SÜNBÜL SİNAN EFENDİ
Osmanlı'nın yetiştirdiği en büyük velilerinden
Asıl adı Yusuf¸ babasının adı ise Ali'dir. Lakabı Zeynüddin ve Sinanüddin olup o¸ Sünbül Sinan diye şöhret buldu.
Merzifon'un Borlu kasabasında 1451 (Hicri 856) yılında dünyaya geldi.
Sünbül Sinan Efendi daha küçük yaşlarda iken bile ilerde nasıl insan olacağının işaretlerini üzerinde taşıyordu. O¸ kendi yaşındaki çocukların koşup oynadığı zamanlarda ilim meclislerine gidiyor¸ sohbetleri dinliyor¸ dinlediklerinin tesiri altında kalarak gözyaşlarını tutamıyordu.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. 14 yaşında buradaki tahsilini tamamlayıp İstanbul'a gitti. Burada devrin en büyük âlimlerinden Efdalzade Hamidüddin Efendinin ders halkasına oturdu ve ondan 16 sene zahirî ilimleri tahsil etti. Talebeliği sırasında tasavvufa karşı olan ilgisi nedeniyle¸ bir gün arkadaşının ısrarı ile Çelebi Halife ismi ile şöhret bulan Muhammed Cemâleddîn Efendinin sohbetine katıldı. Çelebi Halife'nin huzuruna gelip onu görmesiyle onun talebesi olmak istediğini bildirdi. Çelebi Halife kendisini kabul buyurunca¸ ondan ilim öğrenmeye feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemale erip olgunlaşmaya başladı.
Sünbül Sinan Efendi bir gece rüyasında¸ bir kuyu gördü. Başı çok kalabalık olan kuyudan herkes su almak için uğraşıyordu. Kuyunun suyunun hem derinde ve hem de az olması sebebiyle suyu çıkarmak zor oluyordu. İnsanlar kuyudan su almak için uğraşıp dururken¸ Sünbül Sinan Efendinin kuyunun yanına gelmesiyle sular kuyunun ağzına kadar yükselip çoğaldı. Hem kendisi¸ hem de etrafındakiler bolca suya kavuşup kolayca sularını doldurdular. Gördüğü bu rüyayı sabahleyin hocası Çelebi Halife'ye anlatınca o da; "Ey Sünbül Sinan! Senin gönlünün¸ ilâhî feyzlerle dolu olduğu görülüyor. Böyle bir kalbe sahip olduğun hâlde¸ kendindeki bu feyzleri neden etrafa saçmıyorsun?" diyerek¸ Sünbül Sinan'ı kucaklayıp alnından öptü. Sonra da; "Ey Sinan! Senin kalbin¸ Allahu Teâlâ'nın muhabbetiyle doludur." buyurdu. Bu hâdiseden sonra¸ Sünbül Sinan vazifesine daha sıkı sarıldı. Nefsini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeye girişti. Çelebi Halife onu sık sık odasına çağırır¸ baş başa sohbetlerde bulunurdu. Sünbül Sinan'a bol bol teveccüh eder¸ kalbinde bulunan feyzleri¸ onun kalbine akıtırdı. Çelebi Halife bildiği ne varsa¸ hepsini Sünbül Sinan'a öğreterek¸ halifesi olacak şekilde yetiştirdi.
Bir gün hocası Çelebi Halife talebelerinden çiçek getirmelerini istedi. Tüm talebeler ertesi gün çok çeşitli birbirinden güzel çiçeklerle hocasının huzuruna çıktılar. Ancak içlerinden Sünbül Sinan solmuş ve kurumaya yüz tutmuş bir sümbülle çıkageldi. Hocası bunun hikmetini sorduğunda cevaben " Hangi çiçeğe elimi attım ise Allah'ı zikir ve tespihle meşguldüler. Onları dallarından koparıp da Allah'a ülfetlerini kesmeye gönlüm elvermedi. Baktım bu zavallı sümbül dalından kopmuş¸ ben de size bu çiçeği getirdim." dedi.
Asırlara damgasını vurmuş ve hâlen unutulmamış olan İbni Kemal Paşa ve Ebusuud Efendi gibi âlimlerin pek bol olduğu bir asırda¸ İstanbul'un Yavuz Selim¸ Fatih ve Ayasofya gibi büyük camilerinde rahatça vaaz edebiliyor olması Sünbül Sinan Efendinin ne büyük bir derya olduğunu anlamaya kâfidir. Yavuz Sultan Selim'in yaptırdığı Sultan Selim Caminin açılışını Sümbül Sinan Efendi yapmış ve orada ilk vaazı da o vermiştir.
Sünbül Sinan Efendi hocasının emriyle irşad görevinde bulunmak üzere Mısır'a gitmiş¸ burada yaklaşık üç yıl halkı irşad etmiş¸ hak ve hakikatleri anlatmıştır. Kur'ân-ı Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye olan bağlılığı ile âlimlerin ictihadlarına uymaktaki gayreti sebebiyle Mısır ulema ve evliyasını kendisine hayran bırakmış¸ onların sevgi ve takdirini kazanmıştır.
Sünbül Sinan Efendi hocasının vefatıyla İstanbul'a döndü ve hocasının Kocamustafapaşa'daki dergâhında irşad vazifesine başladı. Burada talebelerini yetiştirmek için elinden gelen bütün gayretini gösterdi. Onların¸ nefislerini terbiye etmek ve tasavvufta üstün derecelere vâsıl olmaları için gayret gösterdi. Bu şekilde binlerce talebe yetiştirdi. Talebeyi yetiştirmekte çok dikkat ve itina gösterirdi. Huzuruna gelip de isteyeni boş göndermezdi. Allahu Teâlâ'nın emir ve yasaklarını¸ otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Padişahlar dahi Sünbül Sinan hazretlerinin huzuruna gelir¸ onun feyz ve bereketlerinden istifadeye çalışırlardı. Sünbül Sinan Efendi¸ Cuma günü ile mübarek gün ve gecelerde mutlaka İstanbul'un büyük camilerinden birinde vaaz ve nasihatlerde bulunurdu.
Sünbül Sinan Efendi¸ bir gün talebelerin mücâhededeki yani nefsin istemediklerini yapmadaki tembelliğini görünce; "Biz on sekiz yıl sırtımızı yere koymadık ve bir yere de dayamadık. Tehiyyata oturduğumuz gibi oturarak uyurduk." buyurdu.
Sünbül Sinan Efendi için zamanın Cüneyd'idir' denmiştir.
Sünbül Sinan Efendi ile Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin arasında geçen bir hâdise oldukça ilginçtir. Şöyle ki:
Ebussuud Efendi¸ ilk zamanlar maneviyata¸ tarikata¸ rabıtaya pek inanmaz ve her karşılaştığında da¸ Sünbül Sinan Efendiye çok ağır sözler söyleyerek incitirdi. Hatta bir defasında¸ münakaşa o raddeye geldi ki¸ Ebussuud Efendi¸ Sünbül Sinan Efendiye: "Senin cenaze namazını papaza kıldırtacağım." deyiverdi. Sünbül Sinan Efendi de¸ "Âmin" diyerek mukabelede bulundu. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra¸ Sünbül Sinan Efendi¸ vefatına yakın bir zamanda¸ müridlerini toplayıp şöyle bir vasiyette bulundu: "Evlâtlarım! Ben yolcuyum. Vefatımdan sonra¸ cenaze namazım kılınıncaya kadar kesinlikle ağlamayacak ve hiç kimseye de haber vermeyeceksiniz. Cenazemi Fatih Camiine götürüp¸ namazımı da orada kılacaksınız." Sünbül Sinan Efendi buyurduğu gibi vefat etti¸ sessizce teçhiz ve tekfin işi tamamlanıp Fatih Camiine götürüldü. O gün de Fatih Camiinde Osmanlı hanedanından bir kadının cenazesi bulunuyordu ki¸ protokol icabı namazını da¸ Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin kıldırması gerekiyordu. Ebussuud Efendi¸ bilmeyerek önce erkek cenazenin¸ yani Sünbül Sinan Efendinin namazını¸ sonra da Sultan hanımın namazını kıldırdı. Ağlama yasağı kendilerinden o anda kalkan Sünbül Sinan Efendinin müridleri ağlamaya başlayınca¸ Şeyhülislâm Ebussuud Efendi bilmeyerek kıldırdığı erkek cenazenin kim olduğunu sordu¸ sormasına ama dünyası da sanki başına yıkıldı. Cenazenin kim olduğunu öğrenir öğrenmez tabutun üzerine kapanarak¸ ağlaya ağlaya Sünbül Sinan Efendiden af diledi. Büyük bir pişmanlık duydu ve hemen tarikat erbabı zatların eteğine sarılarak¸ inkâr ettiği hakikatlerin daha sonra savunucusu hâline geldi.
Sünbül Sinan Efendi Kocamustafapaşa dergâhında 33 yıl gerçek bir mürşit olarak verdiği irşad hizmetinden sonra 1529 yılında 80 yaşında vefat etmiş¸ vefatının ardından da dergâhın irşad vazifesini talebesi ve damadı olan Merkez Efendi üslenmiştir.
Abdullah DOĞAN
YazarTonton tavşan yavrularını gezdiriyordu. Onlara ormanı tanıtmaya çalışıyordu. - Yavrularım, ağaçlara, yapraklara, otlara bakın ne güzel. Kelebekler uçuşuyor dört yanda. Pamuk: - Evet. Kır çiçe...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ
“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” mefhumu, insanlara genel manada güzellikleri telkin eder. Yaratılmışların en şereflisi olan insan elbette ki, “ahsen-i takvim” olduğu için fıtrî olarak da, cismî o...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Ey öğrencim! Dünya sevgisinden sakın. Zira sirke saf balı bozduğu gibi dünya sevgisi de sâlih ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle merhamet, açları doyur...
Yazar: somuncueditor
Yavuz Sultan Selim’in kısa süren saltanatından sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman da babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padişahtı. Hatta o tasavvufa meyli ba...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE