SULTAN III. AHMED’İN SÛFÎ ŞAHSİYETLERLE YAKIN İRTİBATI
22 Ramazan 1084/31 Aralık 1673 tarihinde dünyaya gelen III. Ahmed’in babası IV. Mehmed, annesi ise Râbia Emetullah Gülnûş Sultan’dır. Şeyh-i Sultânî Mehmed Efendi ve Seyyid Feyzullah Efendi’nin yanında eğitim görür. II. Süleyman’ın tahta çıkmasıyla babası IV. Mehmed ve ağabeyi II. Mustafa ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Şimşirlik Dairesi’ne kapatılır, ama daha sonra Edirne’ye nakledilir. II. Süleyman, II. Ahmed ve II. Mustafa Dönemlerinde Edirne’de kalır. 1703 tarihinde gerçekleşen Edirne Vak’ası sonrasında otuz yaşında tahta çıkarılır.[1] Saltanatının ilk yıllarında âsîlerle mücâdele ederek tahtını sağlama almaya çalıştı. Her ne kadar kendisi Avrupa’da nükseden siyâsî çalkantılara müdâhil olmayarak iç meseleler üzerine eğilse de, 1709’da Ruslara yenilen İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın Osmanlı topraklarına sığınması, Rusların Osmanlı’ya saldırmasına sebep oldu. 1711’de Prut Nehri kenarında iki ordu karşılaşmış, savaş Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlanmıştır. 1714’te Karadağlıları tahrik edip isyan ettiren Venediklilere karşı sefere çıkıldı. Mora Adası’yla Girit’in henüz fethedilmemiş bazı kaleleri ele geçirildi. 1716’da başlayan yeni sefer, Avusturya’nın savaşa girmesiyle mağlubiyetle sonuçlandı. 21 Temmuz 1718’de Pasarofça Anlaşması imzalandı.[2] Safevî Devleti’nin 1720’lerde içine sürüklendiği karışıklıklar ve Rusların İran’daki faaliyetleri üzerine bu dönemde Osmanlı dikkatlerini İran’a yöneltmiştir. 1723’te İran’a giren Osmanlı kuvvetleri Tiflis, Gori, Nahcivan, Hemedan, Tebriz ve Erdebil’i fethetmiştir. Ancak bir süre sonra İran’da gerçekleşen siyâsî gelişmeler durumun Osmanlı aleyhine dönmesine yol açmıştır. Savaşlarda kaybedilen topraklardan dolayı meydana gelen huzursuzluk 1730 yılının Eylül ayında Patrona Halil İsyanı’nın çıkmasına yol açmıştır. Sadrazam öldürülmüş, III. Ahmed tahttan indirilerek yerine yeğeni Şehzâde Mahmud tahta çıkartılmıştır. III. Ahmed 1736 tarihinde gerçekleşen vefâtına kadar Topkapı Sarayı’nda hapis hayatı yaşamış, vefât edince Yeni Cami’deki Turhan Sultan Türbesi’ne gömülmüştür.[3] İstanbul’da Lâle Devri III. Ahmed, yirmi yedi yıllık saltanatı süresince ve Damad İbrahim Paşa’nın sadâreti döneminde yenilik hareketlerine önem vermiştir. Devrin önde gelen devlet adamlarından Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin saraya sunduğu raporla Türkiye’de Batılılaşma hareketleri fiilen başlamıştır. Bu minvalde İstanbul’da hayat tarzı değişmiş, Paris’ten getirilen planlara göre Kâğıthâne çevresiyle Haliç ve Boğaziçi sâhillerinde, Üsküdar civârında padişahın hoşuna giden yeni binaların inşasına başlanmıştır. Kâğıthâne (Sâdâbâd) arazisi, III. Ahmed devri vezirleri arasında taksim edilmiş ve her vezir kendisine verilen sahada çiçekler ve ağaçlar arasında yeni köşkler yaptırmıştır. III. Ahmed Dönemi’nde “şükûfecilik” denen çiçekçilik bir meslek halini almış ve döneme Lâle Devri adı verilmiştir.[4] Lâle Devri’nde Osmanlı, ilk defa yüzünü Batı’ya dönmüş, Avrupa devletlerine uzun süre kalacak elçiler gönderilmiş ve Batı yakından tanınmaya çalışılmıştır. İstanbul baştanbaşa imar edilmiş, tercüme heyetleri kurularak çeşitli dillerden eserler Türkçeye çevrilmiştir. Kitapların yangından kurtulması için yeni kütüphâneler kurulmuştur. [5] Kültür ve Sanat Faaliyetleri III. Ahmed Dönemi’nde karantina usulü önem kazanmış, 1722’de Tulumbacı Ocağı kurulmuş, ilk defa Türkçe kitaplar basan bir matbaa açılmıştır. Macar mühtedîlerinden İbrahim Müteferrika’nın Said Efendi ile birlikte gösterdiği büyük gayret ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın himâyesi, Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’nin fetvâsı sonucu III. Ahmed’den alınan fermanla, 1727 yılında, ilk defa Türkçe kitap basan bir matbaa kurulmuştur. Uzun yıllar Osmanlı ordusuna hizmet eden Humbaracı Ahmed Paşa, Humbaracı Ocağı’nı ıslah çalışmalarına koyulmuş, Yalova’da kâğıt imaline başlanmış, İstanbul’da Tekfur Sarayı’nda 1725’te bir çini fabrikası kurulmuş ve İznik’teki çini ustalarından bazılarının buraya gelerek çalışmaları temin edilmiştir. [6] III. Ahmed’in en önemli özelliği sanata ilgi duyması ve sanatkârları koruyup kollamasıdır. Kendisi de Hâfız Osman’dan sülüs ve nesih, Veliyyüddîn Efendi’den ta‘lik meşk etmiş iyi bir hattattır. Bir hattat olarak padişahlığı döneminde devrinin hat üstatlarını himâye etmiştir. Sütlüce’deki sarayının harem kapısı üzerindeki kitâbe, Sultanahmet’te Bâb-ı Hümâyun önündeki meşhur çeşme kitâbesi, Üsküdar meydanındaki çeşmenin kitâbesi ile Sarây-ı Hümâyun’da Arz Odası üzerindeki besmele III. Ahmed’in kendi el yazılarıdır. Celî hat ile yazdığı ve Tozkondurmaz Mustafa Ağa’nın tezhip ettiği levhaları da bazı selâtîn camilerine asılmış, yine kendisinin yazdığı iki mushaf Ravza-i Mutahhara’ya gönderilmiştir. Topkapı Sarayı’nda kendi yaptırdığı kitaplıkta bulunan on dört sayfalık sülüs celîsi ile kaleme alınmış murakka’ da onun eseridir.[7] Aynı zamanda iyi bir nişancı olan III. Ahmed, seksen beş adımdan tek atışta bir altın dinarı tüfekle vurduğu, dokuz yüz geze (arşın) ok atıp Okmeydanı’nda adına taş diktirdiği bilinmektedir.[8] III. Ahmed, Nedîm, Seyyid Vehbî, İzzet Ali, Neylî Ahmed, Vak‘anüvis Râşid Mehmed, Küçük Çelebizâde İsmâil Âsım, Nahîfî, Sâmî gibi o devrin birçok şairini himâye ve taltîf ederken kendisi de Necîb mahlası ile şiirler yazmıştır. Yanyalı Es’ad Efendi, Heratlı Kābızî Efendi, Mansûrîzâde müderris Fasîhî Efendi, İshak Efendi, Şam kadısı Medhî Efendi, Halep kadısı İlmî Efendi, Selânik kadısı Müstecirzâde Abdullah Efendi, Kara Halilzâde Mehmed Said Efendi ve şair Nedîm gibi ilim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bir heyet huzurlarında devamlı olarak toplanmış, doğu ve batı dillerindeki eserlerden tercümeler yapılmıştır. Fransızcadan bazı eserler ilk defa bu devirde Türkçeye çevrildiği gibi Türkçeden Fransızcaya tercüme edilerek basılan edebî kitaplar bulunmaktadır. Mevlevîlik ve Nakşbendîliğe Alakası III. Ahmed iktidarı döneminde tasavvufî zümrelerle oldukça yakın irtibat içerisinde bulunmuş, sûfî şahsiyetlere hürmet etmiş, tarîkat mensuplarına destekler vermiştir. İlk fırsatta ordu bünyesinde yapılması düşünülen ıslahat teşebbüsleri sonucu Yeniçeri Ocağı’nın dayandığı Bektaşiliğe karşı, III. Ahmed Dönemi’nde Mevlevîlik desteklenmiştir. Sultan III. Ahmed’in Mevlevîliğe duyduğu ilgi, Damad İbrahim Paşa’nın yaptırdığı medresede Mesnevî okutulmasına izin vermesine yol açmıştır. Bu sayede Mevlậnâ’nın fikirleri ile tasavvufî düşünce medrese çevrelerinde tanınmış ve hatta yayılmıştır. Bostan Mustafa Çelebi’nin (ö. 1717/1706) oğlu Muhammed Sadreddîn Çelebi (ö.1123/1711), meşîhatı döneminde, saray ve devlet ricâliyle ilişkilerini iyi düzeyde tutmuştur. Hatta Şeyhzâdelerin arakiyelerini tekbirlemek üzere İstanbul'a davet edildikleri görülmektedir.[9] Sultan III. Ahmed Dönemi’nde Mevlevîlik yanında ilmiyye sınıfının itibar ettiği Nakşbendîlik de himâye edilmiştir. Bu durum daha sonra Nakşbendîlik ile Mevlevîliğin ihtilâtına yol açmıştır. Bu ihtilâtta Çarşamba'daki dergâhında bir Mesnevîhâne yaptıran Murad Molla (1132/1719), Eyyub Nişancası’nda Mesnevî okutan Nakşibendiyye şeyhi Murad Buhârî (ö. 1264/1847), Mesnevîhan Hoca Hüsâmeddîn Efendi (ö. 1245/1829), onun şeyhi Hâce Selim, Murad Molla Dergâhı şeyhi Feyzullah Efendi (ö. 1245/1829), Şeyh Mustafa Vahyî (ö. 1233/1817) gibi Nakşî Mesnevîhanlar bu ihtilâtta önemli etken olmuşlardır. Bu ihtilâtı Nakşî şeyhi Molla İlâhî'nin halîfelerinden ve Mevlânâ'nın soyundan Karamanlı Âbid Çelebi (ö. 902/1497) daha önce kendi şahsında gerçekleştirmiş ve halîfeleri de bunu hızlandırmıştır.[10] Murâd-ı Buhârî’nin sultan nezdinde ayrı bir yeri vardı. Murâd-ı Buhârî’nin araya girmesiyle Lâlîzâde’nin sürgün cezâsı kaldırılmıştır. Melâmîliğe mensup Lâlîzâde Abdülbâkî Efendi'nin Sadrazam Şehid Ali Paşa ile birlikte 1127/1715'te Mora, bir yıl sonra da Avusturya seferine katılmasında bu durum etkili olmuştur. Osmanlı ordusunun Varadin'de bozguna uğraması ve Ali Paşa’nın şehid düşmesi üzerine Lalîzâde Abdülbâkî Efendi, 1128/1716'da Limni'ye sürülmüştür. Ancak padişahın hürmet ettiği bir isim olarak Nakşbendiyye şeyhi Murâd-ı Buhârî’nin, tavassutu ile sürgün yeri değiştirilmiş ve bir müddet sonra da affedilmiştir. Önce Bursa'ya geçmesine ve bir müddet burada ikâmet ettikten sonra da İstanbul'a dönmesine izin verilmiştir. Sultan III. Ahmed tarafından "iâde-i itibar" sayılabilecek bir şekilde kendisine Mekke-i Mükerreme pâyesi verilmiştir. Nihâyet Lâlizâde'nin bir müddet sonra Sultan ile iyi ilişkiler kurduğu ve hatta yakın çevresine girdiği görülmektedir.[11] Yaptığı tarihî çeşmelerin kitâbelerini bizzat kendisi yazan sultan III. Ahmed, iyi bir hattat olarak bilinmektedir. O, sülüs ve nesih yazıyı Hâfız Osman’dan, ta’lik hattını da Velüyyiddîn Efendi’den meşk ederek icâzet almış, celî yazıyı ilerletmede ayrıca Beşir Ağa’dan da istifâde etmiştir. Nitekim nesih yazı ile yazdığı dört Kur’ân nüshasından birini, Koca Mustafa Paşa şeyhi Nurettin Efendi’ye (ö.1160/1747) hediye etmiştir.[12] Sultan III. Ahmed’in feyz aldığı bir diğer tarîkat, Cerrâhîliktir. Bu çerçevede sultan, Şeyh Nureddîn Cerrâhî'ye (ö.1134/1721) büyük değer vermiş ve zaman zaman sohbetini dinlemeye gitmiştir. Sultanın Nureddîn Cerrâhî’ye gösterdiği teveccühün en güzel örneği dergâha dönüştürülen konaktır. Kapı kethüdâlarından Ebûbekir Efendi'nin 1115/1703'de vefât etmesi üzerine Karagümrük civarında bulunan konağı boş kalmıştır. Bir vesileyle burası Sultan III. Ahmed tarafından satın alınmış ve Nureddîn Cerrâhî'nin irşâd hizmetlerinde kullanması için tekkeye dönüştürülmüştür.[13] Cerrâhiyye ve Halvetiyye’ye Özel Desteği Sultan III. Ahmed’in Cerrâhîlik kadar Halvetiyyenin bir başka şubesi olan Sivâsiyye’ye de özel desteği olmuştur. Sivâsîliğe hizmet veren Dırağman Tekkesi/Tercüman Yunus Tekkesi, 1142/1729-30'da meydana gelen Balat yangınında tamamen yanınca, Sultan buranın yeniden inşâ edilmesini emretmiş ve tekkenin yapımı tamamlanınca, celî hattıyla yazarak göndermiş olduğu kitâbe bir levha olarak tevhîdhânenin kapısına asılmıştır.[14] Tevhîdhânesi içine kendine ait olan bir beyti, dışına da bizzat kendi kalemi ile yazdığı "Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” (47/Muhammed, 19) âyetini koydurmuştur. Celî hat ile yazdığı ve Tozkondurmaz Mustafa Ağa’nın tezhip ettiği levhaları da bazı selâtîn camilerine asılmış, yine kendisinin yazdığı iki mushaf Ravza-i Mutahhara’ya gönderilmiştir. Topkapı Sarayı’nda kendi yaptırdığı kitaplıkta bulunan on dört sayfalık sülüs celîsi ile kaleme alınmış murakka’ da onun eseridir. Halvetiyyenin Karabâşiyye kolu şeyhlerinden Ünsî Hasan Efendi’ye (ö. 1155/1742) çok büyük hürmet duyan Sultan III. Ahmed'in, zaman zaman ziyâretine gittiği, sohbetlerine katıldığı ve mânen kendisinden istifâde ettiği, aralarında sıkı ilişkinin olduğu görülmektedir. Öyle ki Ünsî Hasan Efendi'nin dergâhına gidip gelmek için Sultan’ın husûsî olarak Topkapı Saray'ındaki kale kapısını açtırmıştır.[15] Sultan III. Ahmed’in şeyhlerle olan münâsebetinde gördüğü kimi rüyaları şeyhlere yorumlatması veya şeyhlerin gördükleri rüyaları padişaha anlatıp ona rüyanın yorumunu da yapması ilişkinin farklı bir boyutunu göstermektedir. Yapılan yorumların aynen gerçekleşmesi Sultanın onlara olan teveccühünü daha fazla artırmıştır. Konuyla ilgili vereceğimiz en temel örnek, Şeyh Ahmet Akvâvî’nin Mora Adası ile ilgili gördüğü bir rüyayı Sultan III. Ahmed’e gelerek anlatması ve Ada’nın fethine dair yorumunun üç ay sonra gerçekleşmesidir.[16] Hac, umre veya irşâd seyâhatleri vesilesiyle Hicaz, Irak, Suriye ve Anadolu gibi farklı diyarlardan İstanbul'a gelen şeyhleri saraya davet eden III. Ahmed fırsat buldukça onlarla hasbihâl etmiştir. Kâdiriyye tarîkatına mensup İzzeddîn Ahmed Efendi (ö. 1153/1740) hacca gitmek üzere İstanbul'a gelmiş ve iki ay kadar İstanbul’da kalmıştır. Bu zaman zarfında Zeyrek’te Pîrî Paşa Camii’nde de va’zlar vermiştir. Bu sırada Sultan III. Ahmed onu saraya davet etmiş ve kendisiyle bizzat görüşmüştür.[17] İstanbul'a dışarıdan gelip kısa sürede halkın ve idarecilerin sevgisini kazanan şeyhlerden biri de Sâdiyye Tarîkatı’na mensup Abdüsselâm Şeybânî'dir Şeybânî’nin İstanbul'a gelir gelmez göstermiş olduğu faaliyetler, Sultan III. Ahmed’in dikkatini çekmiş ve iltifâtına mazhar olmuştur. Nitekim Koğacı Tekkesi Şeyhi Abdülvehhâb Efendi'nin 1130/ 1717'de vefâtıyla tekkenin meşîhatının boşalması üzerine, meşîhat kendisine tevcih edilmiş ve bu tarihten itibaren tekke onun adı anılmaya başlamıştır.[18] Özetle Sultan III. Ahmed şair ve hattat, edîb ve zarîf kişiliğiyle tasavvufun inceliklerine dikkat kesilmiş, dönemin ilmiye sınıfından gereğince istifade etmeye çalıştığı gibi gönül erbâbını da ihmal etmemiştir. Mevlevîlikten Nakşbendîliğe, Halvetîlikten Kâdirîliğe kadar farklı tarîkat mensubu şeyhlere hürmet ve iltifatta kusur etmemiştir. Onardığı tekkeler, desteklediği dergâhlar, tamir ve bakımını üstlendiği zâviyelerle tasavvufî teşkîlâtların döneminde güçlenmesine öncülük etmiştir. [1] Münir Aktepe, “Ahmed III”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c. II, s. 34. [2] Erhan Afyoncu, Osmanlı Padişahları, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2019, s. 132. [3] Afyoncu, Osmanlı Padişahları, s. 134. [4] Aktepe, “Ahmed III”, İslâm Ansiklopedisi, c. II, s. 37. [5] Afyoncu, Osmanlı Padişahları, s. 133. [6] Aktepe, “Ahmed III”, İslâm Ansiklopedisi, c. II, s. 37. [7] Aktepe, “Ahmed III”, a.g.e., c. II, s. 37. [8] Aktepe, “Ahmed III”, a.g.e., c. II, s. 38. [9] Sâkıb Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyyân (Sefîne-i Mevleviyye), Mısır 1283, c. I, s. 198; Mehmet Önder, Yüzyıllar Boyunca Mevlevîlik, Ankara 1992, s. 57-58; Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 568. [10] Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş & Ali Ylmaz, Kitabevi, İstanbul 2006, c. II, s. 203-210; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul 1983, s. 68. [11] Hüseyin Ayvansarâyî,¸Tercümetü’l-meşâyıh, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1375, c. I, s. 277; Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 583. [12] Necdet Sakaoğlu, “Ahmet III”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. I, s. 114; Muslu, a.g.e., s. 53. [13] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. V, s. 44; Muslu, a.g.e., s. 568. [14] Ayvansarâyî,¸Tercümetü’l-meşâyıh, c. I, s. 114-115; Muslu, a.g.e., s. 568. [15] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. V, s. 42; Muslu, a.g.e, s. 568. [16] Muslu, a.g.e., s. 568. [17] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. I, s. 109; Muslu, a.g.e., s. 569. [18] Muslu, a.g.e., s. 569.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar6 Şubat sabahı asrın felaketini yaşadık. Bu topraklar çok acılar gördü. Ama böylesi büyük bir felâket yaşanmadı. Kıyâmeti yaşadık. Bir şehir, bir belde veya bir noktada değil, çok geniş sahada büyük y...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
“Sürekli gelişen ve değişen düşüncelerimizle birlikte hedefimiz ve o hedefe vardıktan sonraki ruhî durumumuz da değişkenlik gösterir. Bu açıdan sürekli geçmişe dönerek keşkelere boğulmanın mantıklı bi...
Yazar: Erol AFŞİN
Osman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışının merkezini vuslat arzusu oluşturmaktadır. Onun seyr u sülûk eğitiminde merasim, şekil, sûret ve gösterişe yer yoktur. Yaraları sarmak, sıkıntıları gidermek,...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Bir Asker kucakladı beni sevgilisine sarılır gibi, ‘Ölmeye gidiyorum dede, hakkını helal et!’ ‘Ah yavrum, sizin hakkınızı biz nasıl ödeyeceğiz?’ ‘Dede! Vatan için can hakkı olmaz!’, dedi. ...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI