Sahip Çıkılması Gereken Bir İbâdet: Kurban
İslâm diniyle özellikle de onun ibâdet boyutuyla ilgili meselelerde konuşacak olanların, bu alanda konuşmayı hak eden ehil zevât olması gerekir. Çünkü din birilerinin düşünmeden, araştırma yapmadan fikir yürütebileceği, “Ben dedim, oldu.” diyebileceği bir alan değildir.
Her açıdan mukaddes olduğundan, sonuçları itibârıyla büyük manevî sorumluluk gerektirir. Bu nedenle, gerekli titizliğe sahip olmayan ve de tefsir, hadis ve fıkıh alanında yeterli alt yapısı olmayanların ibâdet dünyamızı ilgilendiren konulardaki söylemleri ve yaklaşımları eksik veya yanlış olmaya her zaman yakındır.
Dolayısıyla faydadan ziyâde zarar vermesi daha çok muhtemeldir. Nitekim ülkemizde kendisini Müslüman olarak tanımlayan her kişi, dinimizle ilgili her konuda konuşma yetkisi olduğunu düşünmektedir. Bu açıdan bakıldığında memleketimizde, hiçbir dönemde olmadığı kadar müçtehit vardır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, “kendisini müctehit olarak görenler” her zamankinden fazladır. Ekranların önlenemez câzibesi müçtehit olduğunu düşünenlerin sayısını artırmıştır.
Ekranların çekim alanına giren ve belli kanallara özellikle çıkarılan bu kişilerin en büyük problemi kendilerini her konuda yetkin görmeleridir. Böyle olunca da alt yapısı hazırlanmadan, bir iki kitaba bakmakla oluşturulan ve fikir bile denmeyi hak etmeyen yaklaşımlar ekranlardan insanların beyinlerine boca edilmektedir. Zaten din hususunda sürekli kafası karışmakta olan vatandaşlar da neye inanacaklarını şaşırmaktadırlar. Bu yüzden artık hocalara da itimatları kalmamış, özellikle İlâhiyatçılara karşı hep şüpheci yaklaşır olmuşlardır.
Arapların deyişiyle, “aykırı şeyler söyle ki meşhur olasın” sözünü haklı çıkarırcasına ekranlara her daim aykırı düşüncelerle çıkan bazı zevatın, söylemlerinin ne tür sonuçlar doğurduğu hususunda nefis muhâsebesi yapıp yapmadıkları elbette meçhûlümüzdür.
Bununla birlikte, söyledikleriyle kafaları allak bullak olan ve böylesi aykırı düşüncelerin karşısındaki “kabulleri” yine aynı ekrandan öğrenme imkânı bulamayan seyircilerin dine karşı sevgilerinin arttığını söylemek mümkün değildir. Var olan değerler zihin dünyalarında bir bir yıkılmakta, insanlar yaslanacak ve kendilerini mutlu edecek kıymetleri bir bir kaybetmenin verdiği acı ve hüzünle her şeye artık mesafeli yaklaşmaktadırlar. Çünkü kime inanacağını bilemez duruma gelmektedirler.
Ümmetin “zihin bütünlüğü”nü temelsiz iddialarla karıştıran bu insanlarda görülebilecek en büyük eksiklik, seküler hayatın şekillendirdiği bakış açısı nedeniyle, ümmet bilincinin gerçek anlamda kendilerinde oluşmamış olmasıdır. Bu nedenle de sözlerinin etkilerinden ve kırılgan bir zeminde bulunan İslâm ümmetinin birlikteliğini sağlayan değerlerin zarar gördüğü ve daha fazla ayrışmaya neden olduğu gerçeğini göz ardı etmektedirler.
Kanaatimce ümmet bilincinin oluşması için ilâhiyat alanında yazıp çizenlerin en az üç İslâm ülkesinde asgarî birer ay kalması yararlı olacaktır. Farklı coğrafyalardaki mü’minlerle hemhâl olmak, aralarına karışmak, aynı havayı teneffüs etmek ve kısa süreliğine de olsa onlardan biri olmak insanın mü’min kardeşlerine bakışını çok farklılaştırır, ufkunu açar.
Böyle olunca da söylem ve eylemlerine daha geniş bir perspektiften bakar, İslâm coğrafyasındaki değerleri korumanın ve bir bütün olarak hepimizi kardeş yapan dinamikleri muhafaza etmenin ve savunmanın ne kadar önemli olduğunu anlar. Bu da insanı anlamsız konuşmalardan geri tutar.
Ümmet bilinci ve “söylediklerimden Allah katında mesûlüm korkusu” eksik kaldığında, İslâmî değerlerin bir bir budanabildiğini görmekteyiz. Şöyle ki, Müslümanları 1433 yıldır ümmet yapan, birbirine benzeten ve kucaklaştıran kıymetler vardır. Bunlar İslâm ağacının birer parçasıdır.
Ancak günümüzde herkes eline bir ağaç budama makası veya testere almış ve güzelim ağacı bir taraflarından budamaya ve kesmeye başlamıştır. Budaya budaya ağaç öyle bir hâle getirilmek istenmektedir ki, neredeyse kendisine faydası olmayacak, gölgesi kalmayacak ve meyve veremeyecek duruma getirilecektir. Her yıl İslâm’ın bir değeri etrafında koparılan fırtınaların götürdüğü sonuç, ağacı ağaç olmaktan çıkaracak boyuttadır. Bunun zararı ise elbette Müslümanlara olmaktadır.
Ülkemizde İslâm’a olan kinini açıktan kusamayan ve bunu ifade etmek için bir takım eleştirileri paravan olarak kullananları anlayabilmekteyiz. Sonuçta dine alenî olarak saldıramadıklarından bazı hususları araç olarak kullanmaktadırlar. Bu insanlar, toplumumuzu bir arada tutan ne kadar değer varsa zayıflatmaya, sonunda da ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar.
Böyle bir hedefleri vardır. Bu yüzden eski denilen ancak eskimez kelimelere bile tahammülleri yoktur. Biz bu insanların amaçlarını anlayabilmekteyiz ancak yaptıkları itibârıyla onlarla aynı mevzide konumlanan mü’minlerin durumu bizi üzmektedir. Kardeşlerimizi yanımızda görmek isterken çeşitli gerekçelerle İslâm düşmanlarının cephesinde mevzi almaları ve dine onlarla birlikte yüklenmeleri biz mü’minleri son derece üzmektedir.
Burada sorulması gereken temel bir soru bulunmaktadır: “Değerlerinden tâviz verenler niçin hep biz oluyoruz?” Sürekli İslâm’ın değerleriyle oynanmakta, müminleri bir arada tutan temek dinamikler örselenmekte ve Müslümanlar birbirlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Kendisinden tâviz verenler veya tâviz vermesi istenenler nedense hep garip Müslümanlar oluyor. Bu husûsu iyi düşünmemiz gerekmektedir. Kaldı ki, biz İslâm’ı sekülerleştirmeye ve sembolik bir hâle getirmeye çalıştıkça birilerinin bundan memnun olduğu elbette belidir.
Ancak sonuçları itibârıyla, böylesi bir gidişle sosyal hayatta hiçbir işlevi kalmayan, kilise içine hapsedilmiş Hıristiyanlık benzeri bir din oluşturulmaya çalışılmakta ve bazılarımız belki farkında olmadan buna katkı sağlamaktadır. Bu nedenle büyük oyunun parçası olmamamız gerekmektedir.
Ayrıca ümmet bilinci ile yurdumuz insanlarını kardeş kılan değerler toplumdan soyutlandığında, halkı bir arada tutan tutkal zayıflayacaktır. Sonrasında nelerin olacağını tahmin etmek zor değildir. Güneydoğuda dinin hayattan çekilip alınmasının sonuçlarını hep birlikte görmekteyiz.
Bu yüzden halkımızın tamamını mutlu eden değerleri ellerinden almaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bizi biz yapan bu hazineler toplum tarafından bir günde benimsenmedi. Bunları çıkarıp aldığınızda, toplumun bağlarının altına dinamit koymuş olursunuz. Sonrasında insanları birbirlerine bağlayan hiçbir şey kalmaz.
Uygulamalarımızda bir takım yanlışlıklar, çağa uymayan görüntüler varsa bunun çözümü hataları düzeltmektir. İbâdeti ortadan kaldırmak değil. Örneğin kurbanımız. Uygulamada yanlışlıklar varsa bunlar düzeltilebilir. Ancak bu ibâdetin varlığıyla oynamaya kimsenin hakkı yoktur.
