ÜÇ ÖKSÜZ SULTAN
Annelerimiz başımızın tacı, gönlümüzün süruru, saadet ve selametimizin her daim en büyük duacısı, nadide varlıklarımız. Paha biçilemez mevcudiyetlerini, ancak yokluklarına ve hasretlerine duçar olanlar hakkıyla idrak edebilir. Her türlü imkâna, varlığa ve alakaya mazhar olan padişah çocukları da olsalar, değişen bir şey olmaz: Hep aynı ayrılık acısı, anne şefkatine susamışlık, yokluğuna alışamama, bir yanın eksik olması ve bir türlü giderilemeyen nihayetsiz hasret! Sözü fazla uzatmadan sadede gelelim ve bu hissi iliklerimize kadar hissedebilmek için iyi bir misal teşkil edeceğini düşündüğüm, üç Osmanlı sultanının öksüz kalma öykülerine ortak olalım: Osmanlı’nın 34. padişahı Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül 1842’de doğdu. Annesi Tîr-i Müjgân Kadınefendi, Sultan Abdülmecid’in Çerkez asıllı ikinci kadınefendisiydi. Şehzade Abdülhamid’den önce doğan Naime Sultan ile sonra doğan Şehzade Mehmed Abid Efendi’yi erken yaşlarda kaybetmişti. Evlat sevgisini ve analık duygularını, hayatta kalan tek çocuğu olan Şehzade Abdülhamid üzerinde tam manasıyla hissetti ve yaşadı. Tîr-i Müjgân, maalesef genç yaşta vereme yakalandı. Hastalığı çok ağır seyretti. Hekimler, tebdili havanın iyi geleceği zannıyla denize kıyısı olan Beylerbeyi Sarayı’na gönderildiler. Şehzade Abdülhamid, annesini görmeden duramaz, her gün ziyaret ederdi. Annesi de oğlunun bu ziyaretlerini iple çekerdi. Yanına geldiğinde, onu nasıl eğlendireceğini ve mutlu edeceğini bilemezdi. Hastalıktan kurtulamayacağını ve şehzadesinin -belki bir gün çıkacağı umudunu taşısa da- padişahlığını göremeyeceğini bildiğinden, ona büyük ve kıymetli hediyeler aldırırdı. Zaman zaman da karyolasının önündeki kırmızı kadife minderlerin altına bir kese lira çeyrek, bir kese gümüş kuruş koyar ve “Arslanım, şu minderlerin altında bakalım ne bulacaksın?” diye seslenerek, şehzadesiyle para bulmaca oyunu oynamaktan sonsuz zevk alırdı. Şehzade Abdülhamid, paraları bulunca çok sevinirdi. Evladına doyamayacağının bilincindeki talihsiz annenin payına ise, oğlunun sevinç ve neşesini görmek ve paylaşmak düşerdi. En azından, ciğerlerini içten içe kemiren hastalığın şiddetini, yüreğini yakıp kavuran ayrılık ateşini biraz olsun dindirirdi. Şehzadesiyle geçirdiği anlar, hayatının en mesut anları oldu. Ne yazık ki fani dünyadan ayrılık vakti, 3 Ekim 1852’de gelip çattı. Annesinin ölüm haberi, Şehzade Abdülhamid’den bir süre gizlendi. Fakat içli şehzadenin bunu fark etmesi uzun sürmedi. Annesini kaybetmenin acısını derinden hissetti, kalbinde büyük fırtınalar koptu ve gözyaşları adeta sel olup aktı. 10 yaşındayken öksüz kalmıştı. Babası onu teselli etmeye çalıştı. Başını okşadı, kucaklayıp öptü. Sonra da şöyle konuştu: “Ağlama oğlum, Allah’ın emrine karşı gelinmez! Senin bundan sonra hem anan hem de baban benim!” Sultan Abdülhamid büyüyüp padişah olunca, annesini çocuk yaşta yitirmekten duyduğu üzüntüden ve ona karşı kalbinde beslediği tarif edilemez hasret ve muhabbetten şöyle söz etmiştir: “Zavallı anneciğim! Pek genç yaşta gitti. Hayali daima gözümün önündedir; onu hiç unutamadım. Beni çok severdi. Hasta olduğu müddetçe karşısına oturtup yüzüme bakmakla iktifa ederdi; öpmeye kıyamazdı. Allah rahmet eylesin.” Ayrıca, ölünceye kadar annesini her zaman sevgi, minnet ve özlemle yâd etmiş, onunla yaşadığı tatlı hatıraları sık sık zikrederek anmıştır. En azından anılarda temessül etmesini sağlamıştır. Hediyelerini hep saklamış; “Annemin yadigârıdır.” diyerek gözü gibi korumuştur. Babası Abdülmecid, küçük şehzadesinin bir anne şefkat ve ilgisine ihtiyaç duyacağını düşünerek onu, dindar, ağırbaşlı, güngörmüş ve hiç evladı olmayan Perestu Kadınefendi’nin yanına götürdü. Odasına girince: “Bak Kadınım! Sana ne güzel bir evlat getirdim! Allah’tan sonra sana emanet!” diyerek Şehzade Abdülhamid’i gösterdi. Arkasından şehzadeye dönerek şu nasihatte bulundu: “Bugünden sonra senin anan budur, öp elini evladım.” dedi. Kadınefendiye de oğulluğunu öptürdü. Perestu, Abdülhamid’i öz evladı gibi bağrına bastı, gönlündeki annelik kasrını sonuna kadar açtı. Annesinin yokluğunu hiç fark ettirmedi. Abdülhamid de onu, öz annesi gibi sevdi, saydı, baş tacı etti. Osmanlı’nın 35. padişahı Sultan V. Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844’de doğdu. Validesi, Sultan Abdülmecid’in Çerkez ya da Boşnak kökenli eşlerinden, 1826 doğumlu Gülcemal Kadınefendi idi. Güzeller güzeli bir surete sahip olduğundan Osmanlı Sarayında kendisine bu isim takılmıştı. Abdülmecid Han’ı da güzelliğiyle büyülemiş ve 1840’de ona zevce olmuştu. O kadar ki, hastalığı sırasında kendisini, eşi Sultan Abdülmecid’in izni ve nezareti ile muayene eden Alman Doktor Spitser, şunu demekten kendini alıkoyamamıştı: “Yüzüne örtülü şalı kendi açtı. İşte o zaman karşımda öyle bir güzel kadın başı göründü ki, ömrümde böylesini görmedim.” Gülcemal Kadın, Şehzade Mehmed Reşad’ın yanı sıra dört hanım sultan doğurdu. Genç yaşta üst üste beş evlat dünyaya getirmek, narin bedenini hepten zayıflattı ve devrin ölümcül hastalığı vereme, maalesef o da tutuldu. Mehmed Reşad, annesinin hastalığı sırasında Yıldız Korusundan kuş avlar ve bizzat elleriyle annesine yedirmekten büyük haz duyardı. Annesinin iyileşmesi için minik bir kuş gibi çırpındı durdu. Fakat gösterilen alaka, ikram ve ihtimam, annesini hayatta tutmaya yetmedi. Ölümcül hastalık pek çok padişah, şehzade, valide ve hanım sultan gibi onun da ruhunu teslim aldı. 16 Kasım 1851’de Feriye Sarayı’ndan bâkî âleme kanat çırptı. Vefatı, başta Padişah Abdülmecid ve Şehzade Mehmed Reşad olmak üzere saray halkını derinden sarstı, onulmaz hicranlara gark etti. Annesinin erken yaşta dünyadan ayrılmasıyla Mehmed Reşad da tıpkı kardeşi Abdülhamid gibi öksüz kaldı. Henüz 7 yaşındaydı. Bir anneye en çok ihtiyaç duyduğu zamanları yaşıyordu. Bu yüzden çocukluğu, anne hasretiyle geçti; hiçbir şey onun yokluğunu dolduramadı. Annelik ihtiyacı dışında rüşte erinceye kadar bakımı ve terbiyesiyle, babasının baş kadını Servet-seza ve saray görevlileri alakadar oldu. Zevkli oyun ve uğraşlarla kendini meşgul ederek annesizliğin acısını hafifletmeye çabaladı. Osmanlı’nın son ve 36. padişahı Sultan VI. Mehmed Vahdeddin, 2 Kasım 1844’de doğdu. Annesi, 1830 doğumlu Abaza kökenli Gülistu Kadınefendi’ydi. Abhazya’nın son dönem hükümdar ailesindendi. Haremde özel bir terbiye ve eğitimden geçirildikten sonra 1854 yılında Sultan Abdülmecid’le evlendirildi. Düğünden bir yıl sonra ikiz Zekiye ve Fehime Sultanları, 1856’da Mediha Sultan’ı ve nihayet 1861’de de Mehmed Vahdeddin’i dünyaya getirdi. Şehzade Vahdeddin, Abdülmecid Han’ın en son çocuğuydu. Saray nedimesi Leyla Açba’nın zikrettiğine göre Gülistu, uzun boylu, ela gözlü, kumral saçlı, beyaz tenli, güzel bir kadındı. Lakin çok hassas ve narin yapılıydı. Hayatının önemli bir kısmı hastalıklarla geçti. 1861 veya 1865’de veremden ya da koleradan öldü. Şehzade Vahdeddin, doğumundan yaklaşık 5 ay sonra babasını; bir yaşındayken de annesini kaybetti. Kızı Sabiha Sultan’a ve Leyla Açba’ya göre ise, annesi vefat ettiğinde dört yaşındaydı. Sonuçta Vahdeddin de, kardeşleri II. Abdülhamid ve V. Mehmed Reşad gibi küçük yaşlarda hem öksüz, hem yetim kalmıştı. Ancak kardeşlerinden bir farkı vardı; babasını ve annesini onlardan daha küçük yaşta yitirmişti. Dolayısıyla her iki duyguyu ve acıyı da onlardan daha fazla tatmıştı. Kendisini, babasının beşinci ikbali Şayeste Kadın ve bakıcılar büyüttü. 4 Temmuz 1918’de tahta çıktıktan sonra annesi Gülistu Kadınefendi’ye karşı vefa borcunu ödemek için harekete geçti. Cülusunu takip eden birkaç gün içinde annesinin Fatih Camii’ndeki türbesini ziyaret ederek evlatlık vazifesini eda etti. Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuat (Türkgeldi) Efendi, hatıralarında bundan şu şekilde bahsetmiştir: “Sultan Vahdeddin birkaç gün sonra bana ‘Geçen gün Fatih ile büyük pederi ziyaret etmiştik; bugün de İstanbul’a geçelim de Yavuz ile pederi ve vâlideyi ziyaret edelim.’ dedi... Fatih civarında validesi Gülsitu (Gülistu) Hanım ile büyük vâlidesi Nakş-ı Dil Vâlide Sultan’ın kabirlerini ziyaret etti ve her birinin ser-i kabrinde (kabri başında) hatm-i şerif kıraat ettirdi.” Kaynakça: Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul, 1986, s. 13-14, 15-16, 20-22; Leyla Açba, Bir Çerkez Prensesinin Harem Hatıraları, İstanbul, 2010, s. 21, 378-381; Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1987, s. 147; Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara, 1992, s. 204-205, 209-210, 215, 216; Yılmaz Öztuna, II. Abdülhamid: Zamanı ve Şahsiyeti, İstanbul, 2013, s. 8-9; Harun Açba, Kadın Efendiler (1839-1924), İstanbul, 2007, s. 22, 31-32, 36-38, 42-44.
İsmail ÇOLAK
YazarSekiz yüz elli sene evvel geldin dünyaya Sühreverdi'den ilim tahsil eyleyip durdun Doksan üç yıl dalmıştın ömür denen rüyaya Tasavvuf ahlâkını hasıl eyleyip durdun Hakikat çeşmesinin oluğu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
“Ebü’l-Ceyş el-Endülüsî” şeklinde tanınan “Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ensârî el-Endülüsî” 459/1065’te vefat etmiş bir müelliftir. Onun “el-Arûzu’l-Endülüsî” adlı eseri klasik dönem ilim adam...
Yazar: Fatih ÇINAR
Üst üste 15 defa dünya şampiyonu olmuş Türk güreşçisidir. Türk güreş tarihinin en iri ve heybetli güreşçisi olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti zamanında yaşamıştır. Asıl ismi, Ali Nurullah ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Hadis "Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya da sussun.” [1] Somuncu Baba Diyor ki: "Söz, konuşan kişinin sıfatıdır. Kıdem sıfatlarıyla (hayat bulan) hudûs sıfatla...
Yazar: Enbiya YILDIRIM