TEVEKKÜLÜN ANLAMI ÜZERİNE
"Kur'an'ın açık ifadesiyle herkes dünya ve ahrette kendi çalışmasının karşılığını görecektir. Bununla birlikte hiç kimse¸ Allah'a rağmen sonucu istediği gibi belirleme imkânına sahip değildir. Her bireyin bütün imkânları ve hareketleri Allah tarafından bilinmekte ve kontrol edilmektedir. Herkes kendisine verilen bu imkânı kullanıp kullanmama hususunda hür bırakılmıştır."
Tevekkül¸ en genel ifadeyle¸ "Allah'a güvenmek¸ işlerin (sonucunu) O'na havale etmek"[1] anlamına gelir. Zünnûn el-Mısrî (öl. 245/858) tevekkülü¸ "(Allah'tan başka) bütün ilahları terk edip (sonucu da) sebeplerden (ümit etmeyi) kesmektir." şeklinde tanımlar.[2] Seyyid Şerif el-Cürcânî de tevekkülün¸ kısaca "Allah'tan (gelecek olana) bel bağlayıp insanların ellerinde olandan ümidi kesmek" anlamına geldiğini söyler.[3]
Tanımları verirken parantez içi ifadeler kullanma ihtiyacı hissettik. Çünkü bazı tanımlar ya da ifadeler¸ dile getirildikleri doğal ortamlarından bağımsız olarak ele alındıklarında¸ çoğu kez yanlış anlaşılabilmektedirler. Gerçekten de tevekkül¸ yanlış anlaşılmaya en müsait kavramlardan bir tanesidir. Nitekim onun üzerinde ashâb-ı kirâm döneminden itibaren ihtilaf edildiği gözükmektedir. Hz. Peygamber'in¸ "Deveni bağla¸ ondan sonra tevekkül et."[4] uyarısı¸ onun yanlış anlaşılmaya müsait olduğuna dair en açık göstergelerden birisidir. Hz. Ömer ile Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (r.a) arasında geçen bir tartışmaya baktığımızda¸ Hz. Peygamber'in bu uyarısının ne kadar yerinde olduğu görülecektir. Bir keresinde Hz. Ömer¸ ordusuyla birlikte Şam yolu üzerinde iken Ebû Ubeyde b. El-Cerrâh'tan orada vebâ salgını olduğu haberini alınca¸ ordusuna hemen Medine'ye geri dönme emrini verir. Bunun üzerine Hz. Ebû Ubeyde¸ Hz. Ömer'e¸ "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye itiraz eder. Hz. Ömer de onun bu itirazına karşılık¸ "Evet Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine kaçıyoruz." diyerek kararlı olduğunu gösterir. Bu esnada tartışmaya tanıklık eden Abdurrahman b. Avf (r.a)¸ Hz. Peygamber'in vebâ salgınıyla ilgili bir uyarısını hatırlatarak Hz. Ömer'in ne kadar doğru bir tevekkül anlayışına sahip olduğunu gösterdi. Bu uyarısında Hz. Peygamber¸ "Bir yerde vebâ salgını olduğunu duyarsanız¸ sakın oraya gitmeyin¸ eğer sizin bulunduğunuz yerde vebâ salgını çıkarsa¸ sakın kaçmak için oradan ayrılmayınız." demekteydi.[5]
Bu hadiseden anlaşıldığı üzere¸ Hz. Ebû Ubeyde¸ kaderden kaçmanın mümkün olmadığını düşündüğü için¸ "sebepleri ve farklı alternatifleri dikkate almadan her durumda Allah'a güvenmek gerektiği" şeklinde bir tevekkül anlayışına sahipti. Hâlbuki Hz. Ömer¸ sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi dikkate alarak farklı alternatiflere yönelmenin de kaderin bir parçası olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden o¸ söz konusu tartışma esnasında Hz. Ebû Ubeyde'ye¸ biri çorak¸ diğeri yeşillik olan iki yamaca sahip bir vadi örneğini vermişti. Ona¸ deve sahibinin önünde iki seçenek bulunduğunu¸ onun bunlardan hangisini seçerse seçsin hepsinin kader içerisinde yer aldığını anlatmaya çalışmıştı.
Yukarıdaki örnek¸ bize tevekkül anlayışı ile kader anlayışı arasında sıkı bir bağlantı olduğunu göstermektedir. Bu bağlantının en çarpıcı örneklerinden birisini de Gazâlî'nin (1058/1111) tevekküle dair yaklaşımında görmekteyiz. O¸ İhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı eserinde ele aldığı tevekkül bahsinin sonunda şunları söyler: "İyilik ve kötülük takdir edilmiştir. Olayların ilâhî iradenin onları öngörmesiyle gerçekleşen takdirinden sonra meydana gelmeleri ise zorunludur. Hiç kimse O'nun hükmünü geri çeviremez¸ emrine ve takdirine karşı duramaz. Bilakis¸ küçük ve büyük her şey yazılıdır¸ bunların meydana gelişi ise bilinen ve beklenen bir ölçüye göredir. Sana isabet edecek bir şeyin¸ isabet etmemesi¸ isabet etmeyecek bir şeyin de isabet etmesi mümkün değildir."[6]
Bu paragraftan açıkça anlaşıldığı üzere Gazâlî¸ Allah tarafından bütün yönleriyle takdir edilmiş ilahî bir düzenin işlediğini¸ bu yüzden insanın hiçbir endişeye kapılmadan Allah'a güvenmesi gerektiğini savunur. Bu bağlamda onun amacı¸ Allah'a tevekkül etmeyi sağlam bir zemine oturtarak okuyucularını şüphe ve tereddütten uzaklaştırmak ve onların Allah'a olan bağlılıklarını pekiştirmektir. Kısacası¸ ona göre kadere iman eden herkes¸ her hâlükarda Allah'a güvenmek mecburiyetindedir. Ancak burada kaderi¸ Hz. Ebû Ubeyde gibi değil¸ Hz. Ömer gibi anlamanın Kur'an'ın ve sahih sünnetin ruhuna daha uygun olduğu unutulmamalıdır. Gazâlî'nin ileri sürdüğü bu yaklaşımın¸ tasavvuf yolunun önde gelenlerinin ortak bir dili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Abdülkâdir Geylânî (ö. 562/1166) tevekküle dair makamlardan söz ederken benzer şekilde şunları söylemektedir: "Seni Allah'ın lütfundan ve O'nun nimetleriyle başlamaktan alıkoyan; halka¸ sebeplere¸ sanatlara ve kesbe dayanmaktan başka bir şey değildir".[7] Bu yüzden Geylânî¸ Allah'ı bırakıp da her şeyi halktan ümit edenlerin¸ halkı Allah'a şirk koştuklarını söyler. O bu konuda o kadar hassastır ki¸ insan yukarıda zikredilen halinden tevbe edip kendi elinin kazandığıyla yetinmeye çalıştığı takdirde bile¸ Allah'ın lütfunu unuttuğu sürece şirk içindedir. Hatta bu¸ ona göre¸ birinciye nispetle daha tehlikeli olan gizli bir şirktir.[8]
Bu söylemlerin hiçbirisinde amaç¸ insanların çalışmayı ve helal kazanç uğruna kendilerini yormayı bırakmalarını sağlamak değildir. Tam aksine¸ insanları bütün ümitlerini kendi gayretlerine bağlayıp Allah'ın lütfunu unutmaktan alıkoymaktır. İnsan elde ettiği her hayrın yalnızca kendi aklının ve hünerlerinin bir sonucu olduğunu düşünmeye başladığında¸ merhamet¸ şefkat ve yardım gibi duyguları körelmeye başlayacak¸ daha da kötüsü belli bir güce ulaştıktan sonra azgınlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir. Hâlbuki ona verilen akıl¸ hüner¸ sağlık ve afiyet¸ onun başarısına katkıda bulunan birer ilâhî lütuftur. Dünyadaki imtihanın gereği¸ insanlardan bir kısmı bu nimetlerin fazlasına¸ bir kısmı da çok azına sahiptir. Elbette bu nimetlerden ister azına ister çoğuna sahip olsun¸ herkes kendi imkânları ölçüsünde meşru şekilde çalışmak mecburiyetindedir. Kur'an'ın açık ifadesiyle herkes dünya ve âhirette kendi çalışmasının karşılığını görecektir.[9] Bununla birlikte hiç kimse¸ Allah'a rağmen sonucu istediği gibi belirleme imkânına sahip değildir. Her bireyin bütün imkânları ve hareketleri Allah tarafından bilinmekte ve kontrol edilmektedir. Herkes kendisine verilen bu imkânı kullanıp kullanmama hususunda hür bırakılmıştır. Bu dünyadaki her bir avantaj ve mahrumiyet¸ ahretteki büyük mahkemede¸ insanın niyet ve çabaları ölçüsünde lehine ya da aleyhine olmak üzere âdil bir şekilde değerlendirileceğinden¸ hiç kimse burada olan görünürdeki adaletsizlik ve eşitsizliği kendi sorumsuzluğuna ya da tembelliğine mazeret olarak kullanma hakkına sahip değildir. O halde bu dünya hayatında bize düşen¸ kendi imkânlarımız ölçüsünde iyi niyet besleyip yalnızca Allah'ın rızasını hedefleyerek çalışmaktır. Çünkü bâkî olan âhiret yurdunda¸ zerre miktarı iyilik ya da kötülük işleyen karşılığını görecektir.[10]
Sonuç olarak söylemek gerekirse¸ yakînî imanın açık göstergelerinden birisi olan tevekkül¸ bütün sorumluluklarımızı Allah'a havale edip miskinlik ve ataleti birer fazilet olarak görmek değil¸ tam aksine¸ tüm gücümüzle aklımızı ve bilgeliğimizi kullanmak¸ ama sonuç için bütün yüreğimizle Allah'a güvenerek onun karşısında acziyetimizi ve fakrımızı itiraf etmektir. İşte ahlâkî yükselişinde bu ruh halini yakalayan mü'min¸ her yaptığı işte Rabbini anacak¸ sonuçta bu tutumunun bir karşılığı olarak O'nun¸ işlerini yoluna koyup kendisine sağlık¸ afiyet ve iç huzuru verdiğini gördükçe şükrü ve hamdi daha da artacaktır.
[1] Ebu'l-Berekât en-Nesefî¸ Tefsir¸ İstanbul 1984¸ I¸ 191.
[2] Bkz.¸ A.g.y. "Hal'u'l-erbâb ve kat'u'l-esbâb".
[3] Bkz. Kitâbu't-Ta'rîfât¸ Beyrut 1405 h.¸ 97.
[4] Bkz.¸ Tirmîzî¸ Sünen¸ tahkik: Ahmed Muhammed Şâkir¸ Beyrut tarihsiz (hadis no: 2517) IV¸ 668.
[5] Bu hadisenin tamamı için bkz.¸ Buhârî¸ Sahîh¸ tahkik: Mustafa Dîb el-Beğ⸠Beyrut 1987¸ (hadis no: 5397)¸ V¸ 2163; Müslim¸ Sahîh¸ Beyrut tarihsiz¸ (hadis no: 5915)¸ VII¸ 29.
[6] Bkz.¸ İhyâu Ulûmi'd-Dîn¸ Dâru'l-Hadîs¸ Kahire 1994¸ IV¸ 398.
[7] Bkz.¸ Fütûhu'l-Gayb¸ çeviren; İlyas Aslan¸ Derya Çakır¸ Gelenek Yayıncılık¸ 2007¸ 45.
[8] Bkz.¸ a.g.y.
[9] en-Necm¸ 53/39.
[10] ez-Zilzâl¸ 99/7-9.
Metin ÖZDEMİR
YazarSultan I. Abdülhamid’in yedinci kadınefendisi ve II. Mahmud'un annesidir. Eski hayatı ve Osmanlı Sarayı’ndaki yaşantısı hakkında çok sağlam ve tatmin edici bir bilgi yoktur. Kafkas kökenli olması muht...
Yazar: Zühal ÇOLAK
Yavaşça gözlerini açtı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Son hatırladığı şey zıplarken bir tele takıldığı ve karnının çok acıdığı idi. Ne kadar çabalasa da o telden kurtulamamış bitap düşmüştü. ...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ
15 Temmuz’da köprüye yürüyenler arasındaydık. Bir hafta sonra kızımın düğünü vardı ve biz düğün hazırlıklarıyla uğraşırken, hiç aklımıza gelmezdi böyle bir gecenin yaşanacağı. O akşam çocuklarla Çeng...
Yazar: Raziye SAĞLAM
Kanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK