Sonbahar…
Hazan mevsimi… Kıyafetlerin yağmur koktuğu, müphem bir mahzunluğun gâiplerden göçüp yüreklerde yuva kurmaya başladığı bir hüzün iklimi… Gönül kâselerinden keder demlerinin taşmaya yüz tuttuğu günbatımlarının; bir ayrılık ve bir nihayete erişle birlikte bambaşka bir âleme dönüşümünün habercisi… Veda acısının derinden hissedildiği iklim, mutlu anıların veda bûsesi tadındaki buruk ve hüzünlü şiirlere dönüştüğü bir mahzun ezgili makam… Ağaçların kol kol uzanmış dallarında bir mevsim boyu derin bir sükûta mahrem, usulca ikamet eden yaprakların birdenbire belirsiz bir aşka giriftâr, yeşillenme tutkusundan âzad olup solarak kendilerini yerlere attıkları, ilahi nizâmın devr-i daimine teslim oldukları; yerde sarı, kahverengi, kızıl; gökte gri renklerin hâkim olduğu, serin; ayrılığın şarkısını rüzgârın inleyen nağmeleriyle teganni eden bir buruk mevsim… Canlılığın, ışığın, yeşilin, sıcağın inzivaya çekilmeye başladığı, ağustos böceklerinin artık kesik kesik öterek bir nihayete erişi haber ettiği, gölgelerin donuk ve vüzuhsuz bir vücuda tahavvül ettiği güz iklimi… Hava bir başka nemlidir, pencereler mahzun bir buğuya bürünür; odalar daha bir loş ve hazan tütsülüdür, dertler de bir o kadar demlidir bu iklimde… Hazan mevsimi, insanın çocukluktan kurtulup olgunluk yaşına erdiğini, artık genç olmadığını, ölümün kendisine çok daha yakın olarak ensesinin dibinde gezindiğini; yemyeşil yaprakların sararmasından hareketle; saçlarının kırlaşmasını, ten renginin sararmasını, gözler altında beliriveren çizik ve çukurları anlatarak kişinin de artık bir hayat sonbaharının kapısından girdiğine âdeta dikkat çeker. Bununla birlikte en güzel üzümler, en leziz elmalar, armutlar, incirler; nar, hurma, kızılcık ve böğürtlenler de bu mevsimin yeryüzüne sunduğu en tatlı ikramlardan olur… O hâlde insanın da hazan iklimine adım atmasıyla birlikte, her ne kadar ömrünün son demleriyle mülâki olacağı haberi kendisine telkin edilse de; dünyaya, insanlığa, bugüne kadarki tecrübelerinden damıtılan faydalı bilgi, hikmet, hizmet ve eylemlerden müteşekkil bir meyve tertibini sunması da ihtimal dâhilindedir. Zaten uğruna savaşılan her şey bu dünyada kalmayacak mıydı? Uğruna ömrümüzü hebâ ettiğimiz şeylerin hepsi de bize birer emanet değil miydi ve hatta insan bile dünyada emanet olarak varlığını idame ettirmekte değil miydi? Hangi kral, hangi firavun, hangi şah, hangi padişah bu dünyada ebedî olarak kalmıştı ki? Belki de insanoğlu tüm yatırımını bu dünyaya yaptığı için ayrılmak, ölmek zor geliyordu kim bilir? Öte tarafa yatırım yapanlar ise ölümü özlemle kucaklıyordu belki… Ama bu dünyaya gelmekle de yaşamak gerektiği bize işaret edilmemiş miydi? Öleceğini bile bile yaşamak zor olsa da, yaşarken ölmek çok daha acı vericiydi… Böyle bir muammaydı işte hayat…
Selçuk ALKAN
Yazarİstanbul’da bir sohbette Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri askerlik hatıralarını anlatırken şöyle buyurur: “Diyarbakır’da askerdik. Bir pazar günü arkadaşlarla beraber Dicle Nehrinin kenarınd...
Yazar: Resul KESENCELİ
Arap dilinden Türkçeye geçen ve "kardeş(im)" anlamına gelen "ahî" kelimesi, İslâmî kavramlardan biri olan uhuvvetin de tecellisidir. Ahîlik (akılık), Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü gibi bazı ilim adamlar...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Selçuk Alkan Âlem bir deniz Sen bir gemi Aklın yelkeni Fikrin dümeni Kurtar kendini Ha göreyim seni[1] Hayat; sadece defterde, kitapta bulunan birkaç satır bilgi ya...
Yazar: Selçuk ALKAN
Ailemiz, gözlerimizi açtığımız ilk toplum birimidir. Okul çağına gelene kadar her şeyi ailemizden görür ve öğreniriz. Bizlerin bugünlere gelişinde, büyümemizde, gelişmemizde, eğitimimizde, velhasıl bi...
Yazar: Selçuk ALKAN