TEFEKKÜR VE BİLİMİN SENTEZİ SEMÂ
Şems: “Semâ’nın halka haram olması onların nefis hevasıyla meşgul olmalarındandır. Onlar semâ ettikleri zaman nefisleri kabarır. Hak ve hakikatten gafil olarak hareket ettikleri için semâ kendilerine haram olur. Halbuki¸ Hakk’ı isteyen ve ona âşık olanlar semâ ettikleri zaman¸ aşkları ve manevî halleri çoğalır” demektedir.
Şems: “Semâ’nın halka haram olması onların nefis hevasıyla meşgul olmalarındandır. Onlar semâ ettikleri zaman nefisleri kabarır. Hak ve hakikatten gafil olarak hareket ettikleri için semâ kendilerine haram olur. Halbuki¸ Hakk’ı isteyen ve ona âşık olanlar semâ ettikleri zaman¸ aşkları ve manevî halleri çoğalır” demektedir.
Sem⸠bir ibadettir¸ bir zikirdir. Nitekim¸ Mevlânâ (ö.1273) “sem⸠âşıkların gıdasıdır. Çünkü onda sevgili ile buluşmanın zevki¸ heyecanı var”1 der. Dolayısıyla semâ danstan da öte bir şey¸ bir tür kulluktur¸2 yakarıştır. Onda mûsikî¸ raks ve zikr mükemmel bir şekilde harmanlanmıştır.3
Semâ ve Zikir
Semâ’daki dönme ve devir¸ mûsikînin nağmeleri birbirine karışır¸ her ani dönüşte (çark atışta)¸ dile getirilen “Allah” lafzı bütün varlığıyla gönlü bir ağ gibi sarmalar¸ kuşatır. Derviş erir¸ saflaşır¸ şeffaflaşır; Nurlar Nur’una yükselen bir nur halesine dönüşür. İcra edilen mûsikî melodilerinin gönlü harekete geçiren etkisi¸ bedenin dönme refleksleriyle¸ o da gönülden fışkıran ve tekrar gönüle dökülen zikir ve fikir coşkusuyla birleşir¸ hemhal olur¸ kaynar ve kaynaşır. Bu aşk ve zevk anaforuna kapılan semâzen benliğinden geçer¸ hâle hâle semâlara kanatlanır. Mûsikînin cezbesi¸ semâ’yı öylesine etkili bir vecd atmosferi içerisine çeker ki¸ semâzen gönlündeki kandilleri tutuşturur¸ ışık ışık yanar ve her tarafına nurlar saçarak döne döne aşkın alana doğru yönelir¸ semâları aydınlatır.4
Mûsikînin coşkusu¸ semâ’yı aşk ve vecde ulaştırır¸ gönüllerden kelimelere dökülen zikrullah kapalı sırlı kapıları açar¸ akan ilâhî feyz çoşar¸ taşar¸ yanar¸ yakar; bütün cemâllerin bulunduğu yerin manevî burçlarından yükselen görülmez¸ basamaksız merdivenlerle semâlara yükselen âşık¸ mekansızlık âleminin güzelliklerinden kaybolur ve orada semâ’ya devam eder. Semâzenin özünü oluşturan tevhid de semâ’ya başlar. Böylesi bir deverân¸ bitmeyen senfoninin sona ermeyen semâ’sıdır.5
Semâ vaktinde sûfîlere¸ Arş’tan¸ bir başka coşkunluk gelir.
Sen¸ bu semâ’nın görünüşünü işit; dervişlerinse bir başka kulakları var.
Burada yüzlerce tencere kaynıyor; fakat dervişin kaynayıp coşması¸ büsbütün başka bir şey.6
Semâ’nın Sembolleri
Semboller bahçesinin aşk demeti olan semâ’yı¸ Mevlânâ’ya ilk olarak Şems (ö. 1247) tattırmıştı; ancak semâ’yı sürdüren Mevlânâ oldu.
