Üsküplü Atâ’nın Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Mesnevîsi
Üsküplü Atâ’nın Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Mesnevîsinde Ahlâkın Temeli Olarak Aşka Bakışı
Atâ, Üsküp’te, Ahmed-i Yesevî’nin (ö. 562/1166) neslinden gelen ve onun ışığını o topraklarda temsil ederek insanları hakîkate çağıran önemli isimlerdendir.[i] Acem diyarından gelerek Üsküp’e gelen bir ailenin çocuğu olarak Üsküp’te dünyaya gelen Atâ,[ii] sarf, nahiv, mantık, felsefe, riyazî, bedî, beyan ve meanî okuyarak âlet bilimlerinde ciddi bir tahsil sürecinden geçer.[iii]
Tahsili esnasında ilâhî ilmin peşine düşen Atâ, zâhir ilimlerden bâtınî ilimlere yol bulur ve Nakşbendiyye tarîkatına intisap eder.[iv] Bir müddet inzivada kalan Atâ, kısa sürede türlü mükâşefe ve müşâhedelerle vâsıl olur.[v] Bir yıl kadar kadılık görevi yaptığı da bilinen Atâ, 1523’te Üsküp’te vefat eder ve burada defnedilir.[vi]
M.Fuat Köprülü, Atâ’nın Mevlid, Dîvân ve Tuhfetü’l-uşşâk adlarında üç eserinden bahsetmiştir.[vii] Dîvân’ının bir kısmı ve çeşitli şâirler tarafından bazı şiirlerine yapılan nazireler bir araya getirilerek Atâ’nın şiirlerinin izi sürülmüştür.[viii] Köprülü’nün bahsettiği Mevlid adlı çalışmasına ise henüz ulaşılamamıştır.[ix]
Tuhfetü’l-uşşâk’ta Ahlâkın Temeli Olarak Aşk
Atâ, Tuhfetü'l-uşşâk adlı eserini, ünlü İran şairi Kâtibî'nin Dehbâb diğer adıyla Tecnîsât adlı mesnevisine nazire olarak kaleme almıştır.[x] Kâtibî’nin oğluna hitâben nasihat türü bir eser olarak kaleme aldığı eserine nazire olarak kaleme alınan Tuhfe’de aruzun sadece “Fâilâtün/Fâilâtün/Fâilün” kalıbı kullanılmıştır.[xi]
Tuhfe’nin giriş bölümünde tevhid, münacât, na’t, mucizat, mi’rac, medh-i çehâr-yâr, va’z ve nasihat, satranca tenbih, felekten şikâyet, gecenin vasfı, kışın vasfı, sebeb-i telif konulu bölümler bulunur.[xii] Tuhfe’nin devamında “Der-Beyân-ı Ebvâb-ı Kitâb” başlığı ile giriş bölümünden konunun işlendiği bölüme geçilir.
Başlığın hemen devamında eserde aşk, bezm ve sohbet, kibri terk etmek, izzet, halka iyilik, kötülüğü terk etmek, kanaat, yaşayış tarzı, halktan uzaklaşmak, Hakk'a yaklaşmak olmak üzere on konunun işlendiği anlatılır.[xiii]
Kâtibî’nin eserinde olduğu gibi, dile getirdiği hakîkatlerin zihinlerde ve gönüllerde yer etmesi için hikâyeyi kullanan Atâ, ahlâkî olgunluğun temelinde aşk hissiyatının bulunduğunu ifade etmek için eserinde aşk konusunu ilk başlık olarak ele alır. Aşk başlığında beş hikâye anlatan Atâ, aşkın hakîkat perdelerini aralayıcı tesirini izah için ilk olarak mânevî yolculuğun aşka düşmekle başlayacağını anlatan bir hikâye ile söz başlar.
İkinci hikâyede sevgilisine olan aşkı dolayısıyla gül gibi solan âşığı tarif eden Atâ, burada, Hakk’a varmak isteyen kimsenin hedefine gülerek ancak aşkın tesiri ile varabileceği mesajını verir. Üçüncü hikâyede mâşukuna kavuşan âşığın, mâşukunun derdini sormasından dolayı hem aşka müptela olduğunu hem de bu hâl sorma nimeti ile dermana ulaştığını belirtir.
Bu hikâyede de Atâ, âşıklarının dertlerinin aynı zamanda dermanları olduklarına dair görüşünü serdetmiştir. Dördüncü hikâyede ise mâşûku için canını veren âşığın hakîkatte ölmediğini, âşığın, bir değil bin canı olsa mâşukunun yoluna hepsini verecek bir kararlılıkta olduğunu anlatır.
Mecâzi aşk üzerinden hakîkî aşkın gereğini anlattığı anlaşılan Atâ, bu hikâyede Hak yolunda bir değil binlerce can olsa O’nun yoluna feda etmenin gerektiğini bunu da ancak aşk ile yapmanın mümkün olacağını anlatmıştır. Bu bölümdeki son hikâyede Atâ, kişinin nefsinin istek ve arzularını öldürüp kendini Hak ile diriltmesinin Hakk’a vuslat için şart olduğunu, bunun ise aşkın nurlu yoluna girmekle mümkün olduğu fikrini dile getirmiştir.[xiv]
Aşkın, nefsin kötü duygularını kıran ve vuslata erdirici boyutlarını bir nakış gibi işleyen Atâ, hakîkat yolculuğunda başarının bir diğer adımından daha bahseder. O da mânâ âleminde âşığa yol gösterecek bir yol göstericinin bulunmasının zorunluluğudur.
Bu bölümün ilk hikâyesinde, kudretli bir padişahın güçlü bir devleti elde etmesine sebep olan şeyin bir pîre hizmet etmek olduğu yönündeki hikâyesi okuyucuıyu karşılar. Sohbet başlığının ikinci hikâyesinde “Ehil olanı kendine ganimet olarak gör; akıllılarla arkadaş ol!” nasihatını izah eder.
Üçüncü hikâye ise bir avda karşısına çıkan ahunun peşine düşen avcının kendini cennet gibi bir yerde bulmasını, dördüncü hikâyede himmeti hak eden bir müridin ulaştığı yüksek hakîkatlere ulaşmasını konu edinen Atâ, satır aralarında bütün bu işleyişin aşkın kazancı olduğu fikrini dile getirmeye devam eder.[xv]
Aynı usûlü kendini beğenmeyi terk etmek başlığında da sürdüren Atâ, bu bölümde naklettiği beş hikâye ile kibrin hakîkat yolculuğundaki engelleyici özelliğine değinir. Birinci hikâyede cömert ancak kibirli bir padişah hikâyesini ve ikinci hikâyede bir başka padişahın düşmandan kaçmaya mecbur kalmasını kibrine bağlayarak nakleder.
Üçüncü hikâyede tevazuundan dolayı vefatından sonra da hayırla yâd edilen bir dervişten bahsettikten sonra güzelliği ile tanınan birinin hikâyesini dördüncü hikâye olarak nakleder. Buna göre bu güzel, toprak içerisinde yatan birini görür, ona yardımcı olur, ehl-i hâl olan bu kişinin duası sayesinde dillere destan bir güzelliğe ulaşır.
Beşinci hikâye olarak güzel olmasına rağmen kibri yüzünden sevdiğini üzen bir dilberin sevgilisinin bedduası sebebiyle düştüğü kötü durumu nakleder. Bütün bu olanların aşkın sırrına ermekle kişinin lehine döneceğini belirten Atâ, izzet bölümünde de savaşlarda cesaretle savaşan bir komutanı vefatından sonra rüyasında gören kimseye savaşta ölümünden dolayı değil bir fakire ondan önce selam verdiği için cennete gittiğini söylemesini içeren bir hikâye anlatır.[xvi]
Diğer naklettiği hikâyelerde de kibir ve kendini beğenme yerine izzet duygusunu gönle hâkim kılmanın gereğini aşk merkezli bir anlatımla şöyle özetler: “
Āteş-i mihr ile baġrı sūḫte/ Mustaʿidd-i şevḳa olmış sūḫte
Şuʿle-i ḫūrşīd ile yanup bişer/ Raḥm idup didi hey uftāde beşer.”[xvii]
Herkese iyilik konusunda da beş hikâye nakleden Atâ, âşığın mâşuğunun rızasını yapacağı iyiliklerle elde edebileceğini yani aşkın gereği âşığın iyilik peşinde olmasını şu beyitle özetler: “Bāzdārı sensin u cān bāz-ı Ḥaḳ/ Eyluge cān vir sever cān-bāz-ı Ḥaḳ.”[xviii]
Altıncı bölüm olarak kötülükten vazgeçmek konusunu gündeme taşıyan Atâ, içki, ihanet, yalan, kadere razı olmayan, dilin afetlerine maruz kalan, cimri ve ikramı sevmeyen kimsenin aşksız kalmasından dolayı bu kötülüklere düştüğünü anlatan beş hikâyeyi nakleder.[xix]
Zikrettiği bu kötülüklerden kurtulmanın kanaat siperine sığınmakla mümkün olacağını belirten Atâ, “Ey dil aḥvāl-i cihānı ḳıl semāʿ/ Cerḫ gibi eylegil vecd u semā” beytiyle aşkın kişiyi ulaştıracağı vecd ve semâ gibi nihâî neticelere atıfta bulunarak yine âşığın aşkı sayesinde vâsıl olabileceği bir meseleyi dile getirmiş olur.[xx]
Aşk, vecd, semâ ve dünyevî beklentilerden yüz çevirmenin kişide varlığa şükretmek, yapacağı her fiilin neticesinin kendisine döneceğini bilmek, şükür sahibi olmak, dua ile Hakk’a yönelmek, zikir ve diğer kulluk adımlarıyla Hakk’ın rızasını elde etmek gibi güzellikleri kazanmasına vesile olacağını anlatmıştır.[xxi]
Mecâzî aşkın hakîkî aşka köprü olduğunu anlatarak aşk merkezli anlatımını en net şekliyle dile getirdiği sekizinci bölümde Atâ, yine beş hikâye anlatır. Aşkın insana tesirini ifade ettiği birinci hikâyede hayatın ancak aşk ile farkında olunarak yaşanabileceği mesajını verir.
Devamında aşkın tadını almayan bir kimsenin yaşamın farkında olmamasından dolayı dünya ve âhirette uğrayacağı hüsranı anlatan Atâ, aşk bahrinde yelken açan bir kimsenin beden ve ruh bakımından hayatın gereklerini hissederek yaşamasından bahseder.
Üçüncü hikâyede adaletin de aşkın tesiri ile tam olarak gerçekleşebileceğini nakleden müellif, beşinci ve son hikâyede ise gece gündüz feryad eden bir kimse örneği üzerinden aşka kurban olan kimsenin durumunu izah eder.[xxii] Atâ’nın sekizinci bölümde hayatın tamamını kuşatan söylemleri ile aşka dair yaptığı nakiller, âşık bir gönle sahip kimsenin yaşam tarzının dayanılmaz güzelliğini anlatmaya yönelik adımlar olarak görülebilir.
Dokuzuncu bölümde Atâ’nın herkesle ilişkiyi kesip sadece Hakk’ın muhabbetine gönlü bağlamanın gerekliliğini anlattığı görülmektedir. Bu bölümde de ana mevzu aşktır. İlk olarak, mâsivâdan sıyrılıp Hakk’a bende olabilmek için Hakk’ın isimlerini gerektiği şekilde idrak etmenin zorunluluğunu anlatan Atâ, ikinci hikâyede Hakk’ın dışında her şeyden vazgeçtiğini, oğlunu kurban ederek gözler önüne seren Hz. İbrahim ve onunla aynı gayeden dolayı canını feda etmekten çekinmeyen Hz. İsmail’in kıssasını anlatır.
Ardından mânevî seyrinde duraklama olan bir gönül erinin kendiyle değil de başkalarıyla meşgul olmasından bu noktada kaldığına dair bir hikâye nakleden yazar, dördüncü hikâyede ise nefse karşı yapılan cihad ile mânevî seyirde yol alınacağını aktaran bir örnek dile getirir. Beşinci ve son hikâyede Atâ, nefse muhâlefet ederek aşkı kuşanan kimsenin elde edeceği bazı güzelliklere işaret eden bir anlatıyı takdim eder.[xxiii]
Onuncu ve sonuncu bölümde Atâ’nın Hakk’a yakın olmak konusunu işlediği anlaşılmaktadır. Bu bölümde zikrettiği dört hikâyenin ilkinde Atâ’nın, Hakk’ı müşâhede etmek isteyen Hz. Musa’nın kıssasına, ikinci hikâyede aşk şehidi olarak kabul edilen Hallâc-ı Mansûr’un Hakk’ın dışındaki her şeyi terk etmesine ve üçüncü hikâyede başı kesilen Hallâc’ın aşkın tesiriyle elde ettiği mânevî zevke değindiği görülmektedir. Atâ, son hikâyede ise sonsuz deniz örneklemi üzerinden fenâfillâh tecrübesini anlatmıştır.[xxiv]
Netice olarak ifade etmek gerekirse Hakk’a layıkıyla kulluk etmek gayesiyle her şeyden yüz çevirerek mânevî yola giren Atâ, özlü ve tesirli bir anlatımla dünya ve ahiret mutluluğunun formülünü bahsedilen on maddede özetlemiştir. O, nefsle mücadele, dünyayı tanımak, âhirete yatırımla hayatı anlamlandırmak ve Hakk’ın rızasını temel hareket prensibi kabul etmek gibi ilkeler üzerine tasarladığı hakîkat seyrinin aşk ile kıvam bulacağını eserinin her mısraında açık ya da gizli bir şekilde dile getirmiştir. Bir gönül eri olarak Atâ’nın, hakîkat perdesinin ancak aşkın tesiri ile mâşukuna kavuşmak için gayret gösteren bir âşığa açılacağı kabulünü ifade için bu özgün çalışmasını kaleme aldığı söylenebilir.
[i] Saadettin Nüzhet Ergun, “Atâ”, Türk Şairleri (İstanbul: Suhulet Basımevi, 1935), 2/538; Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, “Ahmed Yesevi'nin Takipçileri”, Yesevilik Bilgisi (2000), 353.
[ii] Filiz Kılıç, Meşa’irü'ş-şu‘ara İnceleme Tenkitli Metin (Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1994), 597.
[iii] Beyanî, Tezkiretü’ş-şuarâ, hzl. İbrahim Kutluk (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1997), 597.
[iv] Riyâzî, Riyâzü'ş-şuara (İstanbul: Nuruosmaniye Kütüphanesi, 3724, 1609), 105b.
[v] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî (İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1311), 3/474.
[vi] Mehmet Nâil Tuman, Tuhfe-i Nâilî -Divân Şâirlerinin Muhtasar Biyografileri-, hzl. Cemal Kurnaz- Mustafa Tatcı (Ankara: Bizim Büro Yayınları, 2001), 1/628.
[vii] M. Fuad Köprülü, "Türkler”, İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: MEB Yayınları, 1988), 12/557.
[viii] İ. Hakkı Aksoyak, “Ahmed Yesevî’nin Rumelili Bir Takipçisi Üsküplü Atâ ve Tuhfetü'l-Uşşâk Mesnevîsi”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi 5, (2001), 87-88.
[ix] M. Fatih Köksal, “Yeni Mevlit Metinleri ve Mevlidlerle İlgili Mevcut Malumata Dair Tashihler”, JTS Festschrift in Honor of Walter G. Andrews II. Harvard University (2010), 253-284.
[x] Mehmet Vanlıoğlu, “Dehnâme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 106.
[xi] Seyfullah Türkmen, Tuhfetü’l-Uşşâk (Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2000), 9.
[xii] Aksoyak, “Ahmed Yesevî’nin Rumelili Bir Takipçisi Üsküplü Atâ ve Tuhfetü'l-Uşşâk Mesnevîsi”, 90.
[xiii] Üsküplü Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, hzl. İ. Hakkı Aksoyak (Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayınları, 2017), 50-76, 113-114.
[xiv] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 114-124.
[xv] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 114-133.
[xvi] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 142.
[xvii] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 150, 151-160.
[xviii] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 158.
[xix] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 160-171.
[xx] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 179.
[xxi] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 170-180.
[xxii] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 180-187.
[xxiii] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 188-198.
[xxiv] Atâ, Tuhfetü’l-Uşşâk, 198-210.
Fatih ÇINAR
YazarGülşeniyye Tarikatı’nın Hâletî kolu şeyhlerinden olan Mahvî (ö.1150/1737), XVIII. yüzyılda Hayrabolu’da faaliyet yürüten, dilindeki zenginlik, edebî zevki ve içeriği ile dikkat çeken Dîvânçe’si ile ta...
Yazar: Fatih ÇINAR
Bayrâmî-Melâmî geleneğinin önde gelen isimlerinden olan Hâşimî Emîr Osman, XVI. yüzyılda faaliyet yürütmüş sûfîlerdendir. Hâşimî, döneminin şartları içerisinde görüşlerini bir usûl dâiresince serdetme...
Yazar: Fatih ÇINAR
Mustafa Nehcî Efendi, Halvetiyye Tarikatı’nın Cihangiriyye kolunun önemli isimlerindendir. O, hakîkat yolcusu bir mürşid-i kâmil ve topluma yön veren gönül erlerindendir. Nehcî Efendi, velûd bir müell...
Yazar: Fatih ÇINAR
Bilge Bir Hükümdârın Gönül Dünyası: Kadı Burhâneddîn Dîvân’ında Gönül Gemisinin Seyri‘Işkı denizine ben biliş idüm ezeldeÂşinâyam nola eşkümde eger yüzer isem[1]Kadı Burhâneddîn, XIV. yüzyılı ilmî, ed...
Yazar: Fatih ÇINAR