SOFU, ÂLİM VE MUCİT PADİŞAH II. BÂYEZÎD
1447’de Çorlu yakınlarındaki Dimetoka’da doğdu. Annesi, Sitti Mükrime Hatun’dur. Babası Fatih Sultan Mehmed, bütün çocukları gibi onun doğumuna da çok sevindi. İstanbul’daki bütün camileri ve minareleri doğumu şerefine ışıklandırdı. Şenlikler yaptırdı, ziyafetler verdirdi. Saray ve İstanbul günlerce bayram etti. İlk eğitimini annesi verdi. Saray görevlileri ve lalaları, bakımı, yetişmesi ve davranışlarının gelişmesi ve güzelleşmesi için çok emek verdiler, titizlik gösterdiler. Babası Fatih, annesi, görevliler ve hocaları, onun sağlam bir kişiliğe, karaktere, ahlâk ve manevî yapıya sahip olması için hiçbir şeyi esirgemediler.
Bilgin ve Sofu Şehzade
Edirne Sarayı, Topkapı Sarayı ve Enderun Mektebinde mükemmel bir eğitim ve terbiyeden geçti. Devrin din adamları ve bilginlerinden özel dersler aldı. Hatip Kasım, Abdullah Efendi, Molla Selahaddin, Mirim Çelebi, Molla Abdülkadir, Şeyh Yavsi ve Mehmed Muhyiddin İskilibî hocalarının önde gelenlerindendi. Dinî ilimlerden kıraat, fıkıh, tefsir, hadis ve kelam ilimlerini tahsil etti. Edebiyat, felsefe ve astronomi dersleri de aldı. Şeyh Hamdullah Efendi’den hat dersleri gördü. Arapça, Farsça, Çağatayca, Uygurca ve Latinceyi öğrendi. Şiire olan merakı ise apayrıydı. “Adlî” lakabıyla birçok şiir yazdı. Askerî eğitimini, bilgi ve becerisini de geliştirdi. Ata binmede, ok atmada ustalaştı. Osmanlı’nın bilgin padişahlarından birisi olarak kabul edilecek kadar bilgisini ve ilmini çok artırdı. Kitap okumayı, ilim öğrenmeyi ve araştırma yapmayı çok seviyordu. En çok okuduğu kitaplar Kur’an-ı Kerim, din, fıkıh, şiir-edebiyat, askerlik, mimarlık ve topçuluk kitapları idi.
Namazlarını hiç kaçırmazdı. Allah’ın yasakladığı davranışlardan sakınmaya çok özen gösterirdi. Besmelesiz ve abdestsiz hareket etmezdi. Şehzadelik döneminde dahi kendisine âlimler, hocaları, yöneticiler ve halk, dindarlığından dolayı “Sofu” diyorlardı. Âlimler ve bilginlerden faydalanmaktan, onlarla dinî, ilmî ve fikrî bahislerle ilgili hasbihâllerde bulunmaktan büyük haz duyardı. İlim adamına ve sanatkâra ilgisi ve desteği yüksekti.
31 Yıl Süren Saltanat
Babası Fatih, askerî ve siyasî kapasite ve tecrübesinin artması için Lalası Hadım Ali Paşa’nın danışmanlığında Amasya valiliğine göndermeyi de ihmal etmedi. Tahta çıkacağı 34 yaşına kadar burada yöneticilik yaptı. Kendisini yönetim ve askerlik konularında yetiştirdi. Padişahlığa çok iyi hazırlandı. 1481 yılında babasının ani ölümü ile sarsıldı. Acı haber kendisine ulaştırıldığında Amasya’da bulunuyordu. Devlet adamlarının çoğunluğu tahta onun geçmesini istiyordu. Beraberindeki dört bin atlıyla birlikte hemen İstanbul’a hareket etti. 21 Mayıs 1481’de halkın “Padişahımız çok yaşa!”, “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!” haykırışlarıyla tahta çıktı. Padişahlığı 31 yıl sürdü.
Tarihe Geçen Başarıları ve Eserleri
Şeyhülislam Kemal Paşazâde’nin ifadesiyle otuz yılı aşan saltanatı zamanında “Adalet ve insafın koruyucusu oldu. Dâhiyane siyaseti neticesinde memleket mamur bir hâle geldi.” Devrinde, diğer yükselme dönemi padişahları kadar bir sefer ve fetih gerçekleştiremese de babası Fatih zamanında İstanbul’da başlatılan ilmî ve kültürel çalışmaları devam ettirdi. Horasan ve İran’dan meşhur birçok bilgini İstanbul’a getirtti. Hatta ülke sınırları dışında yaşayan İslam âlimlerini çalışmalarında destekledi, maaş bile verdi. Ülkenin imar ve inşası noktasında da çok önemli hizmetler gerçekleştirdi. Ayrıca Fatih gibi Osmanlı’nın mucit padişahlarından oldu; içi yivli topu icat etti. Oğlu Yavuz, Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını, bilhassa babasının döktürdüğü toplar sayesinde kazandı.
Akıl hastalarının şefkat ve müzikle tedavi edildiği, Osmanlı’nın en gelişmiş, “Bimarhane” ismiyle anılan Akıl Hastanesi’ni 1480’de Edirne’de açtırdı. Burada akıl hastalarına şefkatle davranılır; ceviz karyolalarda yatırıp, müzikle tedavi edilirdi. Bir müzisyen topluluğu hastalara düzenli olarak hoş şarkılar söylüyor, ney, keman, ud gibi çalgılar çalıyordu. Bunları dinleyen, insanca davranılan, merhametle kucaklanan hastalar kısa sürede iyileşiyordu.
Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnamelerini hazırlattı. Örfî hukuk ve İslâm hukuku alanında otorite olan Mevlâna Yaraluca Muhyiddin tarafından 1502 ila 1507 arasında hazırlanan bu kanunlar, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunlarıydı. Ayrıca dünyada ilk tüketici haklarını koruma kanunu, ilk gıda maddeleri nizamnamesi, ilk standartlar kanunu ve ilk çevre nizamnamesi olma özelliğine de sahiplerdi.
Askerî başarıları şunlardı: 1483’te Morova Seferi, Hersek’in Fethi, 1484’te Boğdan Seferi, Kili ve Akkerman Kalelerinin Fethi, 1499’da Yunan Seferi, Sapienza Deniz Zaferi, İnebahtı’nın Fethi, 1500’de Modon ve Koron’un Fethi ve 1511’de Şah Kulu İsyanı’nın bastırılması.
Yaptırdığı mimarî eserlerin başında Edirne ve İstanbul’daki Bâyezîd Külliyeleri gelir. 1510 yılındaki depremden sonra İstanbul’un büyük bir kısmını yeniden inşa ettirdi. Ayrıca ülkenin pek çok yerinde birçok cami, türbe, han, kervansaray, köprü gibi çeşitli eserler tesis ettirdi.
Gönül Dünyasının Mimarları
Halveti şeyhi Cemaleddin Halvetî’ye olan bağlılığı, hayatının her döneminde hissedildi. Amasya’da valiyken başlayan ilişkiler tahta çıktıktan sonra da sürdü. Zaman zaman Halvetî’nin dergâhına çeşitli yardımlar gönderdi. Ayrıca Bayramî şeyhi Baba Yusuf, Nakşbendî şeyhi Muslihiddin Tavil ve Mevlevî şeyhi Cemaleddin Çelebi ile de sıkı ilişkileri oldu.
“Veli Bâyezîd”
Sultan Bâyezîd’in bir adı da tarihe “Veli Bâyezîd” olarak geçti. Zira Kemal Paşazâde’nin beyanıyla “Aşikâr kerametleri zuhur etmişti.” Namazlarını hiç kaçırmaz, kazaya bırakmazdı. Gece ibadetlerini bile aksatmamaya gayret ederdi. Hayatı boyunca dinin emir ve prensiplerinden ayrılmamaya özen gösterdi. Haramlardan kaçınır, besmelesiz ve abdestsiz adım atmazdı. Dindarlığını ispatlayan en açık delillerinden biri de Bâyezîd Camiinin açılışında yaşanmıştı:
Bâyezîd Camii’nin inşaatı 1505 yılında bitmişti. Caminin açılış merasiminden sonra ilk namaza kimin imamlık edeceği mesele olmuştu. Namaz vakti gelinceye kadar da imamlık yapmaya en layık kimse bir türlü tespit edilemedi. Fakat farz namazı kıldıracak bir imama ihtiyaç vardı. Cemaat merak içinde bekliyordu. Sonunda caminin imamı, cemaate dönerek şöyle seslendi: “İçinizde farz namazını hiç kazaya bırakmayan var mı?”
Kimseden ses çıkmadı. Neden sonra sessizliğe gömülen kalabalık arasında bir kıpırdanma başladı. Birisi, önündeki insanlardan izin isteyerek ve adeta kalabalığı yararak ilerliyordu. Bu gelen, Sultan II. Bâyezîd’den başkası değildi. Başı önde, son derece mahcup bir vaziyette, imamlık makamına geçti. Herkes hayret ve gıpta ile padişahı izledi. Sultan Bâyezîd, tekbir getirdi. Cemaat de ona uyarak namaza durdu. Nihayet Bâyezîd Camii’nin ilk namazı da böylelikle büyük bir huzur içinde kılınmış, mabedin açılışı tamamlanmış oldu.
O günden sonra bu olay, İstanbul’da dilden dile dolaştı. Sultan Bâyezîd manevî derinliğiyle halkın gözünde büyüdükçe büyüdü. Özellikle bu olayın etkisiyle halk tarafından kendisine, ermiş padişah anlamında “Veli” dendi. Veli sıfatı, padişahın bir lakabı ya da unvanı olarak ismiyle özdeşleşti.
İlginç Vasiyeti ve Kabrindeki Tuğla
Diğer padişahlar gibi II. Bâyezîd’in gayesi de İlâ-yı Kelimetullâh’tı. Sultanın ilginç bir âdeti vardı: Cihat sevabını aziz bildiğinden, çıktığı seferlerde üstüne bulaşan tozları ve çamurları yok etmeyip büyük bir dikkatle toplar, bir sandukanın içerisine silkeleyerek biriktirirdi. Hatta bunlardan bir tuğla ya da kerpiç bile döktürdü. Niyeti, Allah’ın cihat emrine uyduğunu ispatlamaktı. Dahası, bu “cihat tuğlasını” ömrünün sonuna kadar yanında taşıdığı ve kabrine konulmasını dahi vasiyet ettiği nakledilir.
Bir gün hanımı Gülbahar Hatun, padişaha sordu: “Padişahım, merakımı hoş görün, ama o tozları niçin biriktiriyorsunuz?” Sultanın cevabı ibret vericiydi: “Benim senden gizlim yoktur. Bu tozlardan bir tuğla döktürüp mezarıma konulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü Allah, ayakları Hak yolunda tozlananları cehennem ateşinden koruyacağını buyurmaktadır. İşte Hak yolunda kâfirlerle savaşırken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir: Öldüğümüzde bu tozları kabrime koysunlar.”
Başka bir rivayete göre de elbisesine ve ayakkabılarına isabet eden tozların vefatında (sağ) yanakları altına konmasını vasiyet etmişti. Bunu Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in;
“Allah yolunda ayakları tozlanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz.” (Buhârî, Cihâd 16) hadisi şerifinin müjdesine kavuşmak için yapmıştı. Hoca Sadeddin Efendi’nin tabiriyle “Buy-u lâtif-i gazâ kabrini mis gibi muattar ve bermûcib-i Hadis-i Şerif âteş-i cahîmî ondan dûr olsun./Böylece gazanın latif kokusu kabrini misk gibi güzel kokulu kılsın ve hadisi şerif uyarınca cehennem ateşini de uzaklaştırsın.” isteğini dillendirmişti.
Böyle bir vasiyette bulunabileceğini, Kırım Hanı Mengi Giray’a gönderdiği şu mektupta da ifade etmişti: “Cihat ve gaza emri, İslam dininin en baş yoludur. Sultanlara düşen de bu yolda bulunmaktır. Fakat geniş topraklarımız üzerindeki reayanın hâllerinden yalnız ben sorumluyum. Yarın Allah’ın huzuruna vardığım zaman, “Bâyezîd! Sana bunca iklimleri ihsan edip cümle ibâddan (kullardan) seni seçtim ve birkaç günlük saltanatı ve hilafeti sana lâyık gördüm. Kullarım arasında nice benim emrimi icra eyledin ve ne tarik ile adalet eyledin?” diye buyurduğunda hâlim ne ola ve ne hâl ile cevap vereyim diye düşünür dururum...”
1481 yılında 49 yaşında vefat etti. Rahatlığı birçok padişahta görülen Nikris idi. Kabri İstanbul Bâyezîd Camii bitişiğindedir.
Kaynakça
Mecdî Mehmed Efendi, “Hadâiku’ş-Şakâik”, Şakâik-i Numaniye ve Zeyilleri, Hazırlayan: Abdülkadir Özcan, c.1, İstanbul, 1989; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, İstanbul, 1290; Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, Hazırlayanlar: A. Fikri Yavuz, İsmail Özen, c.1, İstanbul, 2000; Evliya Çelebi, Seyahatname, Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, İstanbul, 2012; Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa, Tevarihü’s-Selatinü’l-Osmaniyye (Osmanlı Sultanları Tarihi), Çeviren: İbrahim Hakkı Konyalı, İstanbul, 1949; Joseph von Hammer, Osmanlı Tarihi, Çeviren Mehmet Ata, c.I, MEB Yayınları, İstanbul, 1997; Namık Kemal, Yavuz Sultan Selim, İstanbul, 1968; Ahmet Şimşirgil, Kayı-III, İstanbul, 2015; Rehber Ansiklopedisi, c.4, İstanbul, 1984; Fatih Çınar, Dervişane, İstanbul, 2017.