TUNA'NIN HASRETİ
"Tuna her Türk'ün kalbinde kökleşmiş¸ gürbüzleşmiş¸ bizi asırlardır madden ve manen besleyen ruhumuzla mayalanmış¸ benliğimiz ile sevdalanmış bir bütündür. Çınar ve söğütlerinin nazlı bir gelin¸ gelincik¸ papatya gibi sallanışının¸ sularında oynaşan yayın ve sazanların¸ bendini yıkan selinin ve dalgalarının ihtişamından açılan¸ sönen ve kapanan bir devrin sembolik izleri görülür. Kıyı¸ köprü ve yollarında tarih olmuş devirlerin menkıbeleri duyulur¸ hikâyeleri okunur." Sadece canlı olan insan mıdır? Cansızların bile bir ağzı¸ dili¸ bir gönlü olduğuna göre sular ve nehirler de her zaman canlıdır. Aslında her damlası (katresi) gözyaşı olan¸ bir an önce Sevgili'ye (Yaradan'a) kavuşmanın heyecanı ve aceleciliği içinde başını taştan taşa vuran nehirler; kimi yerde durgun¸ kimi yerde kızgın bir küheylan gibi¸ ezelden ebede doğru durmadan akarlar. Hiçbir millet bizim gibi deniz ve nehirler ile haşir neşir olmadı. Medeniyetlerini ağaç ve su üzerinde kurmadı. Onların koynunda yatıp her damlasını zemzem gibi kana kana içmedi¸ gönlünden¸ dilinden anlamadı. Seccadesini üzerine serip namaza durmadı. Onunla birlikte sevinip¸ hüzünlenip ağlamadı. Kıtalardan kıtalara koştuk¸ onlarla birlikte doğduk¸ yürüdük¸ çağladık. Et ve kemik gibi kaynaştık. Türklüğün ve İslâm'ın kılıcı ve kalemi olduk. Nehirler de insanlara benzer. Bahtlısı vardır¸ bahtsızı vardır. Bazıları ise insanlar gibi garip¸ kimsesiz ve öksüz doğmuşlardır. Bunlar vatanlarından ayrı düşünlerdir. Asya kadar büyük¸ bayrak şairimiz Arif Nihat Asya hocamızın diliyle: "Bizden doğup da bize dökülmeyen"¸ bizi istemeyerek terk eden Fırat¸ Dicle ve Aras gibi. Beş bin yıllık muhteşem bir maziye sahip Türk Milleti'nin dilinden ve gönlünden düşürmediği nehirlerimizin başında içeride kan gibi damarlarımızda akan¸ makûs talihimizin döndüğü Sakarya gelir. Sonra bizi hazin hazin terk eden Fırat ve Dicle... Gönül gözlü Veysel'imizin diliyle; "Zara Dağları'nda toplaşan¸ Sivas'ı¸ Kayseri'yi¸ Nevşehir'i¸ Ankara'yı dolaşan¸ Yeşilırmak ve Sakarya ile koklaşan" Yunus'umuzun aşkı ile çağlayıp coşan Kızılırmak... Dışarıda Osmanlı'nın zaferini doya doya tadamayıp¸ için için ağlayan Prut. Türk'ün haşmeti ile doğrulan Yayık (Ural)¸ İdil (Volga)¸ Selenga ile Kürşad'ın bağrında uçurduğu Vey¸ yine Kürşad'ın narası ile Tanrı Dağı'ndan inip¸ ruhumuzu kandırıp gözümüzü açtığımız¸ kanatlanıp uçtuğumuz¸ Türk'ün damgasını vurduğumuz ilk nehir; Göktürk Kitabeleri'nin tapusu ve kapısı olan Orhun. Ve Türk'ün asırlarca koynunda yattığı Tuna gelir. Yahya Kemal: "Türk'ün gönlünde dağ varsa Balkandır¸ nehir varsa Tunadır." derken¸ Doğu'da Ötüken¸ Orhun¸ Tanrı ve Altay Dağları¸ Batı'da Balkanlar¸ Tuna ikiz kardeştirler. Birisi Doğu¸ diğeri Batı Türklüğünün mihenk taşlarıdırlar. Nehirlerin gönlünden ve dilinden en çok anlayanlar çelik bilekli¸ mangal yürekli yiğitler yanında şair ve yazarlardır. Onların nesir ve manzumelerinde başka bir renge bürünürler; adeta canlanıp¸ dillenip¸ sizlerle tatlı tatlı konuşurlar ve bu halleriyle daha da güzelleşirler. Türk'ün tarihi ile yaşıt olan ve hatta onları da geçen Tuna'nın gönlümüzde apayrı yeri vardır. Tuna¸ Türk'ün Avrupa'daki tarihe damgasını asırlarca vuran mührü¸ remzi ve mirasıdır. Koca (pir yüzlü) tarih¸ Tuna'nın o masmavi deryayı andıran sularında yıkanır¸ dinlenir¸ şahlanır¸ sükût eder; yüreğimizde bir hüzün¸ gözlerimizde bir yaş olarak ayrı bir kişilik kazanır. Tuna her Türk'ün kalbinde kökleşmiş¸ gürbüzleşmiş¸ bizi asırlardır madden ve manen besleyen ruhumuzla mayalanmış¸ benliğimiz ile sevdalanmış bir bütündür. Çınar ve söğütlerinin nazlı bir gelin¸ gelincik¸ papatya gibi sallanışının¸ sularında oynaşan yayın ve sazanların¸ bendini yıkan selinin ve dalgalarının ihtişamından açılan¸ sönen ve kapanan bir devrin sembolik izleri görülür. Kıyı¸ köprü ve yollarında tarih olmuş devirlerin menkıbeleri duyulur¸ hikâyeleri okunur. Nehirlerden yalnız su akmaz; haşmet akar¸ fazilet akar¸ sevgi¸ hasret akar. Tuna'dan (altı asırdır) akan ise insandır¸ tarihtir. Tuna'dan Türk'ü alınız¸ geriye bir şey kalmaz¸ Tuna kupkurudur. Küheylanlar sırtında Bora (Gazi Giray) olup esen¸ aslan olup kükreyen¸ kıtalara otağ kuran nice sultan ve cengâverlerimiz; suyundan içmiş¸ yıkanmış¸ abdest alıp huşu için namazını kılmıştır. Hele hele bir akıncı ömrü hayatında Tuna boyuna gitmez¸ atına Tuna suyu içirmez ve Tuna'nın suyu ile yıkanmaz ise ona gerçek akıncı demezlermiş. Tuna'nın gümüş raksında¸ mehtapla yıkanan bedeninde Türk'ün türküleri¸ hasretlikleri¸ kahramanlıkları duyulur. Tuna; Mohaç'ta¸ Niğbolu'da varak¸ Estergon'da subaşı duraktır. Zaferlerimizle coşan¸ Yüce Yaradan'ına koşan Tuna; Plevne'nin yarası¸ Viyana'nın yası¸ hezimeti ile karalar bağlar. Osmanlı'nın buradan¸ buralardan çekilmesiyle garip ve kimsesiz kalan nazlı Tuna; yalıları¸ kıyıları¸ çınarları¸ salkım söğütleri¸ üzerinde raks eden kuşlarıyla yıllarca ağlamış¸ sararıp solmuş¸ garip ve yalnızlığını mısralara dökmüştür: Tuna boylarında sıra selviler¸ Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış. Gül bahçesinde baykuşlar öter¸ Şu viranelik eski bağlarmış. Söğüt dallarında hasta serçeler¸ Eski akın destanını heceler. Tuna ağlıyormuş bazı geceler¸ Göğsünde kefensiz şehitler varmış. Mehmet Fuat Köprülü 1877-1878 