TARİHTEN GÜNÜMÜZE İSTANBUL BOĞAZI
Boğazın Tarihçesi İstanbul Boğazı kıyılarında ilk yerleşim yeri MÖ.685 yılında Megaro’dan gelenler tarafından günümüzde tarihî yarımada olarak adlandırılan bölge de kurulmuştur. Bu yerleşim yeri günümüze pek çok kez el ve ad değiştirerek gelmiştir. Bunu, yine yakın dönemlerde Dorların Anadolu Yakası’nda günümüzde yerini Kadıköy ilçe merkezinin aldığı Kalkedon kentini kurması izlemiştir. Günümüzde yerinde Üsküdar ilçesinin bulunduğu alanda kurulmuş olan Skutari şehri de Boğaziçi’nin en eski yerleşim birimlerinden biridir. Boğaz, ilk çağda Karadeniz kıyısında kurulmuş olan kolonilere ulaşma açısından önemli bir su yoluydu. MÖ. 493’te İskit seferine çıkan Pers imparatoru I. Daryus İstanbul Boğazı’nı yüzlerce gemiyi yan yana sıralayıp yüzer bir köprü oluşturarak geçmişti. Bizans/Doğu Roma Dönemi Doğu Roma İmparatorluğu kurulduğunda Boğaz kıyısında bu üç şehir dışında önemli bir yerleşme yoktu ve küçük kıyı köylerinde insanlar balıkçılıkla uğraşırlardı. Boğaz çevresinde nüfus arttıkça ve şehirler büyüdükçe Boğaz önem kazanmaya başladı. Özellikle Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç ile çevrili olan ve güçlü surlarla korunan şehir bölgede önemli bir güçtü. Doğu’da Müslümanların ilerlemeleriyle birlikte Boğaz ve kıyıları dönemin çok kutuplu dünyasında kilit bir önem kazandı. Bu dönemde Katolik Avrupa, kutsal sayılan Kudüs şehrini ele geçirmek için Müslümanlar üzerine seferler düzenliyordu. 1204 yılında Konstantinopolis üzerinden gerçekleştirilen dördüncü seferde Katolikler Ortodoksluğun merkezi olan bu şehri ve çevresini de ele geçirdiler ve burada Katolik Latin İmparatorluğu’nu kurdular. Katoliklerin uzun süre Ortodokslar üzerinde hâkimiyet kurdukları, zulüm ve baskı yaptıkları aşikârdır. Bu olayın ardından Konstantinopolis ve Boğaz, 57 yıl boyunca Latin İmparatorluğu yönetiminde kaldı. Bölgenin egemenliği 1261 yılında Bizans imparatoru VIII. Mikhail Palaiologos’un şehri ele geçirmesiyle yeniden Ortodokslara geçti. Osmanlı Dönemi Dönem dönem Arapların ve Bulgarların da Boğaz üzerinden akınlar düzenlediği Konstantinopolis’e 15. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılar İstanbul üzerine yürüme ve fetih politikasına başladılar. Bunlardan kapsamlı olarak yürütülen ilk harekât, II. Murad komutasındaki Osmanlı Ordusunun, 1422 yılında II. Manuel Palaiologos yönetimindeki Bizans İmparatorluğu üzerine yaptığı akındır. Şehri ele geçirmek amacıyla yapılan bu kuşatma Osmanlı Devleti’ndeki iç karışıklıklar nedeniyle Türkler adına başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İstanbul’un fethi ancak 1453 yılında II. Mehmed’in kuşatmasıyla gerçekleştirilebilmiştir. II. Mehmed, şehri ele geçirebilmek için önce Boğaz çevresindeki bölgeleri ele geçirmiş, sonra da buradaki mevcut kaleleri güçlendirmiştir. Boğaz’ın en dar noktasına Anadolu Yakası’nda I. Bâyezîd tarafından yaptırılan hisarın karşısına ise yeni bir kale yaptırmıştır. Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı olarak adlandırılan bu yapılar günümüzde hâlâ ayaktadır. İstanbul’u fethetme düşüncesiyle ön hazırlıklar yapan Osmanlı sultanları öncelikle İstanbul Boğazı çevresini ele geçirmişler ve buralarda iskân politikası yürütmüşlerdir. Bu dönemde ilk kez Boğaziçi’nde Türk köyleri de kurulmuştur. İstanbul şehrinin 53 gün süren kuşatma sonucu 29 Mayıs 1453 tarihinde düşmesiyle yeni köyler de kurulmaya devam etmiş, mevcut köylerin nüfusları hızla artmıştır. İstanbul Boğazı Türk