Seçkinci Dindarlık Anlayışının Zararları
Yüce Allah (c.c.), insanoğlunu vahiysiz ve rehbersiz bırakmamıştır. Hz. Âdem (a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelmiş geçmiş bütün insanlığa çok sayıda peygamberler ve ilâhî kitaplar göndermiştir. Bundan sonra kıyâmet sabahına kadar muhâtap olacağımız tek kitap, Kur’ân-ı Kerim ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Peygamberler içerisinde hayatı bütün yönleriyle bilinen, bize söz ve davranışlarıyla miras olarak kalan tek şahsiyet, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dır. Biz O’nun aile hayatını, arkadaşlarıyla olan ilişkilerini, çocukluğunu, gençliğini, yemesini, içmesini, giyimini, kuşamını, ağlamasını, gülmesini yani hayatının bütün alanlarını açık-seçik bir şekilde biliyoruz. Yine Kur’ân’da onun vazifeleri; tebliğ, tebyîn ve temsil bağlamında bütün yönleriyle anlatılmaktadır. O, bizim için her konuda örnekliğe sahiptir. O’nun temsil ve model olma boyutu şu âyette çok net bir şekilde anlatılır: “Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örneklik vardır.”1 Herkesin konumuna göre onun örnek ahlâkından çıkaracağı sayısız dersler ve ibretler vardır. Bu konuda âlimler de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’ın sünnetine ve sîretine uygun bir tavır ve davranış içerisinde bulunmalıdırlar. Âlimler Peygamberlerin Vârisleridir İslâm geleneğinde ilmiyle amel eden mücâdeleci âlimler, çok değerli bir konumdadırlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.”2 buyurmuşlardır. Acaba ulemâ, hangi noktalarda Peygamberimiz’in mirasçısıdır? İslâm dininde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in otoritesinin meşrûiyet kaynağı, Yüce Allah’tan vahiy almasıdır. Ulemâ bu noktada ona vârislik yapamaz. Ama ulemâ, risâletin tebliğ, tebyîn ve temsil edilmesi gibi hususlarda ona vârislik yapabilir. İslâm tarihinde, ulemânın, başta Kur’ân ve hadis olmak üzere, İslâmî ilimler alanında geniş bilgi sahibi olması hasebiyle, kendisine hayatî bir uzmanlık alanı ve otoritesi temin etmiştir. Bundan dolayı ulemâ, İslâm ilim geleneğinin hem hâfızı ve hem de muhâfızı olmuştur. Hâliyle, geleneksel anlayışta, kurumsallaşmış İslâm’ın bekçileri ve otoritesi olarak görülen bu bilginler, başkaları tarafından da tanınmak durumundadır. Çünkü ulemânın dinî salâhiyetler açısından konumuna işaret eden Kur’ân’da muhtelif âyetler vardı. Bunlardan bazıları şunlardır: “(Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.”3 “Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”4 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre de.”5 İmâm-ı Mâtürîdî bu âyette geçen “ulü’l-emr” tâbirini, “umerâ”; Nisâ Suresi’nin 83. âyetinde geçen “ulü’l-emr” tâbirini de “ulemâ/fakihler” olarak yorumlamıştır. Şiiler ise, her iki âyette geçen “ulü’l-emr” tabirini masum imam olarak anlamışlardır.6 Dolayısıyla gerçek âlimler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın vârisleri olduğuna göre, onların mü’minlerle olan ilişkilerinde kast zihniyeti uygulamamaları ve sınıf ayrımcılığı yapmamaları gerekir. Nasıl ki, Hz. Peygamber (s.a.v.), fakir-zengin, işçi-patron, âmir-memur ayrımı yapmadan insanları bir tarağın dişleri gibi görmüş ve eşit ölçekte bir siyaset izlemişse, âlimler de Müslümanlar arasında ayrım yapmadan aynı şekilde davranmalıdırlar. Aksi takdirde, vâris-i enbiyâ olma ahlâkını kaybederler. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sahâbeleri Arasında Sınıf Ayrımcılığı Yapmamıştır Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında, özellikle sahâbe arasında ayrıcalıklı bir siyâset (VİP, Very Important Person) izlememiştir. Nitekim başlarında Akra b. Câbis ve Uyeyn b. Hasen el-Fizârî gibi Mekke’nin ileri gelen seçkinleri bir gün Rasûlullah’a gelerek Müslüman olabileceklerini ama Müslüman olduklarında kendilerine ayrıcalıklı muâmele yapılmasını istediler ve “Bizler, Abdullah İbn Mes’ûd, Bilâl-i Habeşî, Süheyb-i Rumî, Ammâr b. Yâsir ve Habbâb b. Eret gibi kölelikten gelme yoksul Müslümanlarla aynı mekânda, onlarla bir arada bulunmak istemiyoruz. Araplar bizim üstünlüğümüzü, seçkinliğimizi bilir. Arap elçilerinin gelip de bizi bu kölelerle görmelerinden utanıyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman bunları yanından kov, biz gidince yine yanına otururlarsa otursunlar.” demişlerdi. Ayrıca bu sınıfsal ayrımcılığın senet halinde yazılmasını da istemişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah (c.c), “Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları (sakın yanından) kovma! Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki, onları yanından uzaklaştırıp da zalimlerden olasın.”7 âyetini indirmiş8 statü farklılığından dolayı, sınıfsal ayrımcılığa, seçkinci dindarlığa gitmek isteyenlerin ayrımcı isteklerini boşa çıkarmıştı. Nitekim sahâbe-i kirâm, “Bu âyet indikten sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bizimle oturur, biz kalkmadan o yerinden kalkmazdı.” diyeceklerdir.9 Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), bir gün Mescid-i Nebevî’de sahâbeleriyle birlikte sohbet ediyor ve onlara su ikram ediyordu. Peygamber Efendimiz’i hiç görmemiş yabancı bir elçi, dışarıdan mescide girmiş, Rasûlullah’la görüşmek için mescitte oturan Müslümanların yanına yaklaşarak ayakta su dağıtan Rasûlullah’a, “Bu kavmin efendisi kimdir?” diye sormuştu. Allah’ın Rasûlü de, “Kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” buyurmuşlardı.10 Bu rivâyetten de anlıyoruz ki, Rasûlullah Efendimiz bir peygamber olmasına rağmen kendisine ayrıcalıklı muâmele yapılmasını istememiş, sahâbe ile birlikte zaman zaman aynı sofrayı paylaşarak yemek yemişler, birlikte oturup birlikte ağlamış ve birlikte sohbet etmişlerdir. Hatta Mescid-i Nebî’nin inşaatında bile kendisi bizzat sırtında kerpiç taşımışlardır. Ayrıca yolculuklarda arkadaşlarıyla nöbetleşe deveye binmişledir. Sonuç Hâsıl-ı kelam, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatından bu iki örneği niye verdik? İslâm öncesi Câhiliye Dönemi’nde insanlar arasında; efendi-köle, zengin-fakir, kadın-erkek, Arap-Acem vb. gibi konularda katı ayrımcılıklar yaşanıyordu. Sevgili Peygamberimiz bütün bu ayrıcalıkları elinin tersiyle reddetmiş, insanın şeref ve değerini, kendi irâdesi ile elde etmediği âidiyetlere değil; kendi irâde ve çabasıyla elde ettiği değerlere bağlamıştır. Bu değerleri de şu Nebevî ölçü ile sınırlandırmıştır: “Allah sizin zenginliğinize ve fizikî şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza/amellerinize değer verir.”11 Özellikle günümüzde insanlara dinî, ahlâkî ve mânevî alanda önderlik yapan büyüklerimiz her konuda olduğu gibi insanlar arasındaki ilişkilerde de ayrıcalıklı muâmeleyi ortadan kaldıran Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i örnek almalıdırlar; âlimlere, ilim adamlarına değer vermelidirler. Âlimler ve muhibbanıyla bir araya geldikleri zaman seçkinci davranmamalıdırlar. Takvânın kimde olduğu belli olmaz. Geleneğimizde gerçek tasavvuf âlimleri, kendisinde varlık gören ve müstağnîlik taşıyan, bu sebeple de ilmiyle ve mânevî kimliğiyle büyüklük taslayan kimselere “fakr”lığı öğütlemişlerdir. Bir tasavvuf terimi olan fakr, ferdin mal bakımından yoksul olması değil, her hususta kişinin kendisini Allah’a muhtaç hissetmesidir. Kişiyi, kurtuluşa erdirecek olan varlıkla öğünmek değildir. Esas, olan hiçlik makâmında olduğunu bilip enâniyetten/benlikten sıyrılma ahlâkını kuşanmaktır. Kendimizde varlık görerek çevremizdeki insanlara ayrıcalık uygulamayalım. Böylesi ayrımcı davranışlar, diğer mensuplara acı verir, onların İslâm’dan ve irfân yolundan soğumalarına yol açar. Eğer günümüzde kimi gençler İslâm ve Müslümanlarla aralarına mesâfe koyuyorlarsa biraz da böylesi seçkinci davranışlardan dolayıdır. Ne olur, topluma din adına örnek olan ya da olduğu iddiasını taşıyanlarımız, kendimizi seçkinci ve fazilette üstün bir pozisyonda görme anlayışından vazgeçelim, mütevazı olalım. Sözlerimizi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu mısralarıyla bitirelim: Hakkı gel sırrını eyleme zâhir Olmak istersen bu yolda mâhir Harâbat ehlini hor görme zâkir Defîneye mâlik vîrâneler var. Dipnot * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ 1. 33/Ahzâb, 21. 2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mısır, ts., V, 196. 3. 9/Tevbe, 122. 4. 16/Nahl, 43. 5. 4/Nisâ, 59. 6. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, III, 355. 7. 6/En’âm, 52. Ayrıca bkz. 18/Kehf, 28. 8. Müslim “Fezâilu’s-sahâbe”, 45-46. 9. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 128. 10. Deylemî, Müsned, II, 324. 11. Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarEy kıble-i ervâh tecellâ nazarındır Ey dîde-i eşbâh mücellâ nazarındır Her demde lebin çeşmesi bin Hızr eder ihyâ Dil-ber lebi enfâs-ı Mesîhâ nazarındır Kim dâmenini tutmadı esrârını bilmez T...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle v...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Sultan Ahmed’in ölümünden sonra yerine geçen I. Mustafa’nın azlinden sonra tahta II. Osman (Genç Osman) geçmiştir. Genç Osman zeki tabiatlı, çeşitli ilim dallarında tahsil görmüş, azimli ve iradeli bi...
Yazar: Bekir AYDOĞAN