TERK VE VUSLAT
Vuslat, dervişin miracıdır. Fakat bu kendiliğinden gerçekleşmez. Bir disiplin içinde yapılacak bir mücahede ile gerçekleşebilir ancak. Tasavvufi literatür, bu durumu “seyr u sülûk” kavramıyla izah eder. Buna göre “seyr” lügatte gezmek, “sülûk” de yürümek ve gitmek demektir. Yürüyüşün hedefe varması için kişiye ayak bağı olabilecek her şeyi bırakması gerekir. Bu tam manasıyla bir mücahade demektir. Mücahedede yapılması gereken çok şey, atılması gereken çok adım olmakla birlikte en önemlisi “terk” kavramıdır. Peki, âşık neyi/neleri terk edecektir ki vuslata erişsin. Tasavvuf, bize bunun da yolunu gösterir. Buna göre “seyr” dervişin cehaletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlaka, kendi varlığından Hakk’a, kesretten vahdete doğru yürümesidir. Sülûk ise, bu yürüyüşün selameti için gerekli olan ahlakî eğitimdir. Bu eğitimin gerektirdiği her şeyi yapmak, böyle bir eğitimle değişmek ve dönüşmektir. Buna fıtrata dönmek de diyebiliriz. Bu dönüş bizi ayak bağı olabilecek bütün yüklerden kurtarır, kuş gibi hafifleriz. Hafifleyince de uçmak yani yol almak hızlanır ve kolaylaşır. Bu konu, bu denli önemli olduğu için bütün mutasavvıflar bu mesele üzerinde sıkça durular. Gerek kendi yolculuklarının hikâyesini anlatırken gerekse vuslat makamına eriştikten sonra taliplere yol göstermek için vuslata erişmenin nasıl olabileceğine dair sözler söylerler. Bunlardan biri de son devir mutasavvıflarından Hulûsi Efendi’dir. Divan’ında yer alan pek çok şiirinde o da bu konuya temas eder. Ancak şimdi ele alacağımız şiiri meseleyi tam bir sistematik içerisinde bize anlatır. Dildâra Varmak Hulûsi Efendi’nin “Bu hal ile ey dil yürü dil-dâra varılmaz/Zâr eyle ki bîzâr ile gülzâre varılmaz” beytiyle başlayan nutk-ı şerifi bize vuslata nasıl varılabileceğinin yollarını gösteren bir metindir. Şiir, ne yapılırsa yahut yapılmazsa “dil-dâr”e yani “Sevilen”e varılmayacağını/varılabileceğini “var-“ fiilinin hem olumlu hem olumsuz şekli birlikte kullanılarak anlatılmaktadır. Buna göre kişi vuslat yolunda yürüyecekse bunun başlangıcı tevbedir. Tevbe, yolun engellerini terk etmektir. Tevbe, pişmanlık da gerektireceği için gözyaşı dökmektir. Bu manada ağlamak arınmanın şartına dönüşmektedir. Terk niyeti ve adımı işte bu pişmanlık gözyaşlarıyla yapılacak tevbeden geçmektedir. “At varlığı var yürü bir mahrem-i Hakk’a/Bu varlık ile mahrem-i Settar’a varılmaz” şeklindeki ikinci beyitte ise terk edilmesi gerekenin ne olduğunu daha açık bir dille ifade edilmektedir. Buna göre terk edilmesi gereken öncelikle kendi varlığımızdır. Çünkü varlık düşüncesi, daha doğrusu varlığımız kendimizden ibaret görme ve varlık anlayışında Hakk’ı görememe hali bizi bencil ve kibirli kılar. Oysa sevgilinin huzuruna kendinden geçerek varabilir insan. Hakk’ın sır dairesine, mahrem alanına ancak kendimiz terk ederek varabiliriz. Kendimizi terk etmek ise, varlığımız O’nda bulmak, görmek olacaktır. Çünkü baki olan, hakikat olan sadece O’dur. Şairin bize “Bir kâr kazanmaklığa geldin bu cihâna/Sermâye gerek yoksa o pâzâra varılmaz” şeklindeki üçüncü beyitte ise teşbihler aracılığıyla söylemek istediği şey ise, var