SIRÂT-I MÜSTAKÎM ÜZERE YAŞAMAK
İslâm Dini’nin özünü tevhîd inancı oluşturur. Tevhîd, Allah Teâlâ’yı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip; zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde O’na bir başkasını denk, emsâl ve ortak koşmamak anlamına gelir. Bir Müslüman, itikattan ibadete, düşünceden davranışlara varıncaya kadar tevhîde dayalı bir bakış açısı geliştirmedikçe ortaya çıkan boşluğu itikatta parçalanma olan şirk ve sosyal hayatta parçalanma ve bölünme mânâsına gelen tefrika gibi İslâm ümmetinin birliğini bozan hastalıklar doldurur. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de, “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”1 buyrulmaktadır. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle bir rivâyetten bahsedilir. Sahâbeden Câbir İbn Abdullah (r.a.) anlatıyor:2 “Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)’ın yanında bulunuyorduk. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve buyurdu ki: “Bu, Allah’ın yoludur.” Sonra şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”3
İslâm, mensuplarının hangi dile, hangi renge ve hangi bölgeye ait olursa olsunlar -ki ırk ve renklerin çeşitliliği Allah’ın bir hikmetidir- birlik rûhu içerisinde olmalarını sosyal tevhîdin bir gereği olarak görür.4 Bu sebeple muvahhid bir mü’min, tevhîdi bozucu her türlü davranış ve hareketlerden kaçınmalıdır.5 Çünkü Allah’ın birliği inancı, mecâzî anlamda bir binanın su basmanı gibidir. İnsana gönülde, dilde ve davranışlarda istikâmet alışkanlığı kazandırır. Bu sebeple kıldığımız namazların her rek’atında okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde, “Bizi doğru yola ilet.”6 duâsı, insanın hakka, iyiye, güzele yönelmesinin ve her türlü sapıklıktan uzak kalmayı isteme arzusunun bir yansımasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “dosdoğru yol” tanımı bu istikâmeti inançtan ibadete hayatın her alanında göstermemiz gerektiğinin önemine bir işarettir. Bu bağlamda Sırât-ı Müstakîm, her türlü yorum ve davranışlarda aşırılık ve amellerde gevşeklikten uzak, ölçülü ve dengeli bir ümmet olmanın yoludur.
Birlikte Rahmet, Ayrılıkta Azap Vardır
Tevhîdin zıddı, tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamak mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de değişik türevleriyle birlikte 77 âyette “tefrika” kelimesi geçer.
7 Kur’an-ı Kerim’de, “
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.”8; “
Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.”9 buyrulmaktadır. Çünkü birlik olmak rahmet, bölünmek ise azaptır.
Bize, ilkelerine sımsıkı sarılmamız emredilen, arştan arza uzatılan Kur’an-ı Kerim’de açıkça İslâm ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır:
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, (Habîbim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.”10 Bu âyette geçen:
“Dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevâsını onaylatıcı bir tarzda yorumlayan, işine gelmediği için bazı hükümler üzerinde mânevî tahrîfe giderek Allah’ın âyetlerini kendi kişisel arzularına alet edenler, Müslümanların birliği için değil bölünüp parçalanmaları için çalışanlar anlamına gelir.
11 Yine aynı âyetin devamında:
“Gruplara ayıranlar” tabiri ise, “vahye değil de bir sapma vesîlesi olan hevâ duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler” mânâsınadır. İşte peşînen irâde ve arzularını İslâm milletinin birliğine, beraberliğine değil de şahsî kaprislerine tâbi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Yüce Allah (c.c.),
“Kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık.”12 buyurarak insanın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatimizi çekmiş, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mü’min tavrı olmadığına işaret etmiştir. Hâlbuki erdemli mü’minlerden beklenen olgun davranış; ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini bozmaya değil, birliğe uzatılmasıdır.
İslâm’da bedenlerin birliğinden önce kalplerin birliği esastır. Buna ön hazırlık olarak her mü’min,
“Rabb’imiz, kalbimizde iman edenlere karşı kin bırakma.”13 şeklindeki vahdet duâsını fiili duâya dönüştürmelidir. Ancak bu şekilde, tefrika denilen ve toplumun sosyal dokusunu param parça eden nifak hastalığından kurtulabiliriz. Çünkü aksi tavır, Müslüman tavrı değil, gayr-i Müslimlerin tavrıdır. Kur’an’da gayr-i Müslimlerin bu tavrı anlatılarak Müslümanlar uyarılmak istenir:
“Yahudiler, Hıristiyanlığın bir temeli yoktur, dediler. Hıristiyanlar da Yahudiler bir şey üzerinde değiller, dediler.”14 Bu şekilde birbirlerine tahammül göstermeyen iki semâvî dinin taraftarları, sonunda toplumsal bölünmeyi tetikleyen kavgalara düştüler. Üstelik onların,
“hepsi de kitabı okuyorlardı.” Hâlbuki aynı kitabı okuyan insanların birbirlerini tahkir değil tekmil etmeleri, birbirlerini tekfir değil tahkim etmeleri gerekirdi. Onlardan her fırka cenneti kendi tekellerinde görerek dinin fürûunda değil, dinin asıllarında ihtilâfı da aşan görüş ayrılıklarına düştüler.
15
Bugün ve tüm çağlarda Kur’an’ı okuyan mü’minler, bu iki din mensûbunun davranışlarından ibret almalı, kendi aralarında kardeşliği bozucu her türlü söz ve davranışlardan uzak durmalıdırlar. Bundan dolayı, Kur’an’da İslâm’ın bağlıları mütemâdiyen hidâyete uymaya, iyilik ve takvâda yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve var olmak için birlikte hareket gücünün korumaya davet edilir. Hedefler bir olduktan sonra, bu hedeflere ulaşmada yöntem farklılığı İslâmî vahdete mâni değildir. İslâm bütün dinî akımların üzerinde kuşatıcı bir şemsiye gibidir. Herkes bu şemsiyenin altında toplanma hakkına ve sorumluluğuna sahiptir.
16
Ehl-i Kıble Tekfir Edilemez
Ehl-i sünnet inancında ehl-i kıble tekfir edilemez. Ehl-i kıble, aynı iman esaslarına inanan ve namazda Mescid-i Harâm’a dönerek namaz kılan Müslümanlar için kullanılan bir tanımlamadır. Esasen Kur’an-ı Kerim’de,
“Ey iman edenler! Allah için savaşa çıktığınız zamani iyi anlayıp dinleyin, size selam verene (Müslüman olduğunu deklare edene), düyâhayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘Sen mü’min değilsin.’ demeyin.”17 buyrulmuştur. Bu bakış açısını destekler mâhiyette Hz. Peygamber (s.a.v.)’den de sayısız rivâyetler gelmiştir. Nitekim o, İslâm’a mensûbiyetin temel ilkesi sayılan kelime-i şehâdeti ikrarla birlikte, “Ben Müslümanım.” diyen bir kimseyi, aslâ, İslâm cemâatinin dışına atmamıştır. İslâm’ın Medine Dönemi’nde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in münâfıklarla ilişkisi hep bu İslâmlaştırma siyâseti yönünde yoğunlaşmıştır. İslâm’a göre kişi dili ile açıkça İslâm’a mensûbiyetin temel ilkelerini ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmedikçe bize düşen, o kimseyi İslâm cemâatinden dışlamamaktır. Kişilerin kalbine ancak Allah muttalî olur, biz değil. Hele bir de İslâm’ın otoriter olmadığı toplumlarda Müslümanların kendilerini davetçi değil de yargıç rolü biçip insanları inanç bazında değişik sınıflandırmalara gitmeleri, olayın vahâmeti açısından son derece tehlikelidir. Bizim ümmetimiz, tek bir ümmettir. Ümmet, farklı etnik yapıları kendi sosyal düzeni içinde bir araya getiren evrensel topluluğun adıdır. Ümmet, kendi içinde ümmet-i da’vet ve ümmet-i icâbet diye ikiye ayrılır. Ümmet-i da’vet, İslâm’a daveti bekleyen potansiyel Müslümanlar; ümmet-i icâbet ise, İslâm inanç esaslarına inanan ve namazda aynı kıbleye yönelen büyük topluluktur. Buna sevâd-ı a’zam da denilir. Ümmeti birleştiren temel öğe, akîde bağıdır. Ümmet-i Muhammed, salt bir isimlendirme, bir kuru kalabalığın adı değil, şuurlu organik bir bütünlüğün simge ismidir. İdeal anlamda ümmet, her ne kadar yapay sınırlarla etrafı çevrilmiş olsa da aynı inanca bağlı olan kardeşlerine karşı gönüllerindeki sınırları kaldırmış bir topluluktur. Bu ümmet, tek bir beden gibidir. Herhangi bir organına bir ağrı isabet etti mi bütün organları aynı acıyı duyar ve ona göre ortak bir bakış ve tavır sergiler.
Ben Müslümanım Diyen Bir Kimseye, “Sen Müslüman Değilsin.” Denemez.
Sırât-ı müstakîmin tek olması; ayrı ayrı metot izleyen Müslüman cemâat ve grupların aynı yolda birlikte yürümesine mani değildir. Bazı Müslüman cemâat ve grupların kendilerini “fırka-ı nâciye” ilan edip, aynı İslâm yolunda yürüyen, ama değişik metot izleyen Müslüman cemâatleri ehl-i bid’at olarak suçlamaları ya da tekfir ederek dışlamaları doğru değildir. Çünkü böylesi bir üslup birleştirici değil, parçalayıcıdır. Kur’an-ı Kerim, “Ben Müslümanlardanım.” diyen bir bireyin istikâmet sahibi olması gerektiğini şöyle beyan eder:
“Yalnız O’na yönelin ve O’ndan korkun; namazı kılın ve Allah’a ortak koşanlardan olmayın (O, ortak koşanlar ki) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”18 Maalesef bugün Müslümanlar, ağyâra tanıdıkları hoşgörü anlayışını kendilerine çok görüyorlar. Bugünkü İslâm dünyasının parçalanmışlığını işte böyle bir zihniyette aramamız gerekir. Şu cümlenin altını çizerek ifade etmek istiyorum ki, bütün bir İslâm’ı sevmezler, Müslümanların tefrika kaynaklı bölünmüşlüğünden azami derecede istifade etmektedirler. Bunun en acı örnekleri Irak, Pakistan, Suriye, Yemen ve Filistin’de yaşanmaktadır. Hiçbir görüş farklılığı Müslümanların birbirlerine silah çekmelerini meşrû kılamaz.
Hâsıl-ı kelâm, hakikat tektir ama hakikate giden yollar, yöntemler çoktur:
“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.”19 Dolaysıyla Hak Din olan İslâm caddesinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün mü’minler birbirinin kardeşidir. Mecâzî anlamda aynı caddede yürümek her mü’minin hakkıdır. Bu açıdan, bir Müslüman “Bizim metodumuz haktır.” diyebilir, ama “Hak olan sadece bizim metodumuzdur.” diyemez. Böyle demek, zihin tekelciliğidir. Her Müslüman, ehl-i kıble inancını benimseyen kardeşlerini ümmetimizin bir üyesi olarak değerlendirmeli ve taassuptan kaçınmalıdır. Zira tahkîkî imana dayalı olmayan bir İslâm anlayışı da taassubu derinleştirir ve Müslümanların istikâmetten ayrılmalarına hizmet eder. Bu sebeple, Müslüman cemâatlerin dinde zarûrî olan noktalarda ittifak edip aralarındaki fer’î mes’eleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdırlar. Sırât-ı müstakîm üzere yaşamak, böyle bir ferâsetli siyâset izlemeyi gerektirir.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 6/En’âm, 153.
2. İbn Mace, Sünen, Kahire, 1372, “Mukaddime” 1, I, 6.
3. 6/En’âm, 153.
4. Bkz. 49/Hucurât, 13.
5. Bkz. 5/Mâide, 2.
6. 1/Fâtiha, 6.
7. Bkz. M. Fuad Abdiilbâkî, el-Mu’cemu’l-Miifehres li el-Fazi’1-Kur’ani’l-Kerim, İstanbul, 1984, s. 517–518.
8. 3/Âl-i İmrân, 105
9. 3/Âl-i İmrân, 103.
10. 6/En’âm, 6/159.
11. Kadı Beyzavî, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vîl, Mısır, ts. I, 382.
12. 5/Mâide, 14.
13. 59/Haşr, 10.
14. 2/Bakara, 113.
15. 43/Zuhruf, 4–66.
16. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, (tahk. H. Ritter), Wıesbaden, 1980, s.2.
17. 4/Nisâ, 94.
18. 30/Rûm, 30–32.
19. 3/Âl-i İmrân, 19.