SADECE “ALLAH RIZASINA” TALİP OLMAK
Tasavvufî hayatın temel kavramlarından biri olan rıza; sözlükte “hoşnut ve memnun olmak, tasvip etmek, beğenmek” anlamını taşır. Kur’an’da ve hadislerde rızâ kavramı üzerinde önemle durulmuş, müminler Allah’ın rızâsını kazanmaya teşvik edilmiş, rızâ mertebesine ermenin en büyük mutluluk olduğu ifade edilmiştir. “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular.” meâlindeki âyetler1 Allah ile kul arasındaki rızâ halinin karşılıklı olduğunu gösterir.
Rızânın kaynağı Allah hakkındaki hüsnüzan ve tevekküldür, neticesi iyimserliktir. Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren rızâ kavramına özel bir önem verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre rızâ, ilâhî iradeye tâbi olduğu için kulun kendi iradesini ve tercihini terk etmesidir. Ebû Süleyman ed-Dârânî ancak bedenî arzularından sıyrılan kişilerin rızâ mertebesine erebileceğini söylemiş, İbrâhim b. Muhammed en-Nasrâbâdî, rızâ mertebesine ulaşmak isteyenlerin Allah’ın razı olduğu hususlara sıkıca sarılmalarını tavsiye etmiştir. Tasavvufta rızâ zühd hayatının temeli olarak görülmüştür. Sûfîler muhabbetin rızâyı içerdiğini, rızânın muhabbetin semeresi olduğunu, bu sebeple kulun sevdiği Allah’ın her tasarrufuna razı olması gerektiğini söylemişlerdir.2
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde şöyle buyururlar:
Kimi cennât ile hûrî kimi gılmân isteği
Kimisi ancak rızâ-yı Hakk ile rü’yetdedir3
(Kimi sekiz cennetten kendi ameline göre mükâfat olarak verilecek cennet yurtlarını, kimi oradaki birçok nimetleri istemektedir. Ancak hakikate talip olan kimileri de sadece Allah’ın rızasını ister. Çünkü ilâhî rıza ona celâli gösterir.)
Nakşbendî-Halidî yolunda hafî ders zikri yapılırken nefse fırsat vermemek için, 100 defa “Allah” lafza-i celâl zikrinden sonra bir defa; “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî/Allah’ım Sen benim tek gayem ve Senin rızana ulaşmak da benim yegâne isteğimdir!..” denmesinin hikmeti ilâhî rızayı her an hatırlamak içindir.
Rabia-i Adeviyye (k.s.)’den münacâtında dediği rivayet edilmiştir: “Yâ Rabbi! Ben sana cehenneminin korkusundan yahut cennetinin rağbetinden dolayı ibadet etmiyorum. Belki zât-ı kerîminin kerametine ve muhabbetine ibadet ediyorum.”
Bazı ârifler de şöyle demiştir: Ben Allahu Teâlâ’ya cennet sevabı için ibadet etmekten utanırım. Şu ecir gibi ki, ücreti verilirse iş işler, verilmezse işlemez. Bunun gibi Allahu Teâlâ’ya narından korkum dolayısıyla ibadet etmekten de utanırım. Fenâ bir köle gibi ki, korkarsa iş işler, korkmazsa işlemez. Lakin onun ibadete ehliyeti dolayısıyla ibadet ederim.4 Bu manadaki bir beyit de şöyledir:
Cennet-i Huld-ı Berîn’den tama’ın kat’ et
Âşık-ı sâdık olup meylini cânâneye dönder5
Allah (c.c.)’ın Arş’ı cennet, cehennem ve bunlarda bulunan her şeyin ötesindedir, yine de insana şahdamarından daha yakın olan Rabb’imiz insan gönlünün derinliklerine yerleşir. Şu hâlde rızâ-yı İlâhî’ye ulaşmada iki yol vardır: Birincisi Kaf Dağı’na veya daha ötekilere doğru seyahat, diğeri ise insan ruhunun deryalarına seyahat.6
Abdulhalik Gucdevânî Hazretleri tasavvufî eğitimde yeni bir usûl takip etmiş, ayrıca sünnete sarılmaya ve bidatlerden uzaklaşmaya ısrarla vurgu yapmıştır. Devamlı olarak sıdk ve safaya, şeriat ve nebevî sünnete tâbî olmak, heva ve hevese muhalefet etmek üzerinde durmuştur. Dervişlerinden bir tanesi: “Eğer Hak Teâlâ beni cennetle cehennem ortasında serbest bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü bütün ömrümde nefsin isteklerine karşı mücadele edip durdum. O durumda cenneti istesem nefsin isteği olur. Oysa cehennem Hakk’ın muradıdır.” deyince, Gucdevânî: “Evladım! Kulun tercihle işi ne? Nereye git derlerse gider, nerede ol derlerse olur. Bendelik budur, senin dediğin değildir.” sözleri ile kendisini uyarır. Dolayısıyla onun öngördüğü tasavvuf çizgisi teslimiyet üzerine bina edilmiştir. Ne cennet umudu ne cehennem tasası, onun çağrısı sadece Hak rızasıdır. Hakk’ın takdirine rıza göstere her daim Rabb’i ile hoşnuttur.” buyurmuştur.7 Yine Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’deki bir beyitte şöyle buyurulmuştur:
Zâhidân ârzû-yı Cennet hûr u gılmân isteyü
Âşıkân seyr-i likâ zevk ü safâsıyla gezer8
Yazımızın vurgusu olan ilâhî rıza konusunu Ahmet Mahir Efendi’nin Hikem-i Ataiyye Şerhinden tasavvufî nakillerle izaha çalışalım:
Salik Cenab-ı Hakk’ın katında makbul salihlerden mi yoksa merdûd şakîlerden mi olduğunu bilmek için hususî hâllerine bakmalıdır. Eğer cennetlik ve kabul edilmişlerden ise Allah tarafından çeşitli taatlerde, razı olduğu yerlerde kullanılır. Tersine cehennemliklerden ise mâsiyet ve razı olmadığı hâllerde kalır da kendisine mühlet verilir. Bu müminlerin avamı için geçerli bir ölçüdür. Fakat havas için mukarreblerden midir, değil midir bilmek için doğru ölçü, azamet ve celâlet nurlarının idrakinden doğarak kalp aynasına yansıyan tecellilerin eserlerine bakılmasıdır.
Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur:
“Bir kimse Rabb’inin yanındaki derecesini bilmek isterse, kalbindeki Cenab-ı Hakk’ın derecesine baksın, bu onun ölçüsüdür.”
Fudayl bin Iyaz Hazretleri: “Kulun Cenab-ı Hakk’a kulluğu, Cenab-ı Hakk’ın nezdindeki derecesinin miktarına göredir.”
Ebu Talib Mekkî Hazretleri buyurdu: “Kul Mevlâ’sının emirlerini hürmetle karşılar, haramlarına saygı duyar, razı olduğu işleri çabuklaştırırsa; Mevlâ da o kulun kendisini hürmetli kılar, şanını yükseltir, ona lütfunu çabuklaştırır. Kulun hâli tersine olursa rabbanî hüküm de aksine zuhur eder.”
Hak Rızasını Gözetmek
Vehb bin Münebbih Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu eski kitaplardan nakletmiştir:
“Ey insanoğlu, sana emrettiğim şeylerde bana itaat et de sana layık olan yardımlarımda bana yol gösterme. Zira ben gizli açık her şeyi bilirim. Bana ibadetle ikram edene mükâfat vererek ikram ederim, emirlerimi önemsemeyerek ihanet edeni cezalandırırım. Eğer kulum benim rızamı gözetmezse, ben de onun hakkında lütuf ve mağfiret düşünmem.”
9
Cenab-ı Hakk’ın kulundan istediği;
“Emrolunduğun gibi doğru ol!”10 diye emrettiği gibi kulluk yolunda istikamettir. Vâsıl olanlar için aslında talep caiz değildir. Yani Cenab-ı Hak’tan bir şey istemeleri doğru olmaz. İnsan beşeriyet icabı bir şey istemek zorunda kalırsa, cennet, huri ve cennet nimetleri değil, Cenab-ı Hakk’ın istediği istikamet istenmelidir. Çünkü bu istek nefsanî hazlar şahsî dileklerden hayırlıdır, Hakk’ın rızasına uygundur. Nefs hazlarına ve emellere kavuşmak istenirse, bu istek gecikebilir. Vasıllara lazım olan hüsn-i edep bu isteklerle kaybolur gider, edebe uygunsuzluk olur.
Ebu Hüseyin Deylemî Hazretleri Antakya’da bir zencinin kalplerdekini okuyup söylediğini duymuş. Ondan çok övülerek bahsedildiğini görünce kalkıp yürüyerek Antakya’ya gelmiş. Orada o kimseyi satıcı olarak görmüş. Denemek için ondan bir şey almak isteyince o kimse demiş ki:
‘Sen iki günlük yoldan geliyorsun. Yorgunsun ve açsın. Otur, biraz sabret şu sattıklarımın kazancından sana da veririm, ihtiyacını giderirsin!”
