Tevekkülü Kuşanmak
Tevekkül kelimesi Arapça’da “birine vekâlet verip ona güvenmek” anlamına gelir. Nitekim aynı kökten gelen vekîl ve vekâlet sözcükleri dilimizde çok kullanılmaktadır. İnsan bazen güvendiği birisini kendisini temsil etmesi ve onun adına hareket etmesi için görevlendirir.
Kurbanımızı adımıza kesmesi için birini görevlendirmemiz gibi. Dolayısıyla vekâlette bir îtimat söz konusudur. Tevekkül de insanın Allah’a dayanması, ona olan sonsuz güven ile kalbinin huzur içinde olmasıdır. Başka bir ifadeyle kendisini Allah’a teslim etmesidir. Âkıbet ne olursa olsun, hâle rızâ göstermesi, sitem etmemesidir.
Tevekkül Yan Gelip Yatmak Değildir
Tevekkülde asıl olan insanın öncelikle üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesidir. Çalışıp çabalamadan Allah’tan beklemek tevekkül değildir; bu tembelliktir. İnsan öncelikle üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek “Tâkatim yettiği kadar yaptım.” diyecek, ondan sonra âkıbeti Allah’tan bekleyecek. Dolayısıyla tevekkül çalışma sonrasında devreye giren bir beklentidir. Bir sabır işidir…
İnsanın sebeplerden uzaklaşması Allah’ın sünnetine aykırıdır. Esbâba yapışarak tevekkül etmek ise Allah’ın murâd ettiği şeydir. Bu sebeple bir insan dağ başında ibâdete otursa ve karnını doyurmak için bir çaba içerisine girmeden vefât etse, kendisini öldürmüş hükmündedir.
Nitekim Hz. Ömer boş boş oturan bir grubun yanına varır. “Sizler kimlersiniz?” diye sorar. Onlar da “Bizler mütevekkil kişileriz.” cevabını verirler. Hz. Ömer de onlara şöyle der: “Sizler mütevekkil değil, bilakis müteekkillersiniz (yiyicilersiniz). Mütevekkil olanlar tohumu toprağa atıp ondan sonra Allah’a güvenenlerdir.”
Ormanda yürürken vahşî bir hayvanın saldırısına uğrayan insan, nasıl kaçıp kurtulmaya ve kendisini emin bir yere atmaya bakarsa ve “Allah beni korur.” deyip hayvanın kendisini parçalamasını beklemezse, yaşamak ve bir takım şeyleri başarmak için de yattığımız yerden Allahu Teâlâ’nın yardım etmesini bekleyemeyiz.
Tevekkülümüz Bebeklerinkine Benzemez
Çâresizliklerinden her şeylerini annelerine bağlamış olan bebeklerin tevekkülü ağlamakla gerçekleşir. Çünkü yapabilecekleri tek şey vardır, o da ağlamak. Bu sebeple anaları onların her şeyidir. Acıktığında karnını doyuracağını, uykusu geldiğinde ayağında sallayacağını, rahatsızlandığında sırtını sıvazlayacağını ve altını değiştireceğini bilir.
Doğrusu annesi de onu hiç mahcûp etmez. Yavrusu rahat etsin diye, gece uykusuz, gündüz dermansız kalır. Bebek açısından bu şekildeki bir tevekkül doğrudur. Çünkü elinden başka bir şey gelmez. Kaldı ki yapabileceğini hakkıyla yapmaktadır da.
Ancak yetişkin bir kul için gereken şey, tevekkülü gayretle süslemektir. Çalışmadan maaş almak nasıl mümkün olmuyorsa, bir çabanın ardından sonucu beklemek ve Allah’tan hayırlı âkıbet ümit etmek tevekkülle olmaktır. Hz. İbrahim’in bir peygamber olarak her türlü sıkıntıya yılmadan katlanması ve sonrasında ateşe atılırken bile Allah’a olan teslimiyetinden zerre kadar şaşmaması tevekkülün zirvesidir. Çünkü üzerine düşeni yapmıştır; artık iş Allah’a güvenmeye kalmıştır.
Kur’ân ve Hz. Peygamber Ne Diyor?
Kur’ân’a ve hadislere baktığımızda gerekli çabayı göstermeden cenneti elde etmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. Haramlar ve helâller belirlenmekte, mü’minlerden bunlara dikkat etmeleri istenmektedir. Dolayısıyla sadece îman etmenin yeterli olmadığı ortaya koyulmuş olmaktadır. Önce eylem sonrasında Allah’tan beklemek istenmektedir. Konuyla ilgili bazı âyetlerde şöyle geçmektedir:
“İman edip güzel işler yapanları, (evet) muhakkak ki onları, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennet köşklerine yerleştireceğiz. (Böyle iyi) işler yapanların mükâfatı ne güzeldir! Onlar, sabreden kimselerdir ve yalnız Rablerine tevekkül etmektedirler.”[1] “O'nu vekil tut. Onların söylediklerine sabret.”[2] “Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebât etsinler.”[3]
Hz. Peygamber (s.a.v.) de hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Kuvvetli mü’min, Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah'tan yardım dile ve aslâ acziyet gösterme. Başına bir şey gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!’' diye hayıflanıp durma. ‘Allah'ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.’ de. Çünkü ‘keşke’ kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.”[4]
“Bir şey istediğin zaman yalnız Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile. Şunu iyi bil ki, bütün yaratılmışlar elbirliği ile sana bir menfaat bahşetmek isteseler, Allah'ın sana yazdığından daha fazlasını bağışlayamazlar. Yine yaratılmışların tümü elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar.”[5]
“Mü’min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil, ona memnun olacağı bir şey gelse, şükreder, bu ise hayırdır. Bir zarar gelse, sabreder, bu da hayırdır.”[6]
Böyle buyuran Peygamberimiz, son elçi olduğunu Allah kendisine bildirmiş olmasına rağmen, bedenini tedbirsiz bir şekilde ölüme aslâ atmamıştır. Hicret sırasında müşrikleri şaşırtan bir güzergâh izlemesi ve mağaralarda saklana saklana yoluna devam etmesi onun tevekkül anlayışının bir göstergesiydi.
O mağarada gizlenerek üzerine düşeni yaparken, arkadaşına da “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.” diyordu.[7] Bizler Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatında bir kez olsun gerekli hazırlığı yapmadan veya tehlike söz konusu olduğunda tedbir almadan hareket ettiğini görmüyoruz.
Dünya açısından yaşamın gerektirdiği her önlemi almış, her türlü çalışmayı gerçekleştirmiştir. Bir peygamber bunu yapıyorsa, ümmeti olarak bizlere düşen görev de aynı izi takip etmektir. Başka bir ifadeyle, her tedbiri aldıktan sonra gerisini Allah’a havâle etmektir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) “Deveni bağla sonra tevekkül et.” buyurmuştur.[8] İlim tahsil edecek olanın, derslerinden geçmek isteyenin, geçimini temin edici bir miktarı elde etmeyi arzulayanın, velhasıl hayatın her safhasında bir şeyleri başarmak isteyenin yapacağı şey öncelikle sorumluluğunu yerine getirmek, sonrasında Allah’tan hayırlı bir sonuç beklemektir.
Üniversite sınavı gibi pek çok sınavda annelerin dışarıda Yâsin okuyarak çocuklarının başarılı olması için Allah’a duâ ettiklerini görürüz. Çocuk üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmişse, Allah’tan hayırlı bir sonuç dilemek elbette güzel olur. Ancak çalışmamış olana yapılacak duânın pek faydası yoktur.
Aynı şekilde müşterisine iyi davranmayan, güler yüzü eksik eden, dükkanını göze hitap edecek şekilde temiz tutmayan kimse, olumsuzlukların sebebini biraz da kendisine sormalıdır. “Ben üzerime düşeni yerine getiriyor muyum?” diye düşünmelidir.
Tevekkül hususunda hayvanlardan bile alacağımız önemli dersler bulunmaktadır. Hepsi rızkını elde etmek için üzerine düşen görevi yerine getirirler. İnsana düşen de elbette budur.
Tevekkül Gönül Huzuru Getirir
Tevekkülde hale râzılık vardır. Bunu başarabilen insanlar gerçek anlamda kalp huzurunu yakalamış kişilerdir. Allah’ın her şeyi gördüğünü yakînen bilirler. Olan biten şey kendi istedikleri gibi sonuçlanmadığında, önce neden kaynaklığını araştırırlar, varsa eksik bıraktıkları bir şey onu tamamalarlar, ancak ondan sonra “Bunda bir hayır vardır.” diyerek hayatlarına devam ederler.
Orada takılıp kalmazlar. Hep ileriye bakarlar. O yüzden de mutludurlar. Kahretmezler, her hâlükârda Allah’a şükrederler. İstemedikleri gibi sonuçlanan işlerin neticesinin bir süre sonra hayırlarına olduğunu görürler. “İyi ki istediğim gibi olmamış.” dedikleri çok olur. Rızâ onların hayatının temel düsturudur. Bunun mükâfatını hem hayatlarında hem de ölüm sonrasında görürler.
Tevekkül Her Alanda Gereklidir
Bizler tevekkül dediğimizde, genellikle kazancımıza şükretmeyi anlarız. Oysa tevekkül hayatın her alanında kuşanılması gereken bir zırhtır. Hem sevinçte hem kederde velhâsıl her yerde gereklidir.
Meselâ insanın hastalık hâlinde kendisini salmaması, tedavi olmak için elinden gelen gayreti göstermesi, sözün özü tedbir alması tevekkülün bir gereğidir. Çünkü hasta olan bir mü’min, Allahu Teâlâ’nın ölüm hâriç her hastalığın şifâsını verebileceğini, bunun için de çaba sarf etmek gerektiğini bilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), “Allah’ın kulları! Tedavi olun. Allahu Teâlâ derdi yarattığı gibi dermanını da yaratmıştır.” buyurmuştur.[9]
Aynı şekilde cimrilik Allah’a tevekkül etmemenin bir sonucudur. İsrafa kaçmadan etrafında bulunan fakirlere yardım etmeyen, yeri geldiğinde arkadaşlarına bir bardak çay ısmarlamaktan kaçan ve sürekli biriktirmeye bakan insanın tevekkül anlayışı çok zayıftır. Çünkü Allah için birilerine infakta bulunduğunda veya ısmarladığında, bunu yaratanının göreceğini, onu mükâfatlandıracağını ve infâk ettiğinden daha fazlasını ihsân edeceğini yüreğine kabul ettirememiştir.
Bu sebeple Allah’a olan güveni tam değildir. Böyleleri biriktirdiklerini yiyemeden dünyadan göçüp giderler. Geride kalanlar onun binbir sıkıntıyla yığdıklarını âfiyetle yerler ve belki bir Fâtiha bile okumazlar. Çektiği sıkıntı yanına kâr kalmış olur. Bu şekilde nice insanlar vardır. Bu yüzden tevekkül infâk ettirir. Allah’a güveni tam olan insan malını yığmaz. İhtiyaç sahibi insanları da düşünerek onlara yardımcı olur. Cimrilikten uzak durur.
Tevekkül Olmayınca Kaybedilenler
İnsan çabalamasına rağmen eline geçmeyen şey için kendisini paraladığında, aklını başına alıp düşünmelidir, içten içe kahrettiğinde, son derece üzüldüğünde herhangi bir şey değişiyor mu? Elde edemediği o şey kahrettiğinde eline geçiyor mu? Elbette geçmiyor. Bilakis kendisine eziyet ediyor ve belki hiç de hoş olmayan sözlerle olan bitene hayıflanıyor. Günaha giriyor, sonuca tahammül edemediğinden kadere rızâ sınırını aşıyor. Hayatı kendisine zehir ediyor.
Sûfîlere Yapılan Haksızlık
Günümüzde, geçmiş dönem sûfîlerini kötülemek için pejmürde bir hayat sürdükleri ve hiç çalışmadıkları yönünde bir anlayış yayılmaya çalışılır. Oysa kendisini tamamen ibâdete veren ve dünyadan kopan istisnâî birkaç kişi dışında herkes rızkının peşinde koşmuştur.
Günümüzde sûfîler nasıl ekmeğinin peşinden koşuyorsa, çabalamadan rızkının kendisine gelmesini beklemiyorsa, eskiden de durum aynıydı, yarın da böyle olacaktır. Bu sebeple günümüzde dünyadan elini eteğini çekmiş birkaç kişiye bakarak genel hükümler vermek nasıl yanlış olursa, geçmiş için benzer şeyleri söylemek de hata olur.
Kezâ bir meslek grubunda farklı bir yol benimsemiş olanlara göz dikerek genelleme yapmak nasıl doğru değilse, sûfîler için benzer kalıplar kullanmak da yanlıştır. Günümüz sûfîlerinin dünyanın dört bir tarafına götürdükleri hizmetler ile inşâ ettikleri binalar, eğitim çabaları, onların dünya için gerekli gayreti gösterdiklerinin en büyük delilidir. Bunlar malum olduğu üzere para olmadan yapılacak işler değildir. Demek ki dünya bir tarafa bırakılmamaktadır.
Nitekim tasavvuf büyüklerinden Hamdûn el-Kassâr’a, “Tevekkül nedir?” diye sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: “On bin dirhem sermayen ve bir dirhemden az borcun olsa, ‘Bu borç nedir, ben bunu öderim.” diye emin olmamaktır. Bunun aksine olarak, hiçbir karşılığı olmadan, on bin dirhem borcun olsa da ‘Bunu ödeyemem.’ diye ümidini kesmemektir.”
Kezâ büyük sûfî önderlerinden olan Ebû Cafer el-Haddâd, tevekkül sahibi olmasına rağmen bir gün pazarda çalıştığını ve günlük rızkını temin ettiğini, akşamleyin ise ihtiyacından fazlasını muhtaçlara dağıttığını belirtmiştir.
İmam Gazzâlî tevekkülü anlatırken havastan olan insanların her zaman yanlarında iğne, makas, kalın ip ve dikiş ipliği bulundurduklarını belirtir.
Ardında da “Bunlar tevekküle mâni değildir.” der ve büyük sûfî Havvâs’ın hâlini aktarır; “Çöllerde akarsu bulunmadığını, kovasız ve ipsiz kuyulardan su alınmayacağını, çöllerde ip ve kovanın bulunmayacağını, her gün birkaç defa suya ihtiyacı olduğunu, her gün veya iki günde bir defa su içmek zorunda olduğunu, çölde susuz yürünemeyeceğini bilirdi. Sırtında bir elbisesi vardı. Bunun da yırtılabileceğini, çölde iğne-iplik ve makas bulamayacağını bilirdi.”
[1] 29/Ankebût, 58-59
[2] 73/Müzemmil, 9-10
[3] 33/Ahzâb 48
[4] Müslim, 4816
[5] Tirmizî, 2440
[6] Müslim, 7692
[7] 9/Tevbe, 40
[8] Tirmizî, 2441
[9] Tirmizî, 1961
Enbiya YILDIRIM
YazarBizim inancımıza göre, insanın yaratılış gayesi bellidir; Allah onu bir sınav için dünyaya getirmiş ve sınav sonunda alacağı puana göre âhirette hak ettiği karşılığı verecektir. Kul nereyi hak ediyors...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Yüce Allah Nisâ Sûresi 58. âyette şöyle buyurmaktadır: “Hiç şüphesiz Allah size, emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Araştırmacı yazar Hüdâvendigâr Onur Ağabey ile 2008 yılında Cağaloğlu’ndaki kültür muhitlerinde tanışmıştım. Birkaç sefer de kendisi ile çeşitli ortamlarda görüştük. Zaman zaman da internet üzerinden ...
Yazar: Aydın BAŞAR
Öğretmen bir sınıfa ilk kez derse girdiğinde, öğrenciler her açıdan onu süzmeye başlarlar. Alana ne kadar hâkim olduğuna, dersi güzel anlatıp anlatmadığına, Türkçesinin düzgün olup olmadığına, öğrenci...
Yazar: Enbiya YILDIRIM