SANATIMIZA ADANMIŞ BİR ÖMÜR: FUAT BAŞAR
Bizim yeni yeni keşfettiğimiz klasik Türk-İslâm sanatlarımıza ömrünü adamış sanatkârlar vardır. Geçmişte de böyleydi bugün de öyledir. Fuat Başar Hoca hem ebru hem de hat sanatlarımıza yarım yüzyıldan beri hizmet ediyor. Eser veriyor, talebe yetiştiriyor ve sanatı herkese sevdiriyor. Şiir de yazan ve bir gönül insanı olan Fuat Hoca ile yaklaşık 35 yıla dayanan bir selamlaşmamız ve dostluğumuz var. Onunla her görüşmemizde, Hoca’nın ruh derinliğini, fikir zenginliğini ve hayal enginliğini bütün boyutlarıyla gördüm. Yaklaşık yarım asırdır hem ebru hem de hat sanatına büyük emek veren Fuat Başar, 1953 yılında Erzurum’da dünyaya geldi. İlkokulu Köprüköy ve Çat’ta, ortaokul, lise ve tıp tahsillerini Erzurum’da yaptı. Tıbbiye öğrenciliği döneminde (1976) hat sanatıyla tanıştı. 1977 yılında ebru sanatına olan ilgi ve merakıyla Mustafa Düzgünman’a mektup yazarak ebru çalışmalarına başladı. Aynı dönemde büyük hattat Hâmid Aytaç ile de mektuplaşarak hüsn-ü hat dersi almaya başladı. Sanat aşkına Tıp Fakültesi’ni bırakarak 1980 yılında İstanbul’a geldi. Prof. Uğur Derman’la tanışmasının ardından sanat çevreleriyle buluştu. Hâmid Aytaç’tan ders ve icazet aldı. 1986 yılından itibaren Prof. Dr. Ali Alpaslan hocadan vefatına kadar birçok yazı çeşidini öğrendi. Mustafa Düzgünman’dan ebru icazeti almaya hak kazandı. Hocalarının vefatından sonra kendi atölyesini kuran sanatkârımız, çok sayıda öğrenci yetiştirdi, millî ve milletlerarası 400 civarında sergiye katıldı, sinema yönetmeni Derviş Zaim’in “Nokta” filmine katkıda bulundu. İstanbul Sultanahmet’te ikamet eden sanatkârımız, çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Bazı müesseselerden mükâfatları bulunan Fuat Başar, 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Ödülleri kapsamında “Geleneksel Sanatlar Ödülüne” layık görüldü. Ayrıca “ESKADER 2012 Klâsik Türk-İslâm Sanatları Ödülü” kendine tevcih edildi. Milletlerarası sergilere ve toplantılara katıldı, ABD, Almanya, Japonya, Malezya ve diğer birçok ülkede sanatlarımızı tanıttı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ‘Ebru Fizikokimyası’ dalında çalıştı. Makaleleri ve Ebru adlı kitabı bulunuyor. Birçok radyo ve televizyon programlarına katılan sanatkârımız ile çeşitli gazete ve dergi muhabirleri, röportajlar yaptı. Eserleri dünyanın pek çok müzesinde, yurt içi ve dışındaki koleksiyonlarda mevcuttur. Erzurum’da Behçet Mahir Fuat Başar Hoca mütevazı ve mahviyetkâr bir sanatkârdır. Davet edildiği toplantılara iştirak eder, dostlarını kırmaz. Eskader’in düzenlediği Bâbıâli Sohbetleri’ne 17 Ocak 2013 tarihinde katılmış ve unutulmayan bir sohbette bulunmuştu. Konu, “Sanattan Tefekküre Uzanan Büyük Yolculuk”tu. Hoca orada yaptığı feyizli, istifadeli hitabetinde, “Artık kendimizi bulma zamanıdır.” demişti. İyi bir sanatkâr ve örnek bir insan olan Fuat Başar, o günkü sohbetinde hayatını anlatırken merhum Mehmet Kaplan Hoca’nın derslerinde bize anlattığı “Behçet Mahir”den de şöyle söz etmişti: “Erzurum’da doğdum. İlk, orta ve lise eğitimim sırasında sanatla uzaktan yakından ilgim olmadı. Ama ortaokuldaki resim öğretmenim çizimlerimi beğenirdi. Lisedeyken şiir yazanlara çok kızardım. 1976 yılı hayatımda bir dönüm noktası oldu ve karşısına dikildiğim her şey başıma geldi. 23 yaşındaydım. O yıl hem yazı sanatı ile tanıştım, hem de şiirle ünsiyetim başladı. Şiirle ilk alakam halk sanatkârı ve son meddah Behçet Mahir sayesinde oldu. Erzurum’da yaşıyordu. Edebiyat Fakültesi’nde çorap satardı. ‘Velhasıl alan kazanır.’ derdi. Meğer bu sözle şunu demek istiyormuş: Nasihat alan kazanır. Okuma yazma bilmediği hâlde Köroğlu hikâyelerinin 11 kolunu şiir hâliyle ezberden bilirdi. Bana, sözün gücünü anlatmıştır. Öyle ki sohbetlerimizin birinde, ‘Piyasada beyaz şeker bulunmaz/Behçet’i çayıma katar içerim.’ mısraını aklıma düşürdü. Bunun ardından karşılıklı hicivli atışmalarımız da başlamış oldu. 1987 yılında vefat ettiğinde meddahlık da bitti. Behçet Mahir türünün son örneğiydi. Âşıklık geleneğinin son temsilcilerindendi. Âşık Reyhanî’yi o yetiştirmişti.” Kitapçıda Rastlanan Kalem Güzeli Fuat Başar daha sonra bir kitapçıda rastladığı ve hayatının akışını değiştiren mühim eseri, kendi üslubunca şöyle anlatıyor: “1978’da iki ciltlik Kalem Güzeli kitabını buldum. Hayatımın akışı değişti. Sayfalarına bakarken Neyzen Emin Efendi’nin sülüs bir şaheseri ile karşılaştım. O çizgilere bakarak kendimden geçtim. Yarım saat boyunca kitabı ayakta inceledim. Kitabı aldım ve yakınlardaki bir çay bahçesinde okumaya başladım. Kitabın içindeki ebrular beni çok etkilemişti ve ebru sevdası da aynı anda içime düştü.” Tanışılan Tasavvuf Ehli Fuat Başar bahsettiği bahçede kitabı incelemeye devam eder. Bu arada hayatını etkileyecek iki kişiyle de yine bu bahçede tanışır. Ona kulak verelim: “Kitabı okumaya devam ederken hayatımda daha sonraları önemli rol oynayacak iki zat ile aynı bahçede oturmakta olduğumuzu fark ettim. Ali Karaavcı ve Ömer Faruk Kızıloğlu aralarında bir tasavvuf konusunu konuşuyorlardı. İkisi de Erzurum’un seçkin şahsiyetleriydi. Esrar Dede’den, tasavvuftan bahsediyorlardı. Çok etkilendim ve sonra onları da hiç bırakmadım. Evet, ne olduysa 1976 senesinde oldu. O gün bugün sanatın içindeyim ve şiirle beraberim. Erzurum’un eski müftüsü Yunus Kaya bana demişti ki: ‘Evladım, Cenab-ı Allah bir insanı maksadına ulaştırmak isterse önce içine bir merak bırakır.’ Türk Sanatında Ebru kitabını da bir ilanda görmüştüm. İstanbul’dan sipariş vererek kitabı getirttim. Uğur Derman yazmıştı, aldım, bana ufuk açtı. Sonra Mustafa Düzgünman ile gıyaben tanışmıştım.” Uğur Derman’dan Destek Erzurum gibi bir şehirde o tarihte ebruyu bilen hiç kimse olmadığı gibi herhangi bir kaynağa da ulaşamadığını anlatan Fuat Başar, böylelikle o yıllarda ebru ile alakasının güçlendiğini ifade etmişti. Bundan sonraki sözlerinde, ‘merak’ın önemini bize hatırlatıyor: “Kitap gelince o gün üniversiteden eve kadar yürüme kararı almış ve yol boyunca kitabı okuyup bitirmiştim. Sonra eve gelince yeniden okumuştum. Hemen bir tekne yaptırdım ama kitre ve zamk gibi malzemeleri bulamıyordum. 1978 yılından itibaren Uğur Derman ile mektuplaşmaya başladık. Kendisine bilmediklerimi soruyordum ama aldığım cevaplar üzerinden giderek bu işi başarmam mümkün değildi. Bir taraftan da yazıya devam ediyordum. Bunun için marangoza bir kalem yaptırmıştım. Sanıyordum ki çok güzel yazıyorum. Ama zaman geçtikçe ustaların değerini fark etmeye başlamıştım. Hattat Hâmid Aytaç’a mektupla meşklerimi gönderiyordum ve o da bana olanı olmayanı yazıyordu. Uğur Derman o dönem maddî manevî desteğini üzerimizden hiç çekmedi. 1980 yılına kadar yokluk içinde Erzurum’da çalıştım. Baktım ki yazı ve ebru bizi İstanbul’a çağırıyordu. Biz de geldik…” Hâmid Hoca Sanata Sahip Çıktı Hat mürekkebi için is elde etmeye çalışırken başına gelen komik olayları da anlatan Fuat Hoca, başarısız birçok girişiminde mahvolan ev yüzünden annesinin onu kovduğunu, ancak desteğini hiç esirgemediğini de ekliyor. Şefkatli annenin oğluna yaptığı dua ise çok güzeldir: “Oğlum, Allah ellerini meleklerine tutturarak yazdırsın.” Fuat Başar, Mustafa Düzgünman gibi Hâmid Aytaç’ı da önce gıyabi olarak tanır. “1979’da Hattat Hâmid’e mektuplar gönderiyorum. Meşkleri yolluyorum. Onları tashih edip bana gönderiyordu.” diyen Başar, İstanbul’a geldikten Hoca’yı bırakmaz. Başar, “Hoca’ya rahmetli Cemil Bilgiç ile beraber giderdik. Sirkeci’nin yukarısındaki Reşit Efendi Hanı’nda kalıyordu. Hâmid Bey, ‘Oğlum ben vazifeli gönderildim.’ derdi. Hâmid Bey olmasaydı hat sanatı olmazdı.” diyor. İstanbul’a gelişinin ardından Hâmid Hoca’dan aldığı ders ve talimler, yönünü ve hedefini şekillendirecektir: “Hâmid Aytaç çok düşünceli biriydi. Yazı gibi dev bir sanatı sırtlanmış ve Osmanlı ile Cumhuriyet arasında köprü olmuştu. Bana öyle geliyor ki Hâmid Bey olmasaydı yazı sanatı Türkiye’de yaşamazdı.” Ali Alparslan Sevgisi Fuat Başar, benim de Edebiyat Fakültesi’nde hocam olan Ali Alparslan’ı unutamadığını söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Ali Alparslan ise yazı sanatına büyük emek vermiş bir sanat adamı ve edebiyatçıydı. Hâmid Bey ile resmi idik ama Ali Bey ile çok yakın muhabbetimiz vardı. 1986’da talik yazıyı ilerletmek için Ali Alparslan Hoca’ya giderdik. Yarenliklerimiz olurdu Ali Toy’la giderdik Ali Alparslan’a. Bir kış günü ebedî istirahatgâhına uğurladık onu. Ali Alparslan ‘Hocaları göçüp gidince insan mahzun oluyor, onları çok özlüyor.’ derdi ve Necmeddin Okyay’ı yâd ederdi. Keşke Necmeddin Hoca hayatta olsaydı da ona bazı yazılarımı gösterseydim, fikirlerini alsaydım.” derdi. Ben de bugün aynı hâli yaşıyorum. Hocalarımı özlüyorum. O zatlar olmasa bu sanatlar kaybolacaktı.” Sanatçı Kıskanç Olmamalı Fuat Başar, sanatta hasede, sanatçıda kıskançlığa yer olmaması gerektiğine inanıyor. Osmanlı Dönemi’nde sanatkârlar arasında hasetliğin olmadığını ve bunun yaşanmaması için de yazı eğitiminden asırlar boyu ücret talep edilmediğini dile getiren Fuat Hoca, bu geleneğin günümüze kadar böyle devam ettiğini söylüyor. Başar, kendisinin de aynı prensiple bu hizmeti yerine getirdiğini vurgulayarak usta-çırak münasebeti hakkında şöyle diyor: “Yetiştirdiklerim arasından kırk kişiden bir kişinin bu yazı sanatına devam etmesi benim için gerçek bir karşılıktır. Kültürümüz de, asaletimiz de kaybolmaya başladı. Her alanda zirve olmayı hedeflemek gerekiyor. Bunu öğrencilerime ve bütün gençlere tavsiye ediyorum. Bu gayret olmadıkça bizim kendimizi bulmamız mümkün görünmüyor. Topluca silkelenmenin, kendimize gelmenin vakti geçmemiştir inşallah. Geçmişteki biz olmaktan başka seçeneğimiz yok. Ben ümitliyim. Gençler sanatta ilerliyor. Hat’ta Rakım’ı aşsınlar, ebruda Mustafa Düzgünman’ı geçsinler.” Sanatçının Hasletleri Başar’a göre iyi bir sanatkârın, başlıca şu hasletlere sahip olması gerekiyor: “Bir İslâm sanatını öğrenmek isteyen kişinin önce İslâm ahlakını tanıması lâzımdır. Kendine, sanata, geçmiş ustalara ve dinine saygı duyması gerekir. Haset ve tekebbür olan yerde büyüme olmaz. Bu kötü düşüncelerden Cenab-ı Hakk’a sığınmak gerekir. Bunların yanında dinmeyen bir merak gerekir. Hâmid Aytaç ‘Bize en az yüz merak lâzım. Meraksız olmaz.’ derdi. Bir de sabır lâzım. Bu iş çileye talip olmaktır. Sevgi ve aşk olmadan sanat da olmuyor. Kalem ve fırça sanatlarında ara vermeye gelmez. El nankördür unutur.” Bir Öğretip İki Öğrenmek Fuat Başar’ın sözleri sanatta Hazreti Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” sözünün anlamını da gösteriyor: “Sanat eğitiminde özel ve şahıslara özgü bir yol izlemek gerekiyor. Eğitimde sanıldığı gibi herkes eşit değildir. Öğrenci yetiştirmeye gayret ederken bir öğrettik, iki öğrendik. Yani talebelerimize öğretirken öğrendik. ‘Bildiğinin tamamını öğretmeyen bir muallimin ağzına mahşerde ateşten gem vurulacaktır.’ hadisi şerifi ışığında hareket ettik. Üstat ile talebe ilişkisi baba-evlat ilişkisi gibidir. Bazen ondan da ötedir. Geleneğimizde usta ile çırağını ölüm ayırır. Eğitim merkezlerimizde de aynı ruh olması gerekir.” Kûfî’de 500 Çeşit Yazı O günkü toplantıya kıymetli ressam Gürbüz Azak da katılmıştı. Azak’ın hat sanatında kaç çeşit yazı olduğunu sorması üzerine Başar, bu sayının binleri aştığını belirtmiş ve hepimizin şaşırdığı şu bilgiyi vermişti: “İslâm yazısının çeşidi 1000’den fazla. Sadece Kûfî sanatın çeşitleri 500 civarında. Yazma ve yapma Kûfî iki ayrı çeşit. Günümüze gelen 13 yazı çeşidi var sadece.’ Sohbet meclisinde tuttuğum notlardan bazıları şöyle: “Hattat Kâmil Bey, hazırladığı Son Hattatlar kitabı için kendisinden tercüme-i hâl isteyen İbnülemin Mahmud Kemal İnal’e şu cevabı verir: ‘İnsanın hayatta iken kendisinden bahsetmesi canlı canlı kabre girmek gibidir.’ Çileye ve şiire karşıydım. Sonra bu ikisine de ilgi duydum. Şiirlerimi Yıldızname’de topladım. İstanbul, hat sanatının merkezidir. Süheyl Ünver’in Soruları Tekebbürün, kibirlenmenin olduğu yerde büyüme olmuyor. Sanatkârda asla gurur, kibir olmamalı. Bir de merak olmalı. Süheyl Ünver’i ziyaret ederdim. Öğrencileri vardı. Bir gün bana ‘Meraklarını say bakalım.’ dedi. 3-4 tane saydım. ‘Devam et.’ dedi. ‘Hocam en az 97 merak daha sayabilirim.’ dedim. Bunun üzerine öğrencilerine döndü ve ‘Görüyorsunuz değil mi? Sizin de en az 100 merakınız olmalı.’ dedi. 1980’lerden sonra aç kaldık, perişan olduk ama yazıdan hiç kopmadık. Kitap metinleri yazmaya başladım. O zaman yayıncı Remzi Alioğlu ile görüşüyoruz. Bir gün bana ‘Bâbıâli’de bir insanın öğlene kadar karnı doymazsa öğleden sonra doyar.’ dedi. Ertesi gün 12.00’ye kadar bekledim. 12’de Remzi Alioğlu geldi ve kitap yazısı verdi. Tam bir tevafuk olmuştu.” Yazı İçin İki Asır Lazım Hâmid Hoca Haydarpaşa Hastanesi’nde yatarken ziyaretine gittim. “Evladım ben harfleri yeni yeni tanıdım, tam yazmaya başlayacaktım ki galiba ömrüm yetmeyecek.” Kâmil Akdik şöyle dermiş: “Yazı hayatı için iki asır lazım. Birinci 100 yılda yazıyı öğrenirsin, ikinci asırda da öğrendiğini yazmaya başlarsın.” Sanatta Edep Şart Sanatta edebin önemine inanan sanatkârımıza göre, edepsiz kişiden sanatçı olmaz. En güzel işleri yapsa da halkını, meslektaşını beğenmeyen, kendisinden başka herkesi yok farz eden kişiler, asla gerçek sanatkâr olamaz: “Sanatını ileriye götürmek her sanatçının boynunun borcudur.” diyen Başar, bir sanatla uğraşan sanat erbabının sanatına karşı edep içinde olması, kendi sanatına edep ve saygı duyması gerektiğini kaydediyor ve ekliyor: “Sanatta edep, sanatın gerektirdiği kaide ve kurallara uymak, canını dişine takarak son derece sadakatle sanatını önce hazmetmek sonra icra etmektir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in ‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.’ emri üzerine sanatı hazmedip, öğrenip, icra ettikten, ustalaşmaya başladıktan sonra sanatın kaideleri dâhilinde uydurmaya kaçmaksızın sanatını ileriye götürmek her sanatçının boynunun borcudur, sanatın edebi budur.” Küçük Ayasofya’da Ziyaret Bir gün Fuat Başar ile Küçükayasofya Külliyesi’nin kahvehanesinde çaylarımızı yudumlayarak sohbet ediyoruz. Sohbet çok feyizli ve istifadeli geçiyor. Mustafa Düzgünman’a verilmiş sözün ağırlığını içinde taşıyor Fuat Hoca. Bu mesuliyetin farkında… Âdeta bütün dünyasını ebru ve hat teşkil ediyor. İlk oğluna hat hocasının adı olan Hâmid’in adını vermiş. İkinci oğluna ebru hocası ile Uğur Derman beyin ilk adı olan Mustafa ismini uygun bulmuş. Birkaç aylık olan son kız çocuğu ise ‘Ebru’ adını taşıyor. Biz hoca ile konuşurken, az sonra, talebelerinden ve dostlarından sohbetimize katılanlar oldu. Mülakatımız bitmiş, yeni sohbet meclisimiz başlamıştı. Ebru sanatının Türkiye’de geniş çapta tanıtıldığını belirten Başar, ebrunun ancak hocadan öğrenilebileceğini söylüyor. Meraklıların mutlaka çevrelerinde bulunan bir hocadan istifade etmeleri ve tekne başında bu işi öğrenmeleri gerektiğini ifade ediyor. Diğer sanatlar gibi ebru da usta-çırak münasebeti ile öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Hoca’ya geçmişte sanatla uğraşanların hâllerini soruyoruz. Buna cevap verirken “Şükürler olsun.” deyip ekliyor: “O zamanlar yazı ile uğraşanların başı derde giriyordu. Bunları ben de yaşadım. Ama bugün sanat, itibar görüyor. Osmanlı’da olduğu gibi yazı sanatının başkenti hâlâ İstanbul’dur. Yurt dışında bir okul açılırken İstanbul’dan icazet almış birisi kadroya giriyor.” Hayatın Üç Devresi Yaklaşık yarım asırdır önce meraklı, sonra talebe, daha sonra da hoca olarak sanatın içinde olan Fuat Başar, hayatının üç önemli devresini şöyle ayırıyor: Tıp tahsili yapmak istemiş. Bunu “gayret” devri olarak tarif ediyor. Ancak daha sonra atom fiziğine meraklanmış. Bu ilgisini de “niyet” olarak isimlendiriyor. Ebru ve hat gibi millî sanatlarımızla uğraşması ise ona göre kaderin bir cilvesi ve “akıbet”tir. Aynı zamanda iyi bir şair olan Fuat Başar, bir şiirinin mısraında hayatının üç tecellisini şöyle hülâsa ediyor: “Niyete bak, gayrete bak, ille akıbete bak.” Fuat Başar Hoca’nın niyeti halis, gayreti takdire şayan, akıbeti de inşallah güzel! Onu sevmek, sanatına saygı duymak, bu ülkenin değerlerine bağlı herkesin vicdan borcudur. İyi ki varsın Fuat Hoca! Ömrün bereketli, sanatın cevherli, talebelerin hünerli, sohbetlerinin hep feyizli olsun. Bu millet sana ve diğer sanatkârlarımıza şükran hisleri besliyor, bilesin.
Mehmet Nuri YARDIM
YazarZülfünü yüzden götür esrâr-ı hattı zâhir et Âyet-i hüsnünü uşşâka okut çekme nikâb (Ey sevgili! Saçlarını yüzünden kaldır, yüzündeki ayva tüylerinin/yüz çizgilerinin sırlarını ortaya çıkar. Gü...
Yazar: Vedat Ali TOK
Ölüm haktır ve muhakkaktır. Hepimiz için, bütün Müslümanlar, hatta bütün insanlar için bu gerçek böyledir. Mademki bu mukadder akıbetten kaçış yok. Akıllı olan kişi ölümden korkacağına görevlerini hat...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Dünyada mevcut olan kıtalar arasında bir kıyaslama yaptığımızda galiba en “mazlum kıta” olarak Afrika’yı kabul etmek gerekiyor. Bu siyah kıtanın mağduriyeti, mazlumluğu nereden geliyor peki? Niçin hep...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Bir ayı geçti. Dünyada yaşanan en büyük kötülüklerden birine şahit oluyoruz. Bu, İsrail terör örgütünün Gazze’deki ve Filistin bölgesindeki masum çocuklara, hastalara, yaşlı insanlara, kadınlara, bütü...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM