SON OSMANLI SULTANI VI. MEHMED VAHDEDDİN
Ağabeyi Sultan Reşad’ın ölümünden sonra padişah olduğunda 56 yaşındaydı. 4 Temmuz 1918’de, Topkapı Sarayı’nda yapılan törenle 36. padişahı olarak tahta çıktı. 31 Ağustos’ta, Osmanlı tarihindeki son kılıç kuşanma merasimi Eyüp Sultan Türbesi’nde yapıldı. Padişaha kılıcını, Trablusgarp Savaşı kahramanı Şeyh Ahmed Sünûsî Efendi kuşandırdı. Padişah, bulunduğu mekânın kutsallığı, yüklendiği ağır sorumluluk ve devletin içinde bulunduğu kötü durumun tesiriyle törenin ciddiyet ve icaplarını unutarak ağladı. Çünkü devlet hâlen I. Dünya Savaşı’ndaydı ve cephelerden yenilgi haberleri geliyordu. Bunlar da kendisini derin ıstıraplara gark ediyordu. O yüzden merasimde dudaklarından şu kederli sözlerin dökülmesine mani olamadı: “Bugünler için mi kılıç kuşanıyoruz?” Mondros’la Başlayan Felaketler Padişah olduğunda Osmanlı Devleti, en karanlık ve felaketli günlerini yaşıyordu. Çanakkale gibi bazı cephelerde başarılar elde edilse de I. Dünya Savaşı, Osmanlı ve müttefiklerinin aleyhine gelişiyordu. Özellikle ABD’nin, İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmesi bütün dengeleri alt üst etmişti. Osmanlı’dan önce, müttefikleri yenilgiyi kabul edip savaştan çekilmişlerdi. Dolayısıyla Osmanlı da yenilmiş sayılıyordu. Osmanlı’nın acilen savaşı sona erdirmesi ve bir ateşkes antlaşması imzalaması gerekiyordu. Nihayet 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Ateşkesin maddeleri ağırdı ve tamamen Osmanlı’nın aleyhindeydi. En tehlikeli maddesi, 7. maddeydi. İşgalleri kolaylaştırıyor ve hatta devletin yıkılmasının önünü açıyordu. Çaresizlik içerisinde anlaşmaya imza atan Sultan Vahdeddin’in şu sözü gerçekten çok acıydı: “Bu bir ateşkes değil, adeta teslim belgesi!” Kara Gün: İstanbul’un İşgali İtilaf Devletleri’nin Musul ve Kerkük’ten sonra ilk işgal ettikleri yerlerden biri de ne yazık ki, Osmanlı’nın başşehri İstanbul’du. İstanbul, payitaht olalı böyle kara bir gün yaşamamıştı. Takvimler, 13 Kasım 1918’de adeta donmuştu. İtilaf Devletleri’nin, 55 gemiden oluşan birleşik kuvveti İstanbul’a asker çıkardı. Gerçi buna, kalıcı barış imzalanıncaya kadar güvenliği ve kontrolü sağlamak bahanesiyle geçici işgal diyorlardı. Fakat bu bile sınırları üç kıtaya yayılan, asırlarca dünyaya hâkim olan bir devlet için kabul edilemez bir durumdu. Başta padişah ve devlet adamları olmak üzere tüm Osmanlı halkı işgale çok üzülüyor ve derinden kahroluyordu. Sultan Vahdeddin, Başkâtibi Ali Fuat Efendi’ye içini kemiren hicranı şöyle dile getirmişti: “İşgalciler Osmanlı’nın topraklarına girdikten sonra sınırda bir kulübeye girmekle, benim sarayıma girmek arasında bir fark yok! Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah bilir bir de ben bilirim. Fena oluyorum! Pencereden dışarı bakamaz oldum. Bunları görmeye dayanamıyorum! İstiklâlimizi kurtarmak için mecburen bu hâllere katlanıyoruz. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum. Saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim!” İşgalin ardından aldığı ilk tedbirlerden biri de kendisini ve sarayı korumak için bırakılan birlikleri Ayasofya’ya göndermek ve şu talimatı vermek oldu: “İstanbul’un fethinin sembolü Ayasofya’ya çan takmak isteyenlere ateş ediniz!” İzmir’in İşgaline Ağlayan Padişah! İstanbul’un işgalinden sonra Osmanlı Devleti ve milletini derinden sarsan ikinci büyük işgal haberi, İzmir’den geldi. Ocak 1919’daki Paris Konferansı’ndan çıkan karar gereğince Yunanlılar, vatanımızın gözbebeği İzmir’e asker çıkardılar. Yaptıkları zulüm ve katliamlar tarihte görülmemiş cinstendi. İstanbul ve Anadolu ayağa kalktı. Sultan Vahdeddin, işgali duyunca hüngür hüngür ağladı. Hangi saatte olursa olsun gelişmelerden haberdar edilmesini istedi. Sonraki yıllarda yaşadığı ıstırabı şöyle anlatacaktı: “Saray da ben de yıkıldık haberi aldığımız zaman. Fetihler devri bir an, bir sinema filmi gibi geçti gözlerimin önünden. Ağlamak için yanımda bulunan herkesi dışarı çıkardım. Doya doya ağladım!” Olayın etkisiyle Beykoz’daki köşkünü, katledilen Müslümanların yetim çocuklarına bıraktı. Saraya gelen İzmirli bir heyete hissiyat ve tepkisini şöyle ortaya koydu: “İzmir vatanımızın bölünmez bir parçasıdır. Yurtseverlik duygularıyla dolu ve gerçek yaşama azmi içinde olan bir milletin yaşama ve var olma emellerini hiçbir kuvvet yok edemez!” Bağımsızlık Mücadelesini O Başlattı İstanbul ve Anadolu, kelimenin tam anlamıyla kan ağlıyordu. İstanbul ve İzmir’in işgalini protesto eden mitingler birbirini izledi. Padişah Vahdeddin’i kara düşünceler sarmıştı. Vatanın kurtuluşu ve devletin bağımsızlığı için çareler düşünüyordu. 17 Aralık 1919’da Amerikan Associated Press muhabirine verdiği beyanatla bağımsızlığımızı kazanacağımıza daha o zamandan işaret etti: “Doğu barışı, ancak Türkiye bağımsız kalmak şartıyla muhafaza edilebilir. Yeni Türkiye’ye, onun yeniden doğuşuna samimiyetle inanabiliriz.” Mücadelenin başlatılacağı en uygun yerin Anadolu olduğuna karar verdi. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı yanına çağırdı ve şöyle emretti: “En gözü pek, vatanına aşkla bağlı, vatan acısıyla yanan ve onu kurtarma yolunda bir gayreti omuzlayabilecek yetenekte, azimli ve atılgan komutanların listesini getirin!” Fevzi Paşa, bir liste hazırladı ve padişaha sundu. Listeyi dikkatlice inceleyen padişah bir isim üzerinde yoğunlaştı: Mustafa Kemal. Paşayı, şehzadeliği sırasındaki Almanya gezisinde yakından tanımış ve sempati duymuştu. Onun teşkilatçı, mücadeleci ve lider bir kabiliyete sahip olduğunu biliyordu. Hatta yenilikçi, cumhuriyetçi ve ihtiraslı birisi olduğunu da biliyordu. Fakat söz konusu olan vatan ve devletin kurtuluşu ve geleceği idi. O yüzden, bu kutsal görevi yerine getirmede, gayret ve başarısına güvendiği Mustafa Kemal Paşa’yı seçmekte tereddüt etmedi. Bunu bir defasında şöyle beyan etmişti: “Biz yandık, ama onu Anadolu’ya göndermekle vatanı kurtardık!” Vatanın Kurtuluşu ve Vahdeddin’in Sevinci Yüce milletimiz, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı ve Çerkez’i ile tek yürek olup işgal ve esarete boyun eğmeyeceğini, Anadolu’nun dört bir köşesinde ortaya koyduğu bağımsızlık mücadelesini kazanarak ispatladı. Önce 23 Ağustos-13 Eylül 1921’de Yunanlıları Sakarya Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğrattı. Esas büyük darbeyi ve son noktayı, 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’da koydu. 9 Eylül’de İzmir kurtarıldı; Anadolu’daki son Yunan askeri de denize döküldü. Düşmanı vatanımızdan kovmayı, bağımsızlığımızı yeniden kazanmayı nihayet başardık. Tüm yurtta bayram vardı. Zaferi dört gözle bekleyen Sultan Vahdeddin de bu sevinç ve mutluluğa ortak oldu. O da İstanbul’daki kutlamalar münasebetiyle Yıldız Sarayı ve Ayasofya’da mevlitler okuttu. Yıldız ve diğer sarayları zafer şerefine donattırdı, şenlikler yaptırdı ve yemek ziyafetleri verdirdi. Fakat tam vatan işgalden kurtulmuş, devlet yeniden bağımsızlığına kavuşmuştu ki, beklenmedik bir gelişme oldu... Vatanı Neden Terk Etti? Padişah Vahdeddin, bir şok gelişmeyle derinden sarsıldı: 1 Kasım 1922’de TBMM’de hazırlanan kanunla, saltanat kaldırılarak 623 yıllık Osmanlı Devleti’nin siyasî-hukukî varlığına son verildi. Böylece Sultan Vahdeddin’in saltanatı da bitmiş oldu. Padişahlığı, 4 yıl 3 ay 28 gün sürdü. Osmanlı’nın son ve 36. padişahı olarak tarihteki yerini aldı. Fakat başına gelen talihsizlikler bununla da kalmadı. Saltanatın kaldırılması, büyük felâketlerin habercisi niteliğindeydi. Aynı gün kalabalık bir grup, Yıldız Sarayı’nın önünde “Kahrolsun Vahdeddin!” sözleriyle, padişahı protesto etti. Daha da kötüsü, saltanatın kaldırılması sırasında TBMM’nde, her Vahdeddin ismi geçtikçe, milletvekillerinin “Taçlı Hain” diye bağırmaları padişahı kahretti. Meydana gelen acı olayların etkisiyle padişahın psikolojisi ve maneviyatı iyice bozuldu. Hatta hayatını tehlikede görmeye başladı. Sonunda, çok sevdiği vatanına elveda demek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin son temsilcisi, hem devletinin onuruna gölge düşürmemek hem de bağımsızlık savaşından yeni çıkan ülkesinde bir iç savaş yaşanmasına izin vermemek düşüncesiyle, kendisini ve tahtını, milletinin saadet ve geleceği uğruna feda etti. Gurbetteyken söylediği şu sözler bunun açık ispatıydı: “Bu yaştan sonra mezarıma padişah yazdırmak hevesinde değilim! Saray ve saltanat yıkılmış, ne çıkar! Vatan ve millet kurtuldu ya!” 17 Kasım 1922’de sabaha doğru Malaya Zırhlısıyla sessiz sedasız ve fevkalade üzgün bir şekilde vatanı terk etti. Ayrılırken, etrafındakilerden ısrarlı teklifler gelmişken ve elinde fırsat varken, Osmanlı hazinesine el sürmeye tenezzül bile etmedi. Kalabalık bir grupla yurdu terk etmesine, sonu belli olmayan bir gurbet yolculuğuna çıkmasına ve paraya çok ihtiyacı olmasına rağmen -kendini ömür boyu zevk ve sefa içerisinde yaşatacak ölçüdeki- mal varlığını ve şahsına ait değerli hediyeleri hazineye iade etti. Tarihte benzeri görülmemiş bir dürüstlük ve fedakârlık örneği sergiledi. Beraberinde götürdüğü 50-60 bin lira, kalabalık ailesine ve saray görevlilerine ancak 1-2 yıl yetebilecek bir miktardı. Çünkü sadece bir aylık masrafları 5 bin lira tutuyordu. Acı Gurbet Yılları Sultan Vahdeddin’in gurbet hayatının ilk durağı Malta Adası oldu. Oradan Hicaz’a gitti ve hac görevini yerine getirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şefkatli sinesine sığınıp teselli bulmaya çalıştı. Ardından İtalya’daki San Remo şehrine yerleşti. Buraya ayak bastığında bir padişah gibi karşılanıp şeref misafiri olarak ağırlandı. İtalya Kralı Emanuele, kendisine dilediği konakta kalabileceğini ve tüm masraflarının tarafından karşılanacağını teklif etti. Karşılığında Sultan Vahdeddin’in verdiği cevap çok anlamlıydı: “Ben Müslümanların halifesiyim, Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dininden olmayan bir kişinin teklifini kabulden beni men eder!” Gurbet hayatının en sıkıntılı zamanlarından ölümüne değin ne İtalyanların ne İngilizlerin ne de başkalarının devlet ve milletinin aleyhindeki kirli oyunlarına alet olmadı. Önüne serilen milyonlarca parayı, çirkin teklifleri tereddüt etmeden geri çevirdi. Gurbetin serbest ortamında bile “hain” olmadığını herkese ispatladı. Sık tekrarladığı sözlerden biri de şuydu: “Artık Osmanlı Devleti, Türkiye demektir. Orada barışa ve huzura ihtiyaç var! Biz bir paratonerdik. Devlet ve milletin varlığına yıldırım düştü, üzerimize çektik. Biz yandık, fakat devlet ve millet kurtuldu!” Vatan Hasretiyle Ölümü ve Haczedilen Tabutu Sultan Vahdeddin, vatana dönüş ümidini hiç kaybetmedi. Bunu özellikle de kişiliğine yapılan saldırıları, şerefine sürülen lekeleri temizlemek için çok istiyordu. Bunun mümkün olamayacağını anlayınca da yakınlarına şu ricada bulundu: “Döndükten sonra benim hain olmadığımı anlatın!” Ne acıdır ki, hayatının son anlarına kadar vatanını özlemle anmaktan vazgeçmedi. Öldüğü gece bütün çevresini toplamış, geç vakitlere kadar neşeli sohbetler etmişti. Geçmiş günleri ve tatlı hatıraları anlatmıştı. Maalesef ömrü, o günleri bir daha yaşamaya yetmedi. 1926 yılı 16 Mayıs gecesinde kalp krizi geçirerek, 65 yaşında dünyaya gözlerini kapadı. Büyük zorluklar içerisinde geçen acı hayatının adeta finalini yaptığı San Remo’da, özellikle tarihçilere seslenerek şu acı vasiyeti yaptı: “Bazı kimseler beni vatana ihanetle suçladılar. Asla kendi menfaatimi düşünmedim. Daima devletim ve milletim için çalıştım. Dinime, vatanıma, milletime arzu ettiğim kadar hizmet etmeye vakit ve imkân bulamadım ise de asla ihanet etmedim! Ben, Osmanlı Hanedanı’nı ve kendimi tarihe terk ettim! Elbette namuslu tarihçiler çıkacak ve kendilerini hiçbir belgeden mahrum etmediğimi görerek hakkımda hükme varacaklardır.” Hayatı boyunca yaşadığı talihsizlikler ölüm anında da yakasını bırakmadı. İtalyan esnafa ödeyemediği 120 bin liralık borçtan ötürü tabutuna haciz konuldu ve yaklaşık bir ay rehin tutuldu. 623 yıllık Osmanlı tarihinde hiç bir padişah, böyle vahim ve hazin bir durumla karşılaşmamıştı. Osmanlı’nın en talihsiz, en çileli ve en mağdur padişahlarından biri olarak tarihe geçti. Osmanlı Hanedanı’ndan bazı kişilerden ve İslâm Dünyası’ndan gelen yardımlarla haciz kaldırıldı. Nihayet son padişah Vahdeddin’in talihsiz cenazesi, damadı Ömer Faruk Efendi tarafından önce gemiyle Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a getirildi. Temmuz ayı başlarında Suriyeli devlet adamları, komutanlar, eski Osmanlı subayları ve kalabalık bir halk kitlesinin katıldığı törenle, Sultan Selim Camii avlusundaki Süleymaniye Külliyesi’ne defnedildi. Mezarı hâlâ orada bulunmaktadır.
İsmail ÇOLAK
Yazarİstiklâl Savaşı Dönemi’nde Maraş ve Antep’in kurtuluş mücadelesinde, Maraşlı Hüseyin’in yazdığı destan, en acıklı olanlardan biriydi. Hüseyin, Maraş savaşına katıldıktan sonra, gönüllü olarak Antep’in...
Yazar: İsmail ÇOLAK
21 Eylül 1840’da Dolmabahçe Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Şevkefza Kadınefendi idi. Sultan Abdülmecid, doğum münasebetiyle Bab-ı Âli’ye şu hatt-ı hümayunu gönderdi: “Hazreti Hakk’...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Davud (a.s.) Lokman Hekim’den bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça getirmesini istedi. Lokman Hekim de ona, kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Davud (a...
Yazar: Resul KESENCELİ
Tıp tarihine dâir kaynaklarda X Işınlarını, ilk defa 8 Kasım 1895’de Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen’in (1845-1923) keşfettiği kaydedilmektedir. Daha sonraları bu ışınlar, “Röntgen Işınları” olar...
Yazar: İsmail ÇOLAK