YALNIZLIK VE YABANCILAŞMA DUYGUSUNU AŞABİLMENİN KUTLU YOLU CEMAATLE NAMAZ KILMA
Günümüzde¸ insanımızın varoluşunun kaynağı ile bağlarını kaybetmesi sonucu¸ memnuniyetsizlik¸ umutsuzluk¸ yalıtılmışlık¸ kimsesizlik ve sevgisizlik gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin her geçen gün daha da arttığı gözlenmektedir.
Günümüzde¸ insanımızın varoluşunun kaynağı ile bağlarını kaybetmesi sonucu¸ memnuniyetsizlik¸ umutsuzluk¸ yalıtılmışlık¸ kimsesizlik ve sevgisizlik gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin her geçen gün daha da arttığı gözlenmektedir. Nasr’ın belirttiği gibi¸ insanımız her şeyden önce kendisinden uzaklaşmakta¸ doğa ile kendisi arasındaki bağı ve diğer insanlarla insanî ilişkilerini gerçekleştirecek ortamı kaybetmektedir.1 Bugün yalnızlık o boyutlara ulaşmıştır ki¸ insanlar¸ hayvanlardan ve cansız eşyalardan dostluk beklemektedir.2 Yalnızlık ve dostsuzluktan kaynaklanan kaygıyı dindirmenin bir yolu olarak pek çok insanımız¸ çağdaş hayatın vazgeçilmezi olan önemli bir etkene sarılmaktadır: Bu etken¸ «sekiz-beşçilik»¸ diye de isimlendirebileceğimiz¸ işgücünden veya memur ve idarecilerden oluşan bürokrasi makinesinin hayatımızı tekdüze hale getirmesidir. İnsanın “kendi inisiyatifi pek yoktur¸ görevleri kuruluş tarafından önceden belirlenmiştir; hatta merdivenin üst basamağındakilerle alt basamağındakiler arasında bile pek fark yoktur. Hepsi de kuruluşun tümel yapısınca önceden belirlenen görevleri¸ önceden belirlenen bir hızda ve önceden belirlenen bir tarzda yerine getirir. Duygular bile önceden belirlenmiştir: sevimlilik¸ toleranş güvenilirlik¸ hırs ve sürtüşmeksizin herkesle iyi geçinme becerisi. Eğlence de¸ benzer¸ ancak pek de dramatik olmayan bir yoldan rutine bindirilir. Kitaplar¸ kitap klüpleri¸ filmler¸ ücreti sinema ve tiyatro sahipleri tarafından ödenen¸ reklâmcılar tarafından verilen reklâm sloganlarıyla seçilir”3 Bu rutin yaşamda dinlenme de diğer etkinliklerden farklı sayılmaz: Pazar günü araba gezisi veya piknik yapma¸ televizyon seyretme¸ yaşantı tercihine göre¸ kâğıt oyunu¸ partiler veya evin işleriyle ilgilenip zaman doldurma günüdür. Çünkü hafta sonları¸ özellikle de Pazar günleri boş zaman kabul edildiği için¸ o gün her günkü koşturmacanın tersine hiçbir şey yapılmaması gerektiği düşünülür. Doğumdan ölüme¸ pazartesiden cumaya¸ sabahtan akşama bütün etkinlikler¸ uğraşlar¸ rutin ve bir robota yüklenmiş gibi değişmezdir. Bu rutin koşturmaca ağına yakalanan kişi¸ bir insan olduğunu; eşsiz yaratılmış bir varlık¸ umutlarıyla ve düş kırıklıklarıyla¸ hüznü ve korkusuyla¸ sevgi ve özlemiyle¸ hiçlik ve ayrılık korkusuyla¸ taşıdığı insan olma üstünlüğü ve anlamıyla yaşamak için var olduğunu unutmaktadır. Yunus Emre’nin:
“Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Bir göz yumup açmış gibi”
dizelerindeki gibi kısacık hayatını belirsiz ve anlamsız bir şekilde yaşamaktadır. İnandığını düşünse bile¸ yaşayamamaktadır. Çünkü durup dinlenecek zamanı yoktur. Yaşadığı yalnızlık ve yabancılaşmış olma duygularına karşın¸ bunları aşabilmenin yolunun daha da çok koşturarak¸ vakti harcamak olduğu düşüncesindedir. Sanki durduğu ve sakin bir zihin ve ruh haliyle düşünmeye başladığı andan korkmaktadır. Durup dinlenmek boşluğa düşmektir ona göre. Bir şeyler aramakta ama yanlış adreslere başvurmakta ve gittikçe uzaklaşarak arayışına devam etmektedir. Aslında mekanikleşmiş hayatı sürerken ne aradığını da bilememektedir. Nedir bu koşturmaca ve nerede bitecektir? Ölümler bile hayatın koşturmacaları arasında kaybolacak ve üzerinde çok kafa yorulamayacak kadar anlamsızlaşmaktadır.
Aslında çok uzak değildir bu arayışın adresi. Hemen her sokakta¸ değilse her mahallede ulaşılabilirdir bu adres. Ama bunu bir yere sığdıramamaktadır günümüz insanı. Onun zaman anlayışında bu tür işlere vakit kalmamaktadır. Oysa bu mekânlarda yalnızlık ve yabancılık duygularına yer yoktur. Aradığının¸ günde beş kez duyduğu çağrıda olduğunu anlayamamaktadır insanımız. Bazen anladığını düşünse bile¸ günübirlik koşturmacaların arasından sıyrılıp ruhunu sükûnete erdirecek camilere ve oralardaki manevî güzelliklere gitmekte tembellik etmektedir. Oysa sadece sakin bir kafayla düşünse yetecektir. Öyle ya¸ gerçek dost olan Mevla’yı dünyadaki her şeyden sıyrılarak¸ zihnimizde ve gönlümüzde taşıdığımız dünyaya ait olan her şeyi unutarak anmak¸ onunla çok yakın olduğumuzu hissetmek durumunda¸ nasıl yalnızlık ve yabancılık duygusu yaşayabiliriz? Üstelik O’na inanan ve O’nu birlikte andığımız bir topluluk arasında¸ bireysel kaygı ve çıkar hesaplarıyla birbirine kayıtsız kalabilme nasıl olabilir? Eğer az da olsa böyle bir çelişki varsa bizde¸ bu durum¸ yaptığımız ibadetin farkında olmadığımızı¸ anlamını kavrayamadığımızı gösterir. Nitekim “Müminler ancak kardeştir” buyuran¸ namazlarımızın her rekâtında okuduğumuz “Bize dosdoğru yolu göster!” dualarımızın muhatabı Yüce Allah değil midir? Yine her tahiyatta salât ve selam getirdiğimiz¸ sevgi ve bağlılığımızı bildirdiğimiz Hz. Muhammed (s.a.v) değil midir “Müminler birbirlerini sevme¸ müşfik davranma ve birbirlerine acımada tıpkı bir beden gibidirler. Bedenin bir uzvu bir rahatsızlık duyarsa¸ diğer uzuvlar uykusuzluk ve ateşler içinde onun yardımına koşarlar.4” buyuran?
O halde¸ Müslümanlar kardeş gibi davranmaz ve birbirlerinin dertleriyle dertlenmezlerse¸ gerçek anlamda cami cemaati olma bilincine erişememişler demektir. Müminleri daima cemaate davet eden ve cemaate gelmeyenleri kınayan Hz. Peygamber¸ cemaat demekle aralarında bir diyalog ve güçlü bir bağ olan organize bir insan birlikteliğini kastetmektedir. Aksi halde sokaklardaki her biri kendi dünyasında koşturan kalabalıklardan ne farkımız olabilir? Böylesi bilinçsiz bir cemaatin¸ dini görev ve sorumluluğuna uygun hareket etmemesi bir yana¸ yaptığı ibadetin herhangi bir sosyo-psikolojik yararı olması da beklenemez.
Zaman zaman yaşadığımız tüm bu olumsuzluklara karşın¸ gerçek anlamda cemaat olamamamızın düzeltilmesinin yolu¸ asla camilere devam etmemek olamaz. Çözüm yine bu kutsal mekânların anlamına uygun bir misyon yüklenerek yeniden canlandırılmasındadır. Kanaatimizce¸ insanların her geçen gün daha da bencilleştiği¸ güvensizleştiği ve yalnızlaştığı günümüzde¸ yitirdiğimiz insanî ve İslâmî değerleri yeniden yaşatmanın yolu¸ İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi cami ve mescitlerden geçmektedir. Camilere samimi olarak devam ettiğimizde¸ değerlerimizi koruyabilmenin mümkün olduğunu görebileceğiz. Değerlerimizi yaşadıkça ve yaşattıkça da¸ yalnızlık ve yabancılık uzağımızda olacaktır.
Dipnot
1- Seyyid Hüseyin Nasr¸ “İnsan ve Tabiat”¸ çev. Nabi Avcı¸ İstanbul¸ 1982.
2- Beşir Atalay¸ Sanayileşme ve Geleneksel Yapı (Japon modeli)¸ Sosyal Planlama Başkanlığı Yay.¸ 1984¸ s. 13.
3- Erich Fromm¸ Sevme Sanatı¸ çev. Selçuk Budak¸ Öteki Yayınevi¸ 4. Baskı¸ İstanbul¸ 1997¸ s. 22.
4- Kenzul Ummal¸ el-Hindi¸ 1. 145.
Mustafa Doğan KARACOŞKUN
YazarStres ve kaygılardan uzak bir hayat yaşayabilmenin temel şartlarından biri¸ insanın kendini güvende hissetmesidir.Stres ve kaygılardan uzak bir hayat yaşayabilmenin temel şartlarından biri¸ insanın ke...
Yazar: Mustafa Doğan KARACOŞKUN
Şeyh Abdurrahman Erzincanî’nin soyu, Orta Asya’dan gelerek Erzincan’a yerleşmiştir. Evlâd-ı Rasûl’den ve Yıldırım Bâyezîd devri meşayihlerindendir. Zamanının gerekli ilimlerini memleketi olan Erzincan...
Yazar: Resul KESENCELİ
Ey öğrencim! Dünya sevgisinden sakın. Zira sirke saf balı bozduğu gibi dünya sevgisi de sâlih ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle merhamet, açları doyur...
Yazar: somuncueditor
Kur'an'a göre insan¸ ruh ve bedenden meydana gelmiş olup yaşantı ve davranışlarıyla işlev gören bir varlıktır.Kur'an'a göre insan¸ ruh ve bedenden meydana gelmiş olup yaşantı ve davran...
Yazar: Mustafa Doğan KARACOŞKUN