Şöyle bir şey denemez: “Efendim, kurban etleri özellikle hacda ziyân oluyor. Kurban kesmek yerine fakirlere yardım edilsin.” Bu yaklaşım, eksikliğin acısını İslâm’dan çıkarmaktır, bir. İkinci olarak, bu ibâdet Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanından beri yapılmaktadır.
Bunu kaldırdığınız zaman yerini başka bir şeyle dolduramazsınız, bir değerimiz kaybolup gider, üç. Böyle bir şeyi yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur, din hiç kimsenin keyfine göre yapılandırılacak bir oyuncak değildir, hem biz kim oluyoruz ki dine şekil vermeye kalkıyoruz, dört. Biz bu dine birilerine şirin görünmek, bizim gibi olmayanlara sempatik gözükmek için inanmadık, beş.
Altıncı olarak; şu veya bu gibi temelsiz gerekçelerle İslâm’ın temel değerleriyle oynadığımız takdirde, her tarafından tırtıklanmaya başlanacak olan bu din Allah’ın gönderdiği din olmaktan çıkacaktır. Bugün kurban ibâdetinin yerine kendilerince çağdaş ve farklı bir şey ikâme etmeye çalışanlar, yarın bu taleplerini başka ibâdetler için de dile getireceklerdir.
Örneğin, “Suudilere bu kadar paramız gidiyor, her hacı dört bin Euro veriyor. Bu parayı Araplara yedireceğimize ülkemizdeki fakirlere dağıtalım.” diyenler de çıkabilir. Sonra sıra namaza, ardından oruca ve diğer ibâdetlere gelecektir. Sonuçta bu din o insanların kendi zihin dünyalarında şekillendirdikleri nefislerinin dini olacaktır. Şurası kesin olacaktır ki, bu din Allah’ın indirdiği din olmaktan çıkacaktır. Bu ise yeni bir sapık mezhebin müjdecisidir!!!
Burada hiç kimse, kurban ibâdetine mezheplerin farklı yaklaştığını dile getirmesin. Sünnet veya vacip demişlermiş. Doğrudur, farklı hüküm vermişlerdir. Ama hiçbiri bunun Peygamber (s.a.v.) uygulaması olduğunu inkâr etmemiştir. Her mezhep bu ibâdeti övmüştür, yapılmasını teşvik etmiştir.
Ama zorunluluk açısından farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Dolayısıyla bu ibâdetin mevcudiyetiyle ilgili olarak en küçük bir şüphe dile getirilmemiştir. Bu iddia modern zamanların ve dinle ilgili derununda problem olanların sorunudur.
Burada acı olan bir husus da, kurban ibâdetinin Şamanizmle bağdaştırılmasıdır. Bu iddia Müslümanlara saygı duymamaktan çok öte bir akide sorununu da gözler önüne sermektedir. Allah kitabında Habil ile Kabil’in kurban takdim etmesinden bahseder. Rabb’imiz Habil’in kurbanını kabul buyurur.[1]
Demek ki, Şamanizm âdeti tâ Hz. Âdem ile birlikte başlamıştır!!! Dünyaya Şamanizmi getiren Hz. Âdem’dir!!! Kur’ân’da Saffât Sûresi’nde Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme rüyasından bahisle Allah’ın ona bir kurban hediye ettiğinden bahsedilir. Öyleyse Hz. İbrahim de bir Şamanizm göstergesi olan bu kurban kesme işine bulaşmıştır!!!
Keza Bakara’da geçtiğine göre, Hz. Musa Yahudilerden kurban kesmelerini ister. Onlar da özelliklerini sorarlar. Sonuçta kesilecek hayvanı onlara tarif eder.[2] Bu demektir ki, o da bu işe kenarından bulaşmış!!! Ve geldik sonunda Hz. Muhammed (s.a.v.)’e. Kur’ân’da hac bağlamında kurban meselesi dile getirilir.[3] Öyleyse o da bu işin son halkasını oluşturmaktadır!!!
Sözün özü ilâhî dinlerin tamamında kurban vardır. Bu nedenle Şamanizm suçlaması her peygamberi kapsar. Ayrıca farkında olunmadan, kurbanla ilgili âyetleri zikreden Rabb’imiz de işin içine sokulmuş olunur.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Efendim, hac dışında kurban bayramı günlerinde kurban kesileceği Allah’ın kitabında geçmiyor.” Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. Şöyle ki, hacda kurban kesileceğini beyân eden ayetlerden, hacca gelmeyenlerin kurban günlerinde kurban kesmeyeceği anlamı çıkmaz.
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisi yani âyetlere muhâtap olan ilk insan bunu böyle anlamış ve hayatında tatbik etmiştir. Bizim örnek alacağımız kişi de odur. Ayrıca bir şeyin varlığını tespit etmek için ille de Kur’ân’da bulunmasını şart koşacak olursak, bu din yaşanmaz hâle gelir.
Çünkü yüce dinimizin yüzde sekseni hadislere dayanmaktadır. Kur’ân’da bunlarla ilgili bir şey bulamayız. Bu durumda nasıl hadislere dayanmak zorundaysak kurban ibâdetinde de aynı zarûret vardır. Unutmamak gerekir ki, bu Peygamber (s.a.v.) sadece sahabilerin peygamberi değildi, bizim de peygamberimizdir. Allah’ın kitabında ona bahşettiği “açıklama görevi”[4] sadece kendi dönemiyle kayıtlı değildir. Bizim için de geçerlidir. Ayrıca biz şunları da biliyoruz:
Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin ikinci yılından itibâren vefât edene kadar her yıl kurban kesmiştir.[5] Hatta bir defasında Medine’de iki besili koçu, hacda da yedi deveyi bizzat kendisi kesmiştir.[6] Bunun yanında Allah Rasûlü kurban günlerini bir şenliğe dönüştürürdü.
Kurban kesilen hayvanlarından birer parça aldırtır, bunları bir tencerede kaynattırır ve herkes etten atıştırırdı. Böylece kurban ibâdeti neşe içerisinde yerine getirilmiş olurdu.[7] Bunun yanında Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen kimse, bizim mescidimize yaklaşmasın."[8]
"Ey insanlar! Her aile için her yıl kurban kesilmelidir."[9] “Kurban günü bir insanın Allah için kurban keserek kan akıtmasından başka yapacağı daha güzel bir iş olamaz. Kestiği kurban kıyâmet günü boynuzları, kılları ve tırnaklarıyla gelecektir. Kurbanın kanı toprağa düşmeden Allah katında yüce bir mevkie ulaşır.
Öyleyse gönül hoşluğu ile kurbanlarınızı kesin."[10] Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Müslümanların kurban kestiklerini, bunun onların uygulaması olarak devam ettiğini ifade etmiştir.[11]
Bu deliller bizim için bir şey ifade etmiyor diyecek olanlara son söz; Hz. Peygamber (s.a.v.)’i İslâm’ın dışına öteleyenlerin sözleri de bizim için bir değer ifade etmez. Dinimize zarar vermeye çalışmasınlar yeter.
[1] 5/Mâide 27-32
[2] 2/Bakara, 67-71
[3] 2/Bakara, 196; 5/Mâide, 95, 97; 22/Hac, 36-7
[4] 16/Nahl, 44
[5] Ebû Davud, 1136
[6] Buhârî, 1476
[7] İbn Mâce, 3158
[8] İbn Mâce, 3123
[9] Ebû Davud, 2790
[10] Tirmizî, 1493
[11] İbn Mâce, 3114
Enbiya YILDIRIM
YazarHepimiz etrafımızdakilerin bizi sevmesini arzularız. Beraber olduğumuz insanlarla aramızda sorunlar yaşanmasını istemeyiz. Bizden bahsedilirken meziyetlerimizin dile getirilmesinden memnun kalırız. Bu...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Küçük yaşlardayken yaşlı amcaların konuşmalarını dinlerdik. Yaşadıkları hayattan bir şey anlamadıklarını, geçmişi sanki yaşamamış gibi hissettiklerini, her şeyin bir rüya gibi geçip gittiğini söylerle...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
İnsan nihâyetinde kendisine takdir edilmiş olan ömrü bir şekilde tamamlayıp ebedî âleme intikal ediyor. Zira Allah bugüne kadar hiç kimseye dünyada ebedî yaşama imkânı vermedi. Bundan sonra da vermeye...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Eğitimi genel olarak “insanı terbiye etme sanatı” olarak tabir edebiliriz. Eğer insan bir eğitimden geçmezse hakîkî mânâda insan olması ve Hz. Âdem vasfıyla “adam” sırrına tam olarak ermesi mümkün olm...
Yazar: Süleyman DOĞAN