kültüründe ve günlük yaşamında 18. yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlamıştır. Boğaziçi’nde pek çok noktada Osmanlı sultanlarına saraylar, köşkler, hasbahçeler, gezi parkurları oluşturulmuştur. Özellikle Lâle Devri süresince Boğaz’ın en seçkin noktalarına kasırlar yaptırılmış, Boğaz kıyıları dönemin ileri gelenlerinin yaptırdıkları yazlık konaklarla dolmuştur. Sayfiye yeri olarak öne çıkan Boğaz kıyılarının belirli noktalarında kadınlar ve erkekler için deniz hamamı denen ayrı kumsallar açılmış, Boğaz’da kayıklarla yapılan mehtap sefaları yapılmaya başlamıştır. İstanbul Boğazı 19. yüzyılda da bu dönemde kazandığı önemini korumuştur. Boğaza nazır tepelerde oluşturulan korular, parklar ve kıyılara yaptırılan mimari bakımdan batı esintileri taşıyan sahil-saraylar bu dönemin en belirgin özellikleridir. Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Çırağan Sarayı bu dönemden günümüze gelen en bilinen yapılardır. Birinci Cihan Harbi ve Boğazın İşgali Boğaz’ın askerî ve politik bir sorun olarak yeniden gündeme gelmesi 20. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin eski otoritesini yitirdiği dönemde ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsızlık politikası güden Osmanlı Devleti, yönetimini elinde bulundurduğu Boğazlara savaş gemilerinin girmesine izin vermiyordu ancak kendisine sığınan Almanya bandıralı Goeben ve Breslau gemilerine barınma hakkı vererek tarafsızlık politikasını terk etti. Uygulamada ise bunu sürdürmek için gemileri satın aldığını ve adlarını Yavuz ve Midilli olarak değiştirdiğini bildirdi. Bu gemiler Osmanlı yetkililerin bilgisi dışında Boğaz’ı geçerek kuzey Karadeniz’de Rus limanlarını topa tuttular. Bu ve bunun sonucunda gelişen olaylar nedeniyle savaşa dâhil olup, yenilen Osmanlı Devleti Boğazların egemenliğini tümüyle yitirdi. Yenik Osmanlı Devleti ile kazanan taraflar Mondros Antlaşması’nı imzaladılar ve antlaşmanın imzalanmasından kısa süre sonra, 13 Kasım 1918 günü Osmanlı Devleti toprakları işgal edilmeye başlandı. İstanbul Boğazı’na ilk yabancı ülke donanmaları bu tarihte girdi. 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan gemisinden oluşan 55 birimlik müttefik donanması Dolmabahçe ve Sarayburnu önlerinde demirledi. Gemilerden çıkan askerler, İstanbul’da gerekli görülen stratejik noktalara konuşlandırıldılar. Bir grup asker ve gemi ise Boğaz’daki istihkâmları ve tersaneleri boşaltıp teslim aldılar. Bu tarihten başlayarak 20 Temmuz 1936 tarihine dek Boğazlar önce savaşı kazanan devletlerce, daha sonra ise uluslararası bir komisyonca yönetildi. Cumhuriyet Dönemi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinin ardından sırasıyla Mondros, Sevr ve Lozan Antlaşmaları imzalandı. Mondros Antlaşması uyarınca başkent İstanbul ve taşra toprakları işgal edilirken, Sevr Antlaşması ise yürürlüğe girmedi. Sevr Antlaşması’nda Türk Boğazlarının Milletler Cemiyeti bünyesinde oluşturulacak uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesi öngörülüyordu. Komisyon başkanları ve temsilcileri üye ülkelerden seçilecek ancak Türkler bu komisyona başkanlık edemeyecekti. Sevr Antlaşması uygulamaya konulmadığı için Boğazları ilgilendiren bu hükümlerde devre dışı kaldı. Bu dönemde Türk halkının milli mücadeleyi kazanarak bağımsızlık kazanması üzerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Lozan Antlaşması ise kazanan devletlerle yeni Türk devleti arasında yapıldı. Bu antlaşmada Türkiye’nin uluslararası alanda birçok diplomatik kazanımı olsa da Boğazların egemenliği tam olarak Türk tarafının lehine sonuçlanmayan en önemli konulardan biriydi. Sevr Antlaşması ile kurulamayan uluslararası komisyon, Lozan Antlaşması ile kuruldu ancak bu kez komisyona Türk tarafından seçilen bir kişi başkanlık edecekti. Boğazların tüm ticaret gemilerine açık olması, barış zamanında da savaş gemilerinin belli bir sınırlamayla serbestçe Boğazlardan geçmesi öngörülüyordu. Savaş zamanında Türkiye tarafsızsa Boğazlardan geçişleri engellemeyecek, savaşa katılmışsa karşı devletlerin gemilerine istediği biçimde müdahalede bulunacaktı. Savaş zamanı tarafsız devletlerin ticaret gemileri yardım götürmüyorsa yine serbestçe Boğazlardan geçebilecekti. Boğaz çevresinde kritik noktalar silahsızlandırılacaktı. Boğazlar, 20 Temmuz 1936 tarihine dek bu koşullar altında yönetildi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerilmeye başlayan siyasi ortamda, Türkiye güvenlik kaygıları olduğunu dile getirerek Boğazlar üzerinde yetkisini arttırmak için harekete geçti. Konuya hâkim bir heyet tarafından bir taslak hazırlandı ve Türk tarafının bastırması sonucu İsviçre’nin Montrö kentinde Boğazların durumu için Karadeniz’e kıyısı olan ya da Boğazlarla ilgili olan devletlerarasında görüşmeler başlatıldı. Görüşmeler sırasında Türkiye’yi dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Genelkurmay ikinci başkanı Asım Gündüz ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti sürekli delegesi Necmettin Sadak’ın içinde bulunduğu 24 kişilik bir grup temsil ediyordu. Türk tarafı, gemiler için işlemekte olan geçiş serbestisine karşı çıkmıyor ancak askerî gemilerin geçişleri süresince ulusal güvenliği sağlamak için yetki istiyordu. Karadeniz’e giren savaş gemilerinin sayısına ve Karadeniz sularında kalış süresine sınırlama getirilmesi de Türkiye’nin istekleri arasındaydı. Türk tarafına Boğazlar üzerinde tam egemenlik hakkı veren bu istekler Karadeniz’e kıyısı olan diğer ülkelerin çıkarlarına da uyduğu için söz konusu ülkelerce desteklendi. İmzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye güvenlik konularında Boğaz üzerinde tam yetkili oldu. Boğazların egemenlik hakkı Türkiye’ye verildi. Türkiye, Boğazlarda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güvenlik tehdidi olarak değerlendirilebilecek herhangi bir olay yaşamadı ancak özellikle son 50 yıl içinde Boğazlardan geçen ve akaryakıt taşıyan gemilerin yaptığı kazalar nedeniyle çevre felaketlerinden zarar gördü.
Resul KESENCELİ
YazarAğabeyi Sultan Reşad’ın ölümünden sonra padişah olduğunda 56 yaşındaydı. 4 Temmuz 1918’de, Topkapı Sarayı’nda yapılan törenle 36. padişahı olarak tahta çıktı. 31 Ağustos’ta, Osmanlı tarihindeki son kı...
Yazar: İsmail ÇOLAK
1.BeyitEy gönül hâk idi aslın sen yine hâk olagörDerd-i Hakk ile yanuban cümleden pâk olagör(Ey gönül! Senin aslın toprak idi, sen yine (aslına dönerek) toprak ol, Hak (Allah’a kavuşma) derdiyle yanar...
Yazar: Resul KESENCELİ
Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 Darbesi ve devamı niteliğindeki 31 Mart Vakası, yakın tarihin en tartışmalı hadiselerindendir. İç ve dış odakların müdahil olduğu bu hadiseler üzerindeki esrar per...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Osmanlı ordusunun 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması’nda, beklenmedik şekilde ağır yenilgiye uğraması, Haçlı âleminde tarifsiz bir sevinç ve heyecan meydana getirdi. Aslında Avrupa, büyük bir faci...
Yazar: İsmail ÇOLAK