Deylemî yine bir malı satın almak ister gibi eline alınca, aynı tekrarlamış. Deylemî o kimsenin keşif erbabından olduğunu anlayıp oturmuş, biraz bekledikten sonra o şahıs, Deylemî’ye bir miktar verip gitmiş.
Deylemî onu takip edince, adam dönmüş ve şu sözlerle onu irşad etmiş:
“Ey Ebu Hüseyin, senin bir hacetin olunca onu ilâhî murad derecesine indir. Eğer o hâcette nefs hazzı varsa, o hâcet seni Allah'tan uzaklaştırır.”
Nimeti Görmeden Karşılıksız Bağlılık
Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle dua ederdi:
“Ya Rabbi, senden ne istedimse, bana dua etmemi emrettiğin için istedim. Bari benim istediklerimi sevdiklerinin istedikleri gibi kıl ve beni duasıyla nefsin hazlarını isteyen kullarından eyleme. Beni İlâhî vecibenin hukuku ile kıyamı isteyen âriflerden eyle. Ya Rabbi, ben senden senin sevdiğini isterim ve seni gazaba kırar, her şeyden sana sığınırım. Yarabbi, beni sana kavuşmaktan meşgul eden insanların işiyle uğraştırma, meğerki o istek senin sevdiğin istek olsun. Ya Rabbi, beni zikriyle senden ancak senin muradın olan şeyleri dileyen kimsenin zikri gibi seni zikredenlerden eyle. Ya Rabbi, benim sana en yüksek maksadımı senin maksudun olan hâl kıl, benim senden istediğim emeller kılma.”
Ashab-ı kiramdan Adiy bin Hâtem Hazretleri’nden rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Kıyamet gününde bir fırkanın cennete getirilmeleri, yaklaştırılarak cenneti, huri gılman gibi nimetlerini gördükten sonra cehenneme geri götürülmeleri emredilir. Bunlar büyük bir hasretle Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz ederler:
‘Keşke bizi evliya kullarına hazırladığın bu nimetleri görmeden cehenneme atsaydın. Cehennem azabına bir de hasret elemi eklenmez.
Hak Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap gelir:
‘Size diğer cehennemliklerden ziyade azap vermek için bu suretle azap ediyorum. Zira siz tenhalarda büyük günahlar işler; halk arasında küçük günahlardan çekinirdiniz. İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmaktan, bana karşı nefs ve hevaya uymaktan kaçınmadınız. Kalplerinizin varidatını halka açmaktan sakındınız da bana göstermekten çekinmediniz. Kendi cinsinize gösterdiğiniz muameleyi bana yapmaktan korkmadınız. Benden ziyade halka saygı gösterdiniz, bana değil de hep onlara yöneldiniz. Bu yüzden sizi elemli azaba uğrattım.”
Eskilerin kitaplarında geçmiş ümmetlere buyrulmuştur ki:
“Eğer sizin her hal ve hareketinizi gördüğümü bilmiyorsanız, henüz iman-ı kâmil elde edememişsiniz. Yok, eğer biliyorsanız, beni niçin hallerinizi görenlerin ehveni kılar, hafife alırsınız?”
Nefis Hak Rızası Olmayan İşi Arzu Eder
Nefsin daima Hak rızasına uygun olmayan hallere düşkünlüğünü göstermek bakımından aşağıdaki kıssa ibretli ve önemlidir:
Ebu Talib Mekkî Hazretleri anlatıyor:
Sofilerden birine bir gün bir tarikat sâliki misafir olur. Ev sahibi komşu kebapçıdan kebap satın alıp başka dostlarını da davet ederek misafire ziyafet hazırlar. Sofraya oturup yemeğe başlandığında misafir mürid de bir lokma alır fakat çiğneyip yutamaz ve geri çıkarır.
“Kusura bakmayın, ben yiyemeyeceğim. Lütfen siz yemeğe devam buyurun!” diyerek bir kenara çekilir. Sofradakiler yemesi için ısrar ederler:
“Siz yemezseniz biz de yemeyiz!” derler. Ama misafir mürid:
“Benim yememe imkân yok, siz de ister yersiniz, ister yemezsiniz!” diyerek kalkıp yürüyüverir.
Sofradakiler artık misafirsiz yemeğe devam etmek istemezler ve kebapçıyı çağırıp belki bu kebapta mekruh bir sebep vardır düşüncesiyle sorguya çekerler. Kebapçı sıkıştırılınca, bu kebabı ölü bir kuzudan yaptığını, paraya tamah ederek bu işe kalkıştığını, tesadüfen komşusu almak istediğinde gerçeği söyleyemediğini itiraf etmek zorunda kalır.
Bir zaman sonra ev sahibi o müridin kebabın ölü kuzudan yapıldığını nasıl keşfettiğini merak ederek onu arar bulur. Bunu sorunca mürid şöyle cevap verir:
“Ben yirmi senedir riyazetle vakit geçirdim, açlık susuzluk çekerek yaşadım. Fakat nefsim hiçbir yemeğe iştah duymadığı halde o kebaba karşı öyle bir istek gösterdi ki o zamana kadar hiç bu kadar iştahlı olduğunu görmemiştim. Nefsim hep Hak rızasına uymayan şeyleri istediği için bu kebaba karşı düşkünlüğünden şüphe ettim. Onda çirkin bir hal olduğuna kanaat getirdim, o yüzden yemekten çekindim.”
Cenab-ı Hakk’ı Dileyip O’nu Seçmek
Sadık bir kulun yaratılmışlardan hiçbirine ihtiyaç arz etmemesi hakiki mabuduna karşı kulluk edebidir; Cenab-ı Hakk’a yakınlık, mâsivadan uzaklaşmaktır. Böyle olduğu halde ihsan edici mabudu bırakıp da kul kapısına sığınmak ve bir şey istemek Hak›tan gafil olmanın, Hak›tan uzak bulunmanın eseri olduğu için kötü sayılır. Hikmetin neticesi kulluk edebine ve Hakk’a itaate uymayan, yokluk ve muhtaçlık içermeyen taleplerin, gerek Hak’tan ve gerekse halktan istensin, muvahhidlerce makbul sayılmadığını belirtmektir. Zira onlara göre irade ve ihtiyar, Cenab-ı Hakk’ı dileyip O’nu seçmektir. Onlara göre talepsizlik talep etmenin ta kendisidir. Geçici istekler bâkîye göre edepsizliktir.
İlâhî Rıza İman Mertebesi
Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuştur: “Halveti sohbetten üstün tutup vahdeti kesrete tercih eden sâlik, zikrullahdan başka bir şey anmaksızın ve Allah’ın rızasından başka hiçbir şey düşünmeksizin bütün sebeplerden kesilmedikçe, halvette nefsiyle dostluk kurmaktan ve vahdette kesrette kalmaktan uzaklaşamaz. Bu yüzden de manevî fitne ve belâlara uğramaktan kurtulamaz.”
Ebu Abdullah el-Karşî Hazretleri buyurdu: “Karşılığını görmek ve Allah katında sevap kazanmak için ibadet eden sâlikin ibadetindeki niyeti kulluk vazifesini ve Allah haklarını yerine getirmek olmadıkça feyizlenmez ve ona fütuhat kapısı açılamaz.” İşte bu şartlarla ibadet etmeyen müridin uzlet etmesi, dünya menfaati için inzivaya çekilen rahiplerin riyazeti gibi değersizdir.
Ebu Talib Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu: “Mü’minin iman derecesi, Cenab-ı Hakk’ın rızasını bütün mâsiva ve hevaya tercih etmesinden Cenab-ı Hakk’ı her şeyden fazla sevmesinden belli olur. Kâmil mü’min Hak rızasını üstün tutan ve Allah’ı her şeyden çok sevendir. Bu derecenin altında bulunan iman sahipleri muhabbet derecesine ve iman mertebesine göre irfan kazanır.”
Onun için rabbanî nurların ve sırların tecellisini arzu eden mü’min kalbini mâsiva ilgisinden uzak tutmalıdır ki, ledün manaları kendisine açılsın. Cenab-ı Hakk’ın şu buyruğu yazımızın müjde tâcı olsun:
“Bizim rızamızı kazanmak için maddî ve manevî mücadele eden iman sahiplerine elbette bize ulaştıran yolları gösteririz.”11
Dipnot
1. 5/Mâide, 119; 58/Mücâdile, 22; 89/Fecr, 28; 98/Beyyine, 8.
2. Süleyman Uludağ, TDV, Rıza mad., cilt: 35, 2008, sayfa: 56-57
3. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, , s. 59.
4. Mehmet Bahaeddin Efendi, Tasavvuf ve Menakıp, (Haz: H. İbrahim Şimşek), Nasihat Yayınları, 2017, s. 25.
5. Ateş, Divan, s. 65.
6. Schimmel, Annemarie, Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri -İslâm’a Görüngübilimsel Yaklaşım-, Çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004., s., 98.
7. Kadir Özköse-H. İbrahim Şimşek, Altın silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yayınları, Ank, s. 175.
8. Divan, s. 53.
9. Ahmet Mahir Efendi, Hikem-i Ataiyye Şerhi, (Haz: Tahir Galip Seratlı),Timaş Yayınları, 2010, İstanbul, s. 149 vd.
10. 11/Hûd, 112.
11. 29/Ankebût, 69.