Ey tez giden seheryeli¸ var git¸ Tebrizli Şems’e de ki: Hallerini söyle bana¸ benimle raksa gir¸ benimle oyna.7
Sem⸠madde denizinden çıkıp¸ vecde gelerek mutlak fânilik içinde¸ sonsuz âlemin zevkine ulaşmaktır. Semâ’da Sevgili’ye kavuşmanın doyumsuz hayalleri vardır. Bu vuslatın anlatılamaz zevkini tadan âşık¸ artık zaman ve mekanın fizikî şartlarına bağlı değildir. İşte bu Allah aşkıyla oluşan cezbe hali “ikiz ruhlar” olan Mevlânâ ve Şems’i kendi varlıklarından koparmış¸ görünmeyen âlemin sonsuzluğuna daldırmıştı. Feleklerin her zerresinin güneş etrafında ilâhî bir vecdle dönüşü gibi¸ onlar da benliklerinden ve bedenlerinden sıyrılıp semâ ediyorlar; yalnız Allah’ı zikrediyorlar8 ve O’nu tefekkür ediyorlardı.
Semâ törenlerinde ifa edilen her hareket¸ ilâhî bir mânâ ve şuura işaret etmektedir. Semâ’da çark atmak¸ yani ani dönmek¸ tüm mekan ve yönlerde Allah’ı temâşâ etmeyi ve her taraftan feyz bereketiyle nasiplenmeyi temsil eder. Ayak vurmak¸ nefsin sınırsız ve doyumsuz isteklerini ayaklar altına alıp ezmek ve onunla mücadele edip mağlup etmektir. Kolları yana açmak¸ En Mükemmel’e yönelik bir acziyettir. Semâ’da secde¸ nefsin arzularından kurtulup kulluk bilincinin hatırlanmasıdır.9
Bu bilinçle hareket edip kemâlât yolunun halkalarından olan Mevlânâ’nın¸ semâ esnasında vecd ve cezbe halleri¸ asla asalet ve vakârını kaybetmeden¸ coşkunluğun zirvesine ulaşmıştır. Dolayısıyla sem⸠vuslata ermemiş onun zevkini tadamamış¸ olgunlaşmamış ham ruhlara haram kılınmıştır. Onun için bu hassas noktaya dikkat çeken Şems: “Semâ’nın halka haram olması onların nefis hevasıyla meşgul olmalarındandır. Onlar semâ ettikleri zaman nefisleri kabarır. Hak ve hakikatten gafil olarak hareket ettikleri için semâ kendilerine haram olur. Halbuki¸ Hakk’ı isteyen ve ona âşık olanlar semâ ettikleri zaman¸ aşkları ve manevî halleri çoğalır” demektedir.10
Mevlânâ’nın hem müridi ve hem de mürşidi olan Şems’e¸ semâ’nın içinde barındırdığı sırların hikmetini sordular. O da şöyle cevap verdi: “Allah’ın tecellisi ve görünmesi¸ Allah erlerine semâ’da daha çok vâki olur. Onlar¸ kendi varlık âleminden dışarı çıkmışlardır. Sem⸠onları diğer âlemlerden çıkartır¸ Hakk’ın likasına ulaştırır. Hulâsa haram olan bir semâ vardır. O da ululuk (etmektir). Böyle haram olan bir semâ’da el ve ayağın vecdsiz hareket etmesi küfürdür. Bu el ve ayak mutlaka Cehennemde azap çeker. Bir vecdle (hal) hareket eden el ise mutlaka Cennet’e ulaşır. Mübah olan sem⸠riyazet ve zühd ehlinin semâ’sıdır. Onların bundan gözleri yaşarır ve kalpleri rikkate gelir. Farz olan semâ da¸ hal ehlinin semâ’sıdır. Bu beş vakit namaz¸ Ramazan orucu ve zaruret zamanında su içmek ve ekmek yemek gibi farz-ı ayındır; çünkü “hal” sahiplerinin hayatı bununla kâimdir. Eğer bir semâ ehli Doğu’da¸ biri de Batı’da semâ etse¸ her ikisi de birbirinin halinden haberdar olur.”11
Semâ ve Bilim
Semâ’nın hikmeti “küçük âlem” denilen insanla sınırlandırılamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bu zikir ve tefekkür halesi/şulesi aynı zamanda “büyük insan” denilen kâinatı da simgelemektedir.
Semâ’yla zerreler amaçlı olarak belirli bir hedefe doğru yönelirler. Bu şekilde zerreler ferdî akış halinden alınır¸ güneş merkezli yeni bir (tevhidî) sistemin etrafında dairesel olarak yörüngeye girerler. İlâhî aşk¸ her zaman ve her varlık için merkezdir. Hiçbir kudret ve kuvvet¸ her şeyi düzenleyen ve nizâma sokan Yüce Yaratıcı’nın kurduğu bu kâinat sisteminin dışına çıkamaz ve müdahale edemez. İşte bu mükemmel nizâmın şuur ve idraki içindeki Mevlânâ ve onun takipçileri kendilerini¸ her şeyin etrafında rastgele olmayıp¸ ölçülü bir şekilde döndüğü ilâhî maşûkun tecellisi olarak temâşâ ettikleri¸ Şems-i Tebrizî’nin huzurunda bir zerre olarak tasavvur ediyorlardı.12
Mevlânâ’nın tefekkür dünyasında¸ sem⸠kâinatın gerçek dansıydı. Yine onun için sem⸠atomların ve gezegenlerin baş döndürücü dönüşünü yansıtan ayindi. Bu tasavvurdur ki¸ Mevlânâ’ya şu sözleri söyletiyordu: “İnsanı Allah’a götüren pek çok yol vardır. Ben semâ ve mûsikî yolunu seçtim…Mûsikînin ahenginde bir sır gizlidir. Ben bu sırrı açıklayacak olsam¸ dünya altüst olur.” Mevlâna bu sırrı ifşa etmedi¸ fakat kâinatın raksı üzerine enfes beyitler¸ gönlünden koparak kelimelere döküldü: “Ey güneş! Doğ artık! Raksediyor atomlar¸ raksediyor vecde gelmiş ruhlar. Söyleyeceğim kulağına bu raks nereye götürür. Bütün atomlar hem havadaki hem de çöldeki¸ kendisini kaybetmiş¸ bilesin¸ öylesine ki¸ her bir atom¸ sefil ya da bahtiyar¸ vurgun güneş’e hiçbir şey diyemeyecek kadar.”13
Mevlânâ’nın¸ kendi zamanında kozmik düzen içerisindeki gezegenlerin sayısını bilmesi şaşırtıcıdır. Kâinat düzeninin bir yansıması olarak¸ Mevlân⸠semâ’daki semâzenlerin sayısını¸ güneş sistemindeki gezegenlerin sayısını esas alarak tespit etmiştir. Onun için semâ ayini esnasında¸ semâzenlerin sayısı ya dokuz¸ ya da dokuzun katları şeklinde olmak durumundadır.14
Mevlânâ’nın semâ’sı¸ atomun ve evrenin yapısını birlikte sembolleştirir. Onda birçok fizik ve fizikötesi hakikatler karşılığını bulmaktadır. Mevlânâ’nın semâ’sı¸ bir anlamda âlemin fizikî yapısını simgeler; bununla birlikte bir bütün olarak âlemin fizikî yapısıyla¸ onun en küçük parçası olan atomlar arasındaki denge¸ uyum ve benzerliği sergiler. Böylece Mevlânâ semâ’sı¸ âlemin ve atomun yapısını aynı anda ve birbiriyle paralel olarak yansıtmaktadır. Bu vecd ve cezbe halinde Mevlân⸠âlemin ve atomun hakikatine vâkıf olduktan sonra¸ buna uygun olarak semâ’ya başlamış ve bu yapıyı da semâ’ya uyarlamış ve uygulamıştır.15
Nihayetinde Celâleddin-i Rûmî¸ evrenin ve onun en küçük parçası olan atomların¸ Allah’ı zikir ve tefekkürünü semâ’sında gösterir¸ hem kendisi döner ve kendisiyle birlikte dost ve şakirtlerini döndürür. Sonradan Mevlevîlik’in yolu ve en önemli özelliği olan bu dönme¸ evrenin ve atomun halini ve yapısını özetlemektedir. Semâ’yla anlaşılan odur ki¸ Mevlânâ atomların dahi Allah’ı tesbih ve zikrettiklerini temâşâ etmiştir.16
Oynayıp uçuşan zerreler¸ senden ne nağme işittiler acaba? İşittikleri nağmeyi dağa da işittirsen o da kalkar¸ oynamaya koyulur.17
Gökler âleminin bir sembolü olan Mevlevî semâ’sında; ortada bir semâzenbaşı¸ onun çevresinde dairesel olarak dönen semâzenler bulunmaktadır. Merkezdeki semâzenbaşı¸ hem güneşi hem de atomun çekirdeğini (nötron ve protonları) simgelemekte¸ onun etrafındakiler dönen gezegenleri (ve atom çekirdeği etrafında dönen elektronları) sembolize etmektedir. Mevlân⸠âlemin ve atomların her an değiştiğini¸ her şeyin hareket halinde olduğunu dillendirir. Nitekim hareket¸ evrenin aslıdır; kalıcı ve sabit olan hiçbir zerre yoktur. Her şey ve her varlık¸ Mevlevîler gibi semâ halindedir.18
Pencerenin önündeki zerrelere bak¸ havada ne de güzel oynuyorlar; kimin kıblesi güneş olursa namazı böyle olur onun.
Şu zerreler¸ güneşin ışığında sûfîler gibi semâ edip dururlar; fakat hangi nağmeyle¸ hangi vuruşla¸ ne biçim bir sazla semâ ederler¸ kimsecikler bilmez.
Her gönülde bir başka nağme¸ bir başka vuruş; oynayan meydandadır da çalgıcılar¸ sır gibi gizli.
Hepsinden üstün¸ bizim iç semâ’mız; bütün cüzlerimiz¸ yüz çeşit yücelikle¸ yüz çeşit nazla onun ışığında oynayıp duruyor.19
Semâ’ya Tepkiler
Yaşadığı dönemde Mevlânâ’ya muhalif olanlar¸ semâ’nın ve onda önemli bir enstrüman olan rebâbın haram olduğunu ileri sürerek sözlü sataşmalarda bulundular.20 Hatta şehrin bilginleri¸ bu hususu Kâdı Sirâceddin Urmevî’ye şikayet konusu yaptılar. Eleştirileri ciddiye almayan Kâdı Sirâceddin¸ onlara şunu söyledi: “Bu kişi Allah tarafından kuvvetlendirilmiştir. Bütün zâhir ilimlerde de eşi benzeri yoktur. Onunla pençeleşmeye gelmez. Onu¸ o ve Allah bilir.”21
Mevlânâ’ya ve semâ’ya karşı olanlar¸ belki de¸ Hallâc-ı Mansûr’a yapılanların bir benzerini yapmayı tasarladılar. Ama hareketleri sonuçsuz kaldı. Dolayısıyla hedeflerine ulaşamadılar. Zira Mevlân⸠hem halkın gözünde¸ hem de siyasî idare nezdinde zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetkin bir mürşitti.
Hakikatte fitnecileri harekete geçiren başka sebepler bulunmaktaydı. Mevlân⸠Şems’le tanışıp bir araya geldikten sonra¸ öğretimi ve vaaz etmeyi bırakmış¸ semâ’ya ve raksa başlamıştı. Fakihlere özgü kıyafetini çıkarıp¸ onun yerine Hind alacasından hırka ve önü açık gömlek giymiş¸ başına bal renginde yünden külah takmış ve Mevlevî çizmesini ayaklarına geçirmişti. Ayrıca sarığını şekerâviz bir şekilde sarmıştı. Ondan sonra Mevlevî semâ usûlünü tertip etmişti.22
Bugün dahi Mevlânâ’nın eserlerini ve o devirde yazılmış kitapları okumayanlar veya onlardan habersiz olanlar¸ ona semâ’yı yakıştırmazlar. Bir kısım insanlar da mûsikî ve semâ’ya yöneldiği için onu reformcu olarak kabul etmektedirler. Halbuki Mevlân⸠kendisini Kur’ân’ın kulu ve kölesi¸ Hz. Muhammed’in (s.a.v) ayak bastığı yer saymış¸ Kutlu Peygamber’in yolundan asla çıkmamıştır.23
Şu halde¸ bazı filozoflar¸ mûsikîyi gök cisimlerinin yörüngelerinde dönerken evrende çıkardığı sesler24 olarak tanıtmışlardır. Semâ’ya hayat ve hareket veren de mûsikîdir. “Büyük insan” olarak kabul edilen âlem ve onun en küçük parçası olan atomun hareketlerini sembolize eden sem⸠“küçük âlem” olarak da bilinen insanın görünen âlemden¸ mekânsızlık mekânına taşıyan bir ruh sıçramasıdır.
* Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Felsefesi Öğretim Üyesi. bacetink@cumhuriyet.edu.tr
DİPNOT
1 Abdullah Cizre¸ “Mevlânâ Celâleddin Anadolu’ya Süleyman Paşa’dan Önce Gelmişti” Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler (haz: Vedat Genç)¸ II. baskı¸ İstanbul 1997¸ 99.
2 Eva de Vitray –Meyerovitch¸ İslâm’ın Güleryüzü¸ çev: Cemal Aydın¸ VII. baskı¸ İstanbul 2003¸ 71.
3 H. Hüseyin Top¸ Mevlevî Usûl ve Âdabı¸ İstanbul 2001¸ 81.
4 Top¸ age¸ 81.
5 Top¸ age¸ 81.
6 Mevlânâ Celâleddin¸ Dîvân-ı Kebîr¸ haz: A. Gölpınarlı¸ II. baskı¸ Ankara 2000¸ VII¸ 287¸ beyit no: 3386-3388.
7 Mevlân⸠age¸ 72¸ b. 1619.
8 Mehmet Önder¸ Mevlân⸠AjansTürk Kültür Yay. Basım yeri ve tarihi yok¸ 44-45.
9 Önder¸ age¸ 44-45.
10 Önder¸ age¸ 60.
11 Ahmet Eflâkî¸ Âriflerin Menkıbeleri II (Menâkıbu’l-Ârifîn)¸ çev: Tahsin Yazıcı¸ III. baskı¸ İstanbul 2001¸ 236-237.
12 Annemarie Schimmel¸ Ben Rüzgârım Sen Ateş Mevlânâ Celâleddin Rûmî¸ çev: S. Özkan¸ II. baskı¸ İstanbul 2000¸ 202-203.
13 Meyerovitch¸ İslâm’ın Güleryüzü¸ 70.
14 Meyerovitch¸ age¸ 71.
15 Mehmet Bayrakdar¸ “Semâ’da Anlatılanlar”¸ Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler (haz: Vedat Genç)¸ II. baskı¸ İstanbul 1997¸ 46.
16 Bayrakdar¸ agm¸ 7.
17 Mevlân⸠age¸ III¸ 319¸ b. 3119.
18 Bayrakdar¸ agm¸ 48.
19 Mevlân⸠age¸ III¸ 463¸ b. 4430-4433.
20 Ahmet Eflâkî¸ Âriflerin Menkıbeleri I (Menâkıbu’l-Ârifîn)¸ çev: Tahsin Yazıcı¸ III. baskı¸ İstanbul 2001¸ 331.
21 Eflâkî¸ Âriflerin Menkıbeleri I (Menâkıbu’l-Ârifîn)¸ 345.
22 B. Fürûzanfer¸ Mevlânâ Celâleddin¸ çev: Feridun Nafiz Uzluk¸ İstanbul 1986¸ 99-101.
23 Şefik Can¸ Mevlânâ Hayatı¸ Şahsiyet ve Fikirleri¸ İstanbul 1995¸ 266.
24 Bkz. İhvân-ı Saf⸠Resâil-u İhvâni’s-Saf â ve Hullâni’l-Vef⸠haz: Butrus el-Bustânî¸ Beyrut trz¸ I¸ 206 vd.
Bayram Ali ÇETİNKAYA
YazarBatı İslâm dünyasının ve dolayısıyla Batı İslâm düşüncesinin kayda değer filozof ve düşünürleri genelde Endülüs’den çıkmıştır.Batı İslâm dünyasının ve dolayısıyla Batı İslâm düşüncesinin kayda ...
Yazar: Bayram Ali ÇETİNKAYA
Sultan I. Ahmed, 18 Nisan 1590 günü Manisa’da doğdu. Babası Sultan III. Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. Çok mükemmel bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı mükemmel derecede konuşurdu. Ok atmak, kılıç...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yavaşça gözlerini açtı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Son hatırladığı şey zıplarken bir tele takıldığı ve karnının çok acıdığı idi. Ne kadar çabalasa da o telden kurtulamamış bitap düşmüştü. ...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ
Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasındaki ihlâs kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. İslâmî literatürde ...
Yazar: Mustafa KARABACAK