oluşumuz, yaratılışımız üzerinde düşünmemiz ve bu konuda bir bilince sahip olmamızdır. Buna göre vuslata erişme imtihanının yeri dünyadır. Buraya gönderilişimizin bir gayesi vardır. Burası bir pazar yeridir. Bu pazarda ancak bir sermayemiz varsa bir alış veriş imkânı bulabiliriz. Alış verişte ise asıl gaye kâr elde etmektir. Bu kâr ise ancak vuslat olabilir. Kişi madem, böyle bir kârın peşindedir öyleyse bu işin nihai hedefi bütün renkleri terk edip Dost’un rengine boyanmak olmalıdır. Bu söyleyiş aslında Bakara Suresi’ndeki 138. ayette anlatılan duruma bir telmihtir. Öyleyse önce o ayeti hatırlayalım: “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah'ın dinine (boyasına) girmişiz. Allah tarafından olan bir dinden daha güzel din, kimin olabilir? İşte biz ona ibadet edenleriz.” Bu ayeti ister zahir ister batın manasıyla ele alalım anlaşılması gereken şey, aslında fani olanı terk, baki olanla bir olma meselesidir. Allah, nasıl dilemişse o şekilde bir inanç, amel ve ahlak üzere olmaktır. Böyle yaptıkça insan mevcut halini terk edip Allah’ın istediği hale girebilme imkânı bulabilecektir. Elest Bezmini Hatırlamak Kişi neden böyle yapacaktır yahut yapmalıdır? Bu sorunun cevabını da “Bezm-i Ezel’indeki o ikrarı unuttun/Bu ahd ü peymân ile o ikrâra varılmaz” şeklindeki bir sonraki beyitte bulmaktayız. Buna göre biz daha doğrusu ruhlarımız ezel meclisinde bir söz verdik. Bize “Ben sizin Rabb’iniz miyim?” diye sorduğunda “Sen bizim Rabb’imizsin.” dedik, O’na böyle bir cevap verdik. Fakat dünyaya gelince şu veya bu sebeple bu sözü unuttuk. Aslında bu dünyada bütün ruhsal sıkıntılarımızın kaynağı işte bu sözü unutmuş olmamızdır. Öyleyse menzile varmak istiyorsak verdiğimiz o sözü hatırlamamız gerekmektedir. Hatırlamak, kendimizi bulmak ve bilmek demek olacaktır. Oysa o âlemdeki birliğin burada da devamı gerekirdi. Buna tevhid denildiğini biliyoruz. Birleme, tek hakikat olarak Allah’ı bilme, kendini o birliğe katma anlayışıdır. Araya ağyar girdiğinde ise mahremiyet alanından çıkıp kesret alanına girmekteyiz. Burada bizi hakikatten ayrı düşürerek her şey çevirip kuşatmakta ve ruh böylesi şartlarda bir mahkûm hayatı yaşamaktadır. Bu durumdan kurtulabilmek ise “kendini bilme” bilgisiyle mümkün olur. “Tevhid-i maarif ile pak olmadın et dil/Sır vermeğe bir vakıf-ı esrara varılmaz.” Beyti bize kendini bilme ilminden bahsetmektedir. Zira kendini bilen Rabbini bilecektir. Mesele varlık sırrına ulaşmaksa bu ancak marifetullah ile olabilecektir ancak. Şair, burada da “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” hadisine telmihte bulunmaktadır. Yolda Rehber Gerekir Mutasavvıflar, böyle bir kemal yolculuğunun kolay olmadığını söylerler. Doğrudur elbette… Bu yol zorludur, çetindir, yolun haramileri vardır. Engelleri söz konusudur. Öyleyse yolculuğun güvenli geçmesi ancak bir yol rehberiyle mümkün olabilir. Şairin “Teşhis edecek doktoru bul derd-i derûnu/Derd-i dili her doktor tîmâra varılmaz” beytinde doktor dediği bu kişi bir mürşiddir. O manevî bir tabip olarak bizim ruhi hastalıklarımızı iyileştirdikçe yolda yürümemiz kolaylaşacaktır. Ama bu doktorun kim olması gerektiği hassas bir konudur. Yanlış birine bağlılık, bağlanmak, iyileşmek bir yana kişiyi daha kötü bir hale düşünebilir. Şair, bize yedinci beyitte “Derd-i dili her doktora tîmâra varılmaz” diyerek bize böylesi önemli bir ikazı yapmaktadır. Öyleyse yolcu, yol rehberi konusunda hassas olmalıdır. Bu rehber, mutlak manada Cenab-ı Hakk’ın kendisidir. Zira yolun şartlarını, özelliklerini o beyan etmiştir. O beyanı da bize resulleri vasıtasıyla ulaştırmıştır. Bu nakilde sonraki rehberler ise mürşid tabir ettiğimiz mutasavvıflardır. Biz Dost’a götürecek rehberliği onlara yapacaklardır. Dost’la Olmak Gönül ve Dil İşidir Dost kavramı bilindiği gibi tasavvufta özle bir manaya karşılık gelir. Buna göre dostla kastedilen Cenab-ı Hak’tır. Bunu şairler “yâr” kelimesiyle de ifade derler. Öyleyse gönül dostla ise dil de devamlı olarak dostu anmalıdır. Şair, burada da zikrin önemine vurgu yağarak ondan gafil olmamanın yolunu sürekli onu anlam olduğunu söylemektedir. Durum böyle olduğu için de bu yolda verilen ve devamı istenen, hiç bir zaman da terki söz konusu olmayan şey dimi zikirdir. Zikre konu olan esmanın her biri bizi Allah’a dair bir bilgiye, ardından hale ulaştıracağı için bu yolda zikirsiz yol alınmaz. Zikir, diğer yandan arınma vesilesi ve vasıtasıdır. Arınmak denildiğinde ise bunun öncesi kirlenmek olur elbet. Bu kirlilik doğrudan doğruya günahlarla ilgilidir. Bunların hepsi insanın yüzünü karartır. Bu kirlilikten arınmadan “Ağart yüzünün karasın ey bende-i Hakkî/Ol barhgeh-i yara yüzü kara varılmaz” yani Hakk’a ulaşılamaz. Çünkü Dost’la vuslat temiz olmayı gerektirir. Bizi dünyaya temiz olarak gönderdi ve o şekilde de kendisine dönmemizi ister. Bu arınma ise tevbe yani günahları terk ile olacaktır. Şair, ilk beyitten itibaren söylediği terk hususlarını bu son beyitte bir neticeye bağlamaktadır. Şiirin tamamlındaki manayı özetleyecek olursak şunu söyleyebiliriz. Kişi, bu dünyada da Hak’tan ayrı olamaz. O’na ulaşmak için girdiği yolda başta benliği olmak üzere, kendine ayak bağı olacak her şeyi terk ederek bir yol rehberi eşliğinde yola çıkarsa menzil-i maksuduna ulaşabilir.
Mustafa ÖZÇELİK
YazarHakk’a kavuşmanın yegâne yolu aşktır. Aşk ehli mutasavvıflar, nefisle mücadele etme, dünyadan ve dünyevî her şeyden vazgeçme yönünde büyük fedakârlıklar göstermişlerdir. Bu fedakârlık yolunda; maksu...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Asıl adı Süleyman… “Muhteşem Süleyman” yahut “Süleyman-ı evvel” olarak da bilinir. Muhteşemliği üstün yönetici şahsiyetinden ve devrinde Osmanlı’nın en muhteşem günlerini yaşamasından gelir. Devlet yö...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Kalp ama daha yaygın kullanılışı ile gönül, bir mutasavvıf şairin dünyasında çok özge, çok özel bir yer tutar. Bilir ve görür ki insan et, kemik ve kandan değil gönülden ibarettir. Yahut kısaca söylem...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
“Dem bu demdir bu demi hoş göre-gör ey ârif” FUZULİ Zaman; dün (geçmiş), bugün (an, şimdi) ve yarın (gelecek) olmak üzere üç boyutludur. İnsan yaratılış, hayat, ölüm, ahiret algısına göre bu üç ...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK