında azgın cellâtlar tarafından acı bir şekilde şehit edildi. Mezarı, Laleli Camii avlusunda, babası III. Mustafa’nın türbesi içerisindedir. Kaynakça: Şemdânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-Tevârîh, Haz: Münir Aktepe, İstanbul, 1978, C.II/B, s.45-46, 74, 77, 80, 90-92, 108, 116; Vâsıf, Tarih, C.I, s.206-207, C.II, s.278; A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul, 1983, C.II, s.1081-1084, C.III, s.1464-1467, 1684-1702, C.IV, s.1938, 1940-1951, 1967, 2063-2089, 2212-2215; Mufassal Osmanlı Tarihi, C.V, İstanbul, 1971; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, C.V, s.13-14, 25-43; 60-73, 77-83; Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları: Nizam-ı Cedit 1789-1807, Ankara, 1946; Stanford J. Shaw, Eski ve Yeni Arasında: Sultan III. Selim Yönetiminde Osmanlı İmparatorluğu, Tercüme: Hür Güldü, İstanbul, 2008; Gül Akyılmaz, “III. Selim’in Dış Politika Anlayışı ve Diplomasi Reformu Çerçevesinde Batılılaşma Siyaseti”, Türkler, C.12, Ankara, 2002, s.661 vd; M. Fatih Salgar, Üçüncü Selim: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul 2001; Kâşif Yılmaz, III. Selim (İlhamî): Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanının Tenkitli Metni, Edirne, 2001; Ahmet Cevat Eren, “Selim III”, İA, C.X, s.441-457; Kemal Beydilli, “Selim III”, DİA, C.36, s.425-426.
İsmail ÇOLAK
Yazar15.Hadis: "Size amellerinizin en hayırlısını, mâlikiniz (Allah) katında en çok beğenilen, (cennetteki) derecelerinizi en çok yükselten, altın ve gümüşü (Allah yolunda) vermekten daha sevaplı olan v...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Yüce Allah, insanı en güzel bir surette yaratmış[1] ve ona sayısız nimetler bahşetmiştir.[2] Ayrıca insanı yaratıklar içerisinde üstün kılmış[3] ve canlı cansız her şeyi insanın hizmetine sunmuştur.[...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Üst üste 15 defa dünya şampiyonu olmuş Türk güreşçisidir. Türk güreş tarihinin en iri ve heybetli güreşçisi olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti zamanında yaşamıştır. Asıl ismi, Ali Nurullah ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Aslen, Kara Afrika’nın kuzeydoğusundaki Sudan’dan olan Zenci Musa, 1880 yılında Girit’te doğmuştur. Babası Girit’te erken yaşta ölmüş; dedesi tarafından büyütülmüştür. Mısır’da yaşayan ve katıksız bir...
Yazar: İsmail ÇOLAK