Osmanlı-Rus¸ 1912 Balkan Savaşları¸ sonrası Tuna tamamıyla yetim kalır. Bulgar ve Moskof'un hançeriyle can evinden vurulup dağlanarak Ahmetlerin¸ Mehmetlerin¸ Ayşe ve Fatmaların oluk gibi akan kanları Tuna'yı kızıla boyar. Bu duruma için için ağlayan Tuna; bundan sonra Yorgolara¸ İvanlara bir türlü alışamaz¸ konuşamaz. Şair Ahmet Peşken Tuna'nın hicranını¸ gerginliğini¸ yalnızlığını paylaşırken kurumamasını¸ metin olmasını¸ esir edilemeyeceğini hiçbir kuvvetin kendisini ezemeyeceğini söyler. Türk'ün kanıyla kıpkırmızı ve bulanık akan mahzun Tuna'yı mısralarıyla teselli edip gözyaşlarını kalbine akıtır: Tuna yurdunda garip¸ çırpınıyor boş yere İvan' a alışmamış¸ hasret Ahmetlere. Matemin yeri bugün¸ yaş dök¸ ağlayan Tuna¸ Bir gün gülersin elbet¸ şimdi ağlayan Tuna. Tuna kızıl akıyor¸ Türk kanıyla karışmış¸ Soydaşının derdiyle ağlamaya alışmış. Tuna biz bir kardeşiz¸ benim de mayam sudur¸ Sana kurumak ölüm¸ bana ölüm uykudur. Kurumuş kaynakların¸ nazar değmemiş suyuna¸ Esir yaşamaktansa¸ hür ol kahraman Tuna. Bilirim baş koymuşsun¸ hak davanın uğruna¸ Seni seller tutamaz¸ baskı ezemez Tuna. Şanlı tarihimizin altın sayfaları arasında Vey¸ Orhun¸ Selenga gibi şiirleşen¸ güzelleşip ulvileşen Tuna¸ sen asırlardır tarihimiz¸ edebiyatımız musîkimiz¸ menkıbelerimiz¸ örf ve âdetlerimizle ruhumuzda yaşıyor¸ damarlarımızda dolaşıyor¸ akıyorsun. Hasretini ve hasretimizi kardeşlerin olan Sakarya¸ Kızılırmak¸ Yeşilırmak¸ Fırat¸ Murat¸ Dicle'ye bakarak gideriyoruz. Başı dumanlı¸ gönlü yaralı Tuna'm¸ sakın kuruma. Sen gönlümüzde ve ruhumuzda "Tarihleşen ve Türkleşen" bir sevdasın¸ kıyamete kadar da öyle kalacaksın. Sen gözyaşlarını Karadeniz'e döküp birazcık olsun ferahlarken¸ bizlerse beyaz kâğıda dökerken boğuluyoruz.
Muammer YILMAZ
YazarŞerefimiz, şanımız var Biz ne büyük bir milletiz Al bayrakta kanımız var Biz ne büyük bir milletiz Üç kıtada at koşturduk Akarsuları coşturduk Dağlar, tepeler aştırdık B...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Türk’e şeref, dünyaya/cihana ise yüzlerce medeni eser veren bir sanatkâr, olarak tarihe damgasını vuran (geçen) Mimar Sinan, 1490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya geldi. Çocukluğu ve gençli...
Yazar: Muammer YILMAZ
Okumayı, araştırmayı bir külfet olarak gören insanımız, hâlâ Kur’an mucizesindeki şifayı alamamış ve tadamamıştır. Sandıklarda en nadide kumaşların içinde veya kitapsız kütüphane raflarının üstünde du...
Yazar: Muammer YILMAZ
Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine oturmadan usta bir marangoz olunmayacağı gibi bir kimsenin alanında uzman bir hocan...
Yazar: Fatih ÇINAR