TEVHİDE GEL TEVHİDE
Hemen bütün çağlarda insanlığın en önemli meselesi savaşlar ve kavgalar olmuştur. Hayatları çekilmez hale getiren bu kadim problemin temelinde ise “ayrılık”, “gayrılık” fikri yatmaktadır. Kendisini başka insanlardan ayrı ve üstün düşünmek, kendi dışındakini öteki olarak görmek ise; sonuçta “öteki” üzerinde tahakküm duygusunu uyandırmaktadır insanda… Yüreğinde böyle bir olumsuzluğa yer veren insan, artık iflah olmaz bir bencilliğin esareti altına girmekte, dünyayı ve onun imkânlarını sadece kendi için kullanmak istemektedir. Bunun sonucu ise kavga ve savaş olmaktadır. Bir barış ve esenlik dini olan İslâm, insanı bu durumdan uzak tutmak için sürekli olarak onu bu olumsuz duruma, nefsin bu aşırı ihtirasına karşı uyarmaktadır. Bu uyarının temelinde kardeşlik fikri yatmakta ve bu duygunun yaygınlaşmasını nerdeyse hayatın tek hedefi olarak görmektedir. Tevhid olarak isimlendirilen anlayış, işte bu birlik ve kardeşlik anlayışının bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Tevhid anlayışının elbette akidevî, tasavvufî bir anlamı vardır. Ama bir hayat dini olan İslâm, ‘tevhid’e aynı zamanda “sosyal” bir fonksiyon da yüklemektedir. Bu çerçevede konuya bakıldığında esas olanın yeryüzünü bir barış ve esenlik yurdu haline getirmek olduğu görülecektir. İnsanlar, ancak böyle bir coğrafyada emniyet içinde yaşayabilir, kulluk görevlerini şuurlu bir hareke dönüştürebilirler. O zaman sen, ben, öteki fikri ortadan kalkar; biz anlayışı hâkim olur ve böylece sosyal birlik gerçekleşir. Birlik meselesi önemlidir ama bu nasıl gerçekleşecektir? İnsanlar, bu amaçla siyasî bir fikri, bir ideolojiyi vb. çözüm için önermektedir. Fakat bu anlayışların insanlar arasında ideal manada birliği sağlayamadığı/sağlayamayacağı ortadadır. Çünkü insan zihninin üretimi olan ve vahyi bir referans noktası olmayan bu anlayışlar, özlerinde bir birlik fikrini taşımazlar. İşte İslam, bu yapay birlik projelerinin yerine kalıcı bir fikir olarak ilâhî referanslı ‘tevhid’i teklif etmektedir. Yazımızın başına aldığımız, ünlü mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdâyî’nin “Buyruğun tut Rahman’ın” şiirini de işte bu anlayışla okumak gerekir. Bu şiir, eğer özetle söylemek gerekirse baştan sona tevhid fikri etrafında söylenmiş bir metindir ve bu özelliğiyle, okuyana bu anlamda bir yol haritası göstermektedir. Şimdi, şiirin ilk dörtlüğüne bakalım ve söylenenleri yorumlamaya çalışalım: Buyruğun tut Rahmân’ın Tevhîde gel tevhîde Tâzelensin imânın Tevhîde gel tevhîde Şaire göre ‘tevhid’in ilk şartı Rahman’ın buyruğunu tutmaktır. Zira bu ilk şart, imanı tazeler, kişiye yaradılışta verdiği “Evet, sen bizim Rabb’imizsin.” sözünü hatırlatır. Hatırlamak ise, bilinçteki uyanışın ilk adımıdır. Hüdâyî Hazretleri, insana bu çağrıyı yaparken bunun nasıl gerçekleşebileceği konusuna da açıklık getirmektedir. Yaban yerlere bakma Canın odlara yakma Her gördüğüne akma Tevhîde gel tevhîde Buna göre kişi, “yaban yerlere” bakmayacak, merkezde hep Allah olacaktır. Çünkü “Bir”i bilmeyen, “Bir”e bakmayan kesrete düşer ve vahdetten uzaklaşır. Onun “Her gördüğüne akma” söyleyişini böyle anlamak gerekir. Bunun için kişi “masiva”ya gözünü kapatmalı, her şeyi Hakk’tan beklemeli ve O’nda görmelidir. Burada kişinin kendini kesret tuzaklarına düşürecek dış etkilere gözünü kapatmasının, içine dönmesinin söylenmesi son derece dikkat çekicidir. Zira mesele gönülde olup bitmektedir. İşte dikkatini içine, gönlüne çeviren kişinin bu teslimiyetle gönlündeki gamlar gider, yürek birlik hissini duyumsama, yaşama imkânı bulur. Farklılıklar içindeki özü, ahengi görebilir. Onun: Mâsivâdan gözün yum Ne umarsan Hakk’tan um Gitsin gönülden hümûm Tevhîde gel tevhîde mısralarını bu manada anlamak gerekir. Yine; onun: Zâhirde kalan kişi Güç etme âsnâ işi Gider gayrı teşvîş Tevhîde gel tevhîde mısraları da aynı anlam bağı içerisinde okunmalıdır. Çünkü zahire yani dışa dönük ilgilere takılıp kalan kişi, gönüle yolculuğunu zorlaştırmış olur. İnsanı ‘tevhid’den uzak kılacak şey ise, ‘şirk’e düşmektir. Çünkü şirk, birliğin zıddıdır. Bundan uzak kalmayı başaran insan için en büyük ödül ise Yaradan’ı ve yaratılmışları sevme fikrine ulaşmasıdır. Şirki baştan savursun Hak bilmeğe iversin Yaradan’ı seversin Tevhîde gel tevhîde diyen şairin, insanı Yaradan’ı sevmeye çağırması onu başta şirk olmak üzere kişiyi Hakk’tan uzak kılacak her şeye karşı bir ikaz niteliğindedir. Yaradan’ı seven, sadece kalbi bir tatmin duygusuyla mutlu olmayacak, her şeye bu sevgi penceresinden bakacaktır. Bunun kazanımları ise bereket doludur. Her şeyden önce böylesi bir bakış, kişiyi zahirden batına yani hakikat olana yöneltir. Zahirde kalan ise hakikatin nimetlerine uzak kalır. Böylece işi zorlaşır. Egosunun buyruklarına itaat eder. Bu durum tam bir gaflet halidir. Gaflet, fanililiği ebedilik sanmaktır. İşte dünyadaki bütün kavgaların temelinde yatan aslında bu yanılgıdır. Kendini merkeze koyan insan tevhidi anlayıştan uzaklaşacağı için dünya nizamını, dirliğini ilâhî referanslı olarak değil nefsaniyete göre tesis edebileceği zannına düşer. Ama ne birliği ne dirliği gerçekleştiremez. Şair, bu konuda bizi uyarır: Sen seni ne sanırsın Fâniye tapınırsın Uş bir gün uyanırsın Tevhîde gel tevhîde Burada özellikle “faniye tapınmak” sözüne dikkat edilmelidir. Burada “fani” olandan kasıt, mal, mülk, makam, kısacası kişiyi kendi tutsaklık alanına çekebilecek olan dünyevi her şeydir. Bu durumda yapılacak olan ise şudur: Gafletten uzaklaşmak, kendimizin yaratmadığı bir dünyanın düzenini, nefsaniyete göre değil, Yaradan’ın çizdiği yol haritasına göre sağlamaya çalışmak olmalıdır. Şair, bunu şu dörtlüklerde çok açık biçimde izaha kavuşturur: Emri yerine yetir Erkenden işin bitir Sıdk ile imân getir Tevhîde gel tevhîde Emri yerine getirmek, Allah’ın bizim yapmamızın istediği her şeyi içtenlikle yapmaktır. Yolda yolcu olan, kendine çizilen güzergahta maksuda erişebilmek için bütün yol ver yolculuk şartlarını sıdk yani doğruluk ve samimiyetle yerine getirmelidir. Şairin: Uyanı gör gafletten Geç bu fâni lezzetten İç Kevser-i vahdetten Tevhîde gel tevhîde demesini de bu bağlam içinde düşündüğümüzde yapılması gereken çok net olarak ortaya çıkar. Bütün mesele, gaflet halini idrak ve uyanıklık haline çevirmektir. Bunu yapabilen kişiye mükafat olarak sunulan ise “vahdet kevseri”dir. Bu, muhlis bir iman, sadece Allah’a yönelmiş muhabbettir. Aslında bu söyleyişler meselenin izahı için yeterlidir. Çünkü hakikat fikri derindir ama karmaşık değil son derece yalındır. Bütün mesele aynanın saf olmasıdır. O zaman bütün hakikatler aynada yani gönülde olduğu gibi tecelli eder. Şiirin son dörtlüğü ise, gönlünü saflaştırıp “vahdet kevseri” içenlerin, böyle bir nimete nail olanların manevi neşe hallerini ifade etmektedir. Hüdâyî’yigûş eyle Şevke gelip cûş eyle Bu gûşdannûş eyle Tevhîde gel tevhîde Çünkü muhabbet, neşe verir. Kişiyi coşkunluk haline sevk eder. Bu halin gerçekleşmesi için, şair; kendisini dinlememizi söylüyor. Eğer kişi, bir yol önderinin kaynağı ilâhî olan bu uyarıcı sözlerini dinler ve gereğini yaparsa işte bu coşkunluk denizinde zevk halini idrak edecektir. Bunun en özlü ifadesi ise şiir boyuna tekrar eden “Tevhîde gel tevhîde” söyleyişidir. Tevhid, yani benlikten geçip hakikate teslimiyet, kulluk; önce Yaradan’ı sevmek, sonra cümle yaradılmışlara aynı gözle bakmaktır. Bir’i bilen birlik fikrine ulaşmakta ve bu fikri hayata geçirmekte zorlanmayacaktır. Bütün tasavvuf metinleri gibi bu şiiri de kendi anlam dünyası içinde okuduğumuzda söylenilenlerin belli bir zaman, mekân, kişi kaydı olmadan bütün zamanlara, mekânlara ve insanlara hitap eden sözler olduğu görülecektir. Bir taraftan Hz. Âdem’le başlayan tevhidi mücadelenin ve buna uygun hayat inşasının geçmişteki tezahürlerini bir taraftan da yaşadığı çağda asıl sorunun ne olduğunu anlama imkânı bulabilecektir. Şunu çok iyi biliyor ve yaşıyoruz: Modern kabul edilen telakkiler, insanı gaflet tuzağına çekerek, dünyevileştirmekte, kendinden, özünden dolayısıyla Yaratıcı’dan uzaklaştırmaktadır. Bu yüzden çağdaş insanın asıl sorunu ne ekonomik, ne siyasi ne de toplumsal sorunlardır. Asıl sorun tevhid (birlik) bilgi ve şuurunda uzak kalmaktır. Tasavvufu bu yüzden yeniden keşfetmek, üzerinde çok farklı açılardan hareket ederek yeniden düşünmek sadece ferdi değil aynı zamanda bir insanlık sorunudur. Hiçbir felsefî görüş, tevhidi bir anlam taşımadığı için insanın asli sorunlarına çözüm olamamaktadır. Oysa tasavvuf, insanı yaratılış eksenli ve hakikat bağlamlı ele aldığı için insanlar için gerçek bir hayat projesi ve yaşama pratiğidir. Bunu böyle bilmek, bir olanla birlikte olmak, bu birlik şuuruyla hayata, tabiata, eşyaya, dünyaya ve ahirete bakmak hepimize yeni idrak kapıları açacaktır.
Mustafa ÖZÇELİK
Yazar“Dem bu demdir bu demi hoş göre-gör ey ârif” FUZULİ Zaman; dün (geçmiş), bugün (an, şimdi) ve yarın (gelecek) olmak üzere üç boyutludur. İnsan yaratılış, hayat, ölüm, ahiret algısına göre bu üç ...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Yûsuf el-Hemedânî (k.s.), Türk dünya- sının İslâmlaşmasını ve Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Yesevîlik ile Nakşîliğin kolbaşıdı...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî, XVI. asrın ikinci yarısıyla XVII. asrın başlarında yaşamıştır. İlk dönem kaynaklarında “Üsküdarî Seyyid Mahmûd-ı Efendi” diye anılmıştır. Şiirlerinde ku...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kalp ama daha yaygın kullanılışı ile gönül, bir mutasavvıf şairin dünyasında çok özge, çok özel bir yer tutar. Bilir ve görür ki insan et, kemik ve kandan değil gönülden ibarettir. Yahut kısaca